dolmabahcesarayi-blog
dolmabahcesarayi-blog
Dolmabahçe Sarayı
27 posts
Sarayların sayarı Dolmabahçe hatırası siteye hoşgeldiniz.
Don't wanna be here? Send us removal request.
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Herakles’in Tutsaklığı
Herakles, Omphale’nin yanında tutsak bulunduğu zaman içtiği andı yerine getirmek için serbest bırakılıp bırakılmaz bir ordu topladı. Doğru, Eurytosun şehrine giderek kıralı öldürdü. Sonra karısı Deianeira’ya armağan olarak birkaç genç kız gönderdi. Kızlardan İole adlısı son derece güzeldi. Haberci, Deianeira’ya, Herakles’in onu sevdiğini söyledi. Bunu duyan İcadının kıskançlık bürüdü yüreğini, gözlerinin önüne eski bir anı geldi:
Herakles kendisini ilk gördüğü zaman Deianeira, Kentaur Nessosün sırtında bir ırmağı geçiyordu. Nessos, suyun ortasında kötü sözler söylemişti kendisine; bu sözleri duyan Herakles de karşı kıyıdan attığı oklarla, Kentaur’u öldürmüştü. Kentaur ölürken kanının birazını Deianeira’ya vermiş, “Bunu sakla, ileride Herakles senden başkasına severse büyü olarak kullanırsın,” demişti.
O an gelip çatmıştı şimdi. Deianeira, bir kapta şakladığı kanı çıkardı. Herakles’e göndermek istediği bir gömleği o kanla kızıla boyadıktan sonra haberciyle kocasına yolladı.
Gömleği giyer giymez bir ateş kapladı Herakles’in gövdesini öfkeden, acıdan gözleri dönen Herakles, haberciyi tuttuğu gibi denize fırlattı. Başkalarını hâlâ öldürebiliyordu işte, ama kendisi ölmüyordu. Hemen haber gönderdiler karısına; Deianeira, kocasına olanları duyar duymaz kendini yurdu.
Herakles’i evine götürdüler. Kahramanlar kahramanı artık «»sonunun geldiğini anlamıştı. “Madem ölüm bana geliniyor,” dedi, “ben ona gideyim.” Olta dağında koca bir odun yığını hazırlattı. Adamları oraya götürdüler kendisini. Bir zamanların sırtı yere gelmez kahramanı, odunlara bakarak, “Her şey bitiyor artık,” dedi, “rahata kavuşacağım.”
Oklarıyla yayını genç arkadaşı Philoktetes’e verdi. Sonra meşaleyi uzatarak, “Al, Philoktetes,” diye mırıldandı, “odunları sen ateşle.”
Kısa bir süre sonra Herakles yeryüzünde değildi artık. Tanrılar Olympos’a çıkardılar Herakles’i. Orada ölümsüz olan kahraman, Hera’yla barıştırıldıktan sonra tanrıçanın kızı Hebe’yle evlendirildi. Gökyüzünde uslu uslu oturdu mu, yoksa tanrıların huzurunu kaçırıp onları da tedirgin etti mi, orası bilinmiyor.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Huma, Kaknus ve Anka Kuşları
Huma Kuşu
Her zaman yükseklerde bulunan, yere inmeyen bir kuştur. Bu kuş, bulunduğu gökte yumurtlar. Bu yumurta yere inerken içinden yavru çıkar, tekrar göklere uçar. Yerlere konmayan bu kuşun ayakları yoktur. Hindistan, Çin, kıpçak göklerinde yaşar. Bir inanışa göre de serçeden büyükçedir ve yere de konar.
Zamanın birinde, bir’ devlete bir baş seçmek istemişler. Bu kuş insanların toplu bulunduğu yerde uçurulmuş. Kimin başına konarsa onu devlet reisi yapacaklarını kararlaştırmışlar. Uçan kuş gitmiş, bir adamın başına konmuş. Bunu Devletin başına getirmişler. Bu sebeple Huma kuşuna (Devlet Kuşu) da denilmiştir. Huma’yı bulup ta bilerek öldüren kimse kırk gün içinde ölür.
Kaknus Kuşu
Bu kuşun gagasında bulunan üç yüz altmış delikten çeşitli sesler çıkar. Kuşlar bu sesleri işitince ona yaklaşır, o da rahatça bunları yer. Tüyleri renkli, güzel olan Kaknus bin yıl yaşar. Kanus’un ölümü yaklaşınca, otlardan bir yuva yapar, orada öter. Bundan sonra kanatlarım o kadar kuvvetli çırpar ki bunlardan kıvılcımlar çıkar, Yuvasını tutuşturur. Kendisi de orada yanar. Külünden meydana gelen yumurtadan yavrusu çıkar.
Anka Kuşu
Tüyleri güzel, boynu uzun, kendisi büyük bir kuştur. Boynu halka halinde beyaz tüylerle çevrilmiş olduğu için (Anka) denilmiştir. Anka; gerdanlık demektir. Mısır efsanelerinde de yer alan Ankanın üzerinde otuz çeşit kuşun rengi bulunur. Bu sebeple iran’lılar buna (Sirenk, Simürg) demişlerdir.
Anka kuşu gözle görülmeyecek kadar yükseklerde uçar. Kaf dağı’mn tepesinde yatar. Ejderhaları avlayarak oraya götürür. Ab-ı Hayat’tan içmiş olan bu kuş ancak Zülkarneyn (İskender) ile görüşmüş. Bir efsaneye göre de beş yüz sene yaşar.
Bir de kuşlara hâkim olan Süleyman Peygamberin Divanına devam etmiş, başka kimselere görünmemiştir. Efsaneli bir tarih rivayetine göre de; Fatimi halifelerinin hayvanlar bahçesinde bir Anka kuşu varmış. İran kahramanı Rüstem’in babası Zal’i, bırakıldığı dağda bir bir Anka kuşu büyütmüştü.
Bir efsaneye göre de; bu kuş bir zaman çoğalmış, civarındaki hayvanları kapar, kaçarmış. Necit, Hicaz taraflarındaki halk Anka’ların bu halinden bizar olarak, Muhammet peygamberin Mekke’den Medine’ye hicretinden biraz önce, Res’lilerin peygamberi olan Hanzala iîbn-i Saffan yahut Halit İbn-i Sinan’a şikâyet etmişler. O da, tanrıya dua etmiş, bu dua üzerine Anka’nın nesli bu dünyanın yüzünden kalkmıştır. Anka iki başlı kuş olarak ta gösterilir. Bir başı kuş, bir başı da insan başı gibidir, insan gibi konuşur. Anka’nın ölümü yaklaştığı vakit, güneş onun yuvasını yakar. O da tekrar bir yuva yapar, içine girer, bir daha çıkmaz, orada ölür, kalır. Kemikleri içinde bir solucan bulunur, ondan yeniden bir Anka kuşu türer.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Kötü Ruhlar, Cinler, Şeytanlardan Bir Takımının Kimlikleri
  (Yak) Kötü bir takım ruhlardır. Kötü ruhlardan biri. Yahut kötülük tanrısı.
(Al) ölmüş bahaların ruhudur. Bunlar Erlik Han’ın idâresinde bulnurlar.
(Al) ölen bir adamın, daha önce ölmüş arka-balarından birinin ruhu bu adı taşır. Aldacı, Süne adındaki ruh ile ölü evinin etrafında dolaşır. Şaman yahut Kam temiz ve kutsal tanındığından Aldacı tarafından  kirlenmemek için ölü evine girmez, başkalarına bile bir hafta ölü evinden eşya verilmez ve içeri alınmaz. Ölümden kırk gün sonra, ölü evinde bir tören yapılır, yemekler yenir. Törene önce Şaman gelir. Ardıç ağacı ile tütsü yaparak Aldacı’yı kovmaya çalışırdı. Aldacı’lara ölüm ruhları da denir.
— (Al) Erlik Han’ın emrinde bulunan kötü ruhlardan biri.
— (Yak) Çıban denilen yarayı insanlarda yapan ruh.
— (Yak) Kötü ruhların koruyucusudur. “Kara neme’ler bunun emri altındadır.
— (Al) Yerin altında yaşayan ve Erlik Han’ın emrinde bulunan kötü ruhlardır. Bunlar; şeytanları insanların üzerine yollayarak onlara çeşitli eziyetler verdirir. İnsanlar bu eziyetlerden ancak kurban sunmakla kurtulabilirler. En makbul olan da kara renkli hayvandan verilen kurbandır. Bunlar çok yemek yer ve doymazlardı. Bunların bir adı da Yek’tir. Ölüm hastalıklarını insanlara musallat eden ruh.
— Cığılar bir takım cinlerdir. (İki bölük birbiriyle çarpıştığı zaman, bu iki bölüğün vilâyetlerinde oturan cinler, kendi vilâyetlerinin halkını kollamak için çarpışırlar. Cinlerden herhangi taraf Çor (Çar)yenerse, onlardan yana çıktığı vilâyet halkını da yener. Geceleyin bu cinlerden her hangisi kaçarsa onların bulunduğu vilâyetin hakanı da kaçar. Türk askeri geceleyin cinlerin attıkları oktan korunmak için çadırına saklanırlar. Bu, Türk’ler arasında yaygındır.
Divan-ı Lûgat-üt Türk. Cilt: III.  (Al) Şaman inanışlarına göre insan bedeninin dışında, ama yine insanla beraber bulunan kötü ruhlar vardır ki onlara bu ad verilmiştir. Yine Şamanlara göre Çor; (Cin) demektir. Şimdi bile Anadolu’nun bazı yerlerinde (Çor vurdu: Cin çarptı ve hastalandı) derler.
— (Al)  Çorabaş, Şaman dualarında geçen bir ruh. Bunun doksan koyun derisinden kürkü, seksen koyun derisinden külâhı vardır.’
Dahtalır-Tarah —(Yak) günahkârların gittiği yerde bulunan Edimnu’lar büyük bir ruh.
— (Süm) Hortlak denilen kötü yaratıklardır. Aşi-pu’lar bu kötü varlıkların fenalıklarından korunmak isteyenlere efsun yaparlar.
Ege’ler — (Uy) Cehennemde zebani görevli kötü bir varlıktır.
Gidim— (Et) Ölen kimsenin ruhuna denildiği gibi, kötü ruhlara ve cadılara da bu ad verilir.
Karaçor. — Kuzey Türk’leri kötü ruhlara bu adı verirler.
Kara neme’ler— (Yak) Arsan Dolay’m emrindeki kötü ruhlar.
Kara Ozot’lar — (Al)Yeraltı âleminde Erlik Han idâresinde. Kökmen bulunan kötü ruhlardan bir grup.
—(Al) Şaman dualarında geçen bir ruh. Bunun altmış koyun derisinden kürkü, seksen keçi derisinden külâhı vardır.
Körmös’ler— (Al, Yak) Kötülük tanrısı Erlik’in yeraltı âlemindeki yardımcılarıdır. Körmös’ler içinde iyilik yapanlar da vardır ki onların adına kurbanlar kesilirdi. Bir inanışa göre Körmös her ölüden ayrılan bir ruhtur. Eğer o ruh iyi bir adamın ruhu ise iyi körmös’tür, o dünyada kalır. Bunların işi gücü iyilik yapmak, kötülük yapan Kömös’ler ile mücâdele etmektir.
Kötü Körmös’ler âhiret âleminde, cehennemde görev almışlardır. Bu Körmös’ler dünyaya da çıkar, evlerin etrafında gezer, içeri girmeye fırsat ararlar. Eve girebilirlerse fenalık yapmak için saklanırlar, insanları öldürmeye çalışırlardı.
Erlik Hanın oğulları babaları gibi değildir. İyilik yapmayı severler, insanları fena körmös’le-rin şerrinden korumak için dünyada bulunurlar, evlerin, obaların kapı bekçiliklerini yaparlar. Bunlar, Körmös’lerden birini yakalayacak olursa hemen cehennemde kaynamakta olan (Kazırgan) adındaki büyük kazana atarlar, orada cezalarım görürler. Körmös’ler birbiri ile de geçinemezler, aralarında kavga eksik olmaz. Çok ta pis boğazlıdırlar. İnsanları yemekle bir türlü doymazlar.
Altay Türk’leri, bütün hastalıkları, ölümleri bunlardan bilirdi. İnsanların vücudunda olan yaraların da körmös’lerin ısırmasıyla olduğuna inanırlardı. Çok hiylecidirler. İnsanlara sokulabilmenin yolunu bilirlerdi.
İşte Erlik’in oğulları insanları bunlardan korumaya çalışır. İyilik yapan Körmös’ler için kanlı, kansız kurbanlar verilir: (Kansız kurbanlar; kullanılmamış taze şarap, hayvanların İlkbahardaki temiz sütleri, çay kırıntıları, arpadan yapılmış bir içki, kavrulmuş arpa unu, sütten yapılmış bir bulamaç. Yine bu körmös’lerin adına yapılan putların üzerine konulan arpa ve buğday demetleridir. Kanlı kurbanlar ise, kısrak, keçi ve koyundur. Ama bu kurban kesilmez, boğulur. Hayvanın ağzım, burnunu tıkayıp dört ayağını dört tarafa çekerler: Bu kurbanların eti tören yerine yakın bir kazanda pişirilir.) Bir takım dualardan sonra bu etler yenilir.
Bir takım kötü ruhların anasıdır. İnsanlar bundan korunmak için kurban keserler.
— (Al) Yeraltı âleminde Erlik Han’ın emrinde bulunan bir takım azap verici kötü ruhlar
— (Al) Bir takım zebanilerdir. Günah işleyen insanları cehennemdeki kazanlara atar ve çeşitli azaplar çektirirler.
— (Al) İnsanlarla hayvanlarda bulunan ruhtur. Ama Süne istediği zaman insandan ayrılarak gezer, kimseye görünmez. Ancak Şaman’larla, bazı kutsal sayılan insanlar, bazen da köpekler görülürler. Süne’yi görebilen insanlara (Köspekçi) derler. Eğer bu adamlardan başka herhangi bir adam Süne’yi görürsev öleceğine alâmettir. Süne, insan öldükten sonra yeraltı âlemine gider, orada kendisini Erlik Hanim beraberindekilerden Yula karşılar.
— Etrüsk cinlerindendir.
— (Etr) Kartal gagalı, Eşek kulaklı, Yılan saçlı bir cindir. İnsanlara azap verir.
— (Et) Fenalık yapan bir takım- cinlerdir.
— Cesteni bey hikâyesinde geçen büyük bir Cin.
— Budist Uygur’lara göre kötülük ve ölüm veren bir ruhtur. Yeraltı âleminde bulunur.
— (Al) İnsanın ve hayvanın beraberinde bulunan ruhtur. Yula istediği zaman insandan ve hayvandan ayrılır, gezer. Yula, insanlara rüyalarda görünür. Şaman’ların kurban törenlerinde bulunur. Şaman’la birlikte göklere, yer altına seyahat eder. Yula da Erlik Han’ın emrinde bulunan ruhlardandır.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Mitolojide Kanatlı Hayvanlar
Kartal
Eski Türklerce totem olan kartal, kuşların da j Hakanı idi. Atilla’nın soyunun ulaştığı Kartal’ın başında taç vardı.
Etana’yı göklere Şamaş’ın kartalı çıkarmıştı. Ama yükseklerde Etana’nın başı dönmüş, yere düşerek ölmüştür. Çünkü Sümer’lere göre ölümlüler göklere çıkamaz. Nin-girsu da Aslan başlı ve Kartal kanatlı idi.
Telepinu’nun da kayboluşunda, onu aramak için güneş tanrısı bir kartal göndermişti. İki üç başlı kartallar senbol olarak Hitit heykellerinde görülmektedir. Lâgaş şehrinin totemi aslan başlı bir kartaldı, kartal Yakut’lara göre güneşin de senbölüdür,  Kartal mevsimleri de değiştirir. Kanatlarını bir çırparsa buzlar erir. İki çırparsa ilkbahar gelir. Yakut’lardan bir takımı analarının kartaldan geldiğine inanırlar, ona saygı göstererek adına ant içerler. Eğer bir kimse yalan olarak ant içerse başına büyük felâketler gelir. Kadınlar çocuk yapabilmek için kartala yalvarırlardı.
Akbaba
Akbaba denilen kuş ta ihtiyarladığı zaman yaptığı yumurtanın birinden (İtbarak) çıkardı. Oğuz’un öldürdüğü canavarı da yemeğe akbaba gelmişti. Tanrı Ülgen, insan vücudunu yarattıktan sonra, ona can vermek için Kara Han’a bir kuzgun göndermişti. Kozmogoni bahsinde büyük tanrı Kara Han da, beyaz bir Kuğuyu tek varlık olan sulara gönderdi, ağız dolusu su getirmesini söyledi. Kuğu suya daldı, çıkınca gagasına bulaşan çamuru suların üzerine üfledi. Bundan karalar meydana geldi. Bu efsaneye göre ilk kanatlı hayvan Kuğu kuşu oluyor.
Tufandan sonra Uta-Napiştim suların çekilip çekilmediğini anlamak için önce bir güvercin, sonra bir kırlangıç, daha sonrada karga salıvermiştir. Turna ve güvercinden başka karga da haberci ve postacı olarak tanılırdı. Buğu Tekin’in habercileri de üç kargaydı.
Yaradılış destanında da şöyle denilmektedir: Kuzgun ağzında can olduğu halde bir çam ormanından geçerken yerde bir leş gördü. Dayanamadı. Ağzını açtı, hemen can çam ağaçlarının üstüne düştü, o günden beri çamlar yazın ve kışın yapraklarını dökmez oldu. Onğunu horoz olan boy da, yazın başında kızıl Han’a bir horoz yavrusu kurban ederdi.
Dört boya ayrılan boşluktan güneydeki boyun idaresine kızıl-kuş bakmakta idi.
Sungur, oğuz boyları arasında totem kabul edilmiştir. Oğuz’un oğlu Deniz Han boyunun olduğunu da çakır kuşudur. Omay adı verilen kutsal kuş ise devlet kuşu gibi uğurlu idi. Buudayik denilen kuş, Kırgız efsanelerinde geçmektedir.
Abdülkadir İnan’ın bahsettiği üzere Altaylı’ların (köğütey), Sagay’ların (Altın pirkan) destanlarında (Kaan Gerede) adında büyük ve kahraman bir kuş vardır.Tuğrul da Türkler ve Moğollar arasındaki Anka kuşu gibi idi. ama bu kuş yırtıcı bir kuştu. Pençeleri o kadar sert idi ki bir vuruşta üç yüz kadar kuşu birden öldürdüğü gibi, günde bin kaz pençesinden geçer, bunlardan ancak biri yaşardı.
Köktübulgan adındaki kuşun da kanatlarında çelik vardı. Bir dağın tepesine kanadı çarpınca orayı dümdüz ederdi. Van gölü civarında söylenen (Kardeşler) masalında da peri kızları güvercin şekline girmişti. Kalmuk masalarında da bir fedakâr kadın kuş şekline girerek kocasını kurtarmaya çalışmıştır.
Kaz da tanrılara yakın yaratıklardandır. Bazı boyların ve soyların da totem’leri Kuğu, Kaz ve Karga gibi hayvanlardı. Doğu Milletleri Mitolojilerinden gelen bir takım kuşlar ve hayvanlar da vardır. Bunlardan; Huma, Kaknus, Anka önde bulunmaktadır.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Tarihteki İlk En Büyük Kahraman; Herakles
Eski Yunan’ın en büyük kahramanı Herakles’ti. Atina’dan başka bütün illerde Theseûs’tan önce anılırdı adı. Atinalıların düşünce yapısı, öteki Yunanlılardan değişik olduğu için, kahramanları da değişikti. Yalnız beden gücüne bakmazdı Atinalılar, akıl gücü de onlar için sön derece önemliydi Theseus, akıl gücüyle beden gücünü kendinde toplamış bir insan olduğu için kısa zamanda Atina’nın gözbebeği olup çıkıvermişti. Atinalılara bakılırsa, ondan üstünü yoktu ölümlüler arasında. Öteki Yunanlılara kalırsa, ölümlüler içinde en büyük, en üstün kahraman Herakles’ti.
Herakles’in inanılmaz gücü kendisini aşırı derecede gururlu yapmıştı. Ünlü kahraman, yerinin tanrılar arasında olduğuna inanır, ara sıra da ölümsüzlere kafa tutardı, ölümsüzler pek bir şey diyemezlerdi ona, bazı kereler yardımını bile isterlerdi onun. Devlerle tanrılar arasındaki savaşta Herakles tanrıların yanım tutmuş, attığı oklarla devlerin yenilmesini sağlamıştı. Bir keresinde de Apollon’a kızmış, onunla savaşmaya kalkmıştı. Delphoi tapınağının bakıcısına bir soru sormuştu Herakles. Bakıcı onun sorduğu soruya cevap vermeyince, zavallı kadıncağızı kaldırdığı gibi götürmüş, kendi adına bir tapınak kurmaya kalkmıştı. Bakıcısına böyle bir şey yapılmasından hoşlanmayan Apollon, cezalandırmaya kalkmıştı Herakles’i. Herakles tanrıdan korkmamış, ona kafa tutmuştu. Araya Zeuş girmeseydi büyük bir kavga olacaktı.
Aslına bakılırsa, Herakles’ten Ödü kopuyordu Apollon’un. Ama tanrılık bu, herkes ne derdi sonra. Zeus’un araya girmesiyle yatışmış göründü; bakıcısına söyleyip, Herakles’in istediği cevabı verdirdi.
Kendi gücüne beslediği büyük inanç yüzünden hiçbir şeyden yılmazdı Herakles. Kendisini yense yense ancak büyü, ya da insanüstü bir güç kullanan tanrılardan biri yenebilirdi. Sonunda da öyle oldu zaten. Hera, büyüyle sırtını yere getirdi onun. Ama yaşadığı sürece Herakles’i karada, denizde, havada kimse yenemedi.
Zekâ bakımından ünlü kahramanın pek öyle gelişmiş olduğu söylenemezdi. Bir gün sıcaktan bunalmış, güneşe ok atarak onu söndürmeye, böylece serinlemeye çalışmıştı. Bir gün de denizde giderken dalgaların gemiyi sarsmalarına kızmış, eğilerek sulara uslu durmalarını, yoksa hepsini cezalandıracağını söylemişti. Duygu açısından ele alınınca, Herakles’in çok ince bir kişi olduğu görülürdü. Hylas’ı yitirdiği zaman Argo gemisinden çığlık çığlığa, üzüntü içinde ayrılışı: daha önce anlatılmıştı. Bu aşın duygululuğun ara sıra zararları da dokunurdu kendisine. Çabuk Öfkelenir, her yanı kırıp geçirir, öfkesi yatışınca da yaptıklarına pişman olurdu. İşte o zaman kendisinin cezalandırılmasını isterdi. Zaten kendisi İstemeden ünlü Herakles’i cezalandırmak kimin elinden gelirdi ki. Onun kadar çok ceza çekeni görülmemiştir ölümlüler arasında. Kendi isteğine rağmen, onu cezalandırmaktan korkanlar da olurdu ara sıra böyle durumlarda Herakles, kendi kendisini cezalandırırdı.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Text
Cisimli Ve Cisimsiz Tanrılar
İlkel büyük tanrıların bazıları cisimsizdir. Yalnız adları vardır, görünmezler. Büyük kudretlere sahiptirler.
Tabiattaki büyük varlıklardan tanrı tanınanların çoğu kendi adları ve cisimleriyle bilinir. Başka adlarla bunları temsil eden bir takım tanrılar ise vasıflarına göre ad alır. Bunların yalnız ruhları var, cisimleri yoktur.
Tanrılardan cisimlendirilmiş olanların bir kaçı şunlardır :
Ülgen, Erlik Han ve Ülgen ile Erlik Han’ın kızları, oğulları insan şeklindedir. Yakut’ların güzellik Tanrıçası Ayzıt, Elamlıların tanrıçası Enşuşinak güzel birer kadındır. Sümer’lerin Ninlil, Nane (İştar) adındaki tanrıçaları da gür saçlı, kabarık göğüslü birer kadın olarak cisimlendirilmişlerdir. Sümer ve Hitit tanrılarının çoğu sakallı birer insandır. Bunlardan bazılarının başında bir külâh, bazılarının da tanrılıklarım gösteren iki yahut dört boynuzlu taç bulunur.
Yakın doğu Türk tanrıları da savaşçı birer insan halinde gösterilmiştir. Bazı bitkiler de tanrı tanınmakla beraber, tuzlu suyu temsil eden ve bir adı da (Ummi Khudur) olan Tiamat dişi, ikinci kocası Kingo erkek birer dev olarak, Lakhamu ve Lakhamu adındaki tanrı ayarında sayılan iki kutretli varlık ta birer büyük yılan olarak cisimlendirilmiştir.
Yakut’ların büyük tanrısı Ulu Toyun da, bazan bulutlar arasında bir dev, bazan da dana, geyik ve köpek olarak görülür .
Totemik Tanrılar
Hayvanların, bitkilerin insanda yarattığı çeşitli etkilerden doğan inanışlarla tanrı tanınmalarıdır. İnsanlar cetlerinin de bunlardan geldiğine inanırlardı.
Animist Ve Natürist Tanrılar
Gök, Güneş, Ay, Yıldızlar, fırtınalar, gök gürültüleri, yıldırımlar, ağaçlar, dağlar, taşlar, denizler, sular, büyük nehirler ve tabiattaki başka bir takım varlıklarda hatta hayvanlarda birer ruhun bulunduğuna, bunların kudret sahibi olduklarına inanılır ve tanrı tanılırdı.
Zoomorf Tanrılar
Arslan, at kurt, yılan, boğa ve grifon gibi bir takım hayvanların şeklinde olan, yahut bunların organlarından kompozisyon yapılarak cisimlendirilen tanrılardır.
Antropomorf Tanrılar
Bu tanrılar, bir istihale neticesi ve zamanla insan şeklini almış değildirler. Yukarıda da denildiği gibi daha ilkel tanrılar arasında bile; Altaylı’ların, Ülgen’i, Erlik’i insan kılığında gösterilmiştir. Hitit’lerde, Eti’lerde, kısmen Sümer’lerde bu tip tanrılar daha çoktur.
Tanrı Aileleri, Tanrıların İnsanlarla İlgileri:
Antropomorf tasavvur edilen tanrıların insanlarla münasebetleri daha çok görülüyor. Sümer tanrılarının bir kısmı bölgelerinin idaresi ile görevlendirilmiş, insanların yakından koruyucusu olmuştur.
Bu tip tanrılar, insanlara, bitkilere bereket, bolluk verir., insanları, daha çok sanatı olanları korur, adalet işlerine bakar. İnsanlar da onun emrinde bulunur, onlara hoş görünmek için dualar eder, kurbanlar keser, ama insanlar günah işlerse tanrılar da hışımlarını esirgemezler.
Yakın doğuda, özellikle Sümer’lerde; tanrıların yaşayış tarzı ve ihtiyaçları da insanlarınki gibi ayarlanmıştır. Onlar da insanlar gibi yer, içer, çalışır, onların da evleri, aileleri, çocukları bulunur; Atları, arabaları, hayvanları, sürüleri, hizmetçileri olurdu. Ama bu tanrılar insanlara görünmezler. Bazı olağan üstü hallerde birden görünür, nasihat eder, tenbihte bulunur, çekilir di.
Bu tanrılarla insanlar arasında esaslı ayrılık şurada idi:İnsanlar ölür, acizdir. Tanrılar ise ölmez, kudretlidir.
Tanrılaştırılanlar
Tanrılar kategorisine girmesi gereken ve temsili olarak şahıslandırılmış olan bu tip tanrılar genel olarak şöyle kısımlandırılabilir.
a) Kozmik varlıktan birinin adım taşıyarak natürist tanrılar araşma girebilen Oğuz’un oğulları.
b) Taoist’lerin kutsal tanıdıkları boşluğu dört yöne ayırarak, her yönün idaresini vermekle tanrı tanıdıktan dört hayvan.
c) Göktürk’lerce renklerle, Han etiketi ile tanrılaştrılarak Türk bölgelerini idare edenler.
Bir de; Hanlar, kıratlar, kahramanlardan da tanrılaştırılanlar vardır ki, taşıdığı özellikler ve kudretler, zaman geçtikçe insan hayalinden materyel ve kuvvet alarak büyütülmüş, nihayet bunlar da tanrılığa çıkarılmıştır.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Tarihteki Efsanevi Hükümdarların Hayatı
Godefroi
Godefroi IV de Boulogne veya Godefroi de Bouillon, Aşağı Lorraine dükü ve Kudüs’teki İsa’nın mezarının muhafızı. 1061 de Baisy-Thy’de (Belçika) doğdu, 1100 de Kudüs’te öldü. İçinde birçok kont ve dükün bulunduğu «Senyörler Haçlı Seferi» ordusuna komuta etti ve Kudüs’ü ele geçirdi.
Godefroi de Bouillon birçok çetin mücadeleden sonra 1089’da Aşağı Lorraine dükü olarak tanındı. 1095’te haçlılara katılanların başında yer aldı ve seferin masraflarını karşılayabilmek İçin dukalığını ve varını yoğunu sattı. İlk haçlı seferinde önemli rol oynadı; mizacı hacılıktan çok siyasete yatkın olduğu için Bizans imparatorluğuyla haçlılar arasındaki ilişkilerle ilgilendi ve Aleksios’a tâbi oldu. Kudüs’ün fethi (1099) üzerine, baronlar kendisini kral seçtllerse de, Isa’nın mezarının muhafızı unvanıyla yetindi. Ülkenin savunmasıyla yakından İlgilendiği gibi, Kudüs Kanun Külliyatı adıyla anılan ve Kudüs İle Kıbrıs’ta uygulanan bir kanunnamenin hazırlanmasına önayak oldu. Bir efsane kahramanı hâline geldi. Fransız destanlarından birinin ve Tasso’nun bir şiirinin (Kurtarılan Kudüs) kahramanı oldu.
Kılıç Arslan
Anadolu Selçuklu Devleti’nin üçüncü hükümdarı, Doğum yeri ve tarihi belli değil, 1107’de Fırat’ta boğuldu.
Haçlı ordularına karşı Anadolu’yu, hattâ İslâm dünyasını kahramanca savundu, 1071 Malazgirt zaferinden sonra Horasan’daki Oğuz Türklerl Anadolu’nun çeşitli yerlerine yerleşmişlerdi. Kılıç Arslan, hükümdar olunca, çeşitli karışıklıklar içindeki Anadolu’da birliği sağladı. Bizans’ın elindeki İstanbul’u almak istiyordu ve bu amaçla bir donanma yaptırdı. Bizans İmparatoru, Roma’daki Papa’dan yardım istedi. 1095’te, Bizans’a yardım etmek, İsa’nın doğduğu şehir olan Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarmak İçin 600.000 kişilik bir Haçlı ordusu kuruldu. Bizans imparatoru bunları Anadolu’ya geçirtti. Kılıç Arslan; kendisininkinden sayıca on kat daha üstün bu orduyla, birçok savaş yaptı. Anadolu’yu karış karış savundu. Amasya yakınında 300.000 Haçlı’yı yok etti. Geriye kalan Haçlılar, Anadolu’da yerleşemediler. Vatanlarını canla başla savunan Türkler arasından bir geçit bularak Kudüs’e gidip bir Lâtin Krallığı kurdular.
Aslan Yürekli Richard
I. Richard veya Aslan Yürekli Richard, Aquitaine dükü ve İngiltere kralıdır. 1157’de, Oxford’da (Büyük Britanya) doğdu, 1199’da Châlus’de (Fransa) öldü.
Savaşçı karakteri, ona bu lâkabı kazandırmıştır. Bu değerli savaşçının, kahramanlıklarını ve bu kötü yöneticinin talihsizliklerini anlatmak için gerçekle efsane birbirine karışmaktadır. İngiltere kralı, II. Henry’rçln oğlu olan Richard, o zaman ingillzlerin elinde bulunan, Fransa’daki Aquitaine dükalığını almıştı. Aslan Yürekli Richard, Fransa kralı Philippe-Auguste’le birlikte, Kudüs’ü kurtarmak için Üçüncü Haçlı Seferine katıldı. Fakat o kadar kibirli ve kendi başına buyruk davrandı ki sonunda müttefiki İle bozuştu. Richard seferden dönerken, Fransa imparatoru VI. Henri tarafından dört yıl hapsedildi ve kurtulmak için ona çok büyük fidye ödemek zorunda kaldı. İngiltere kralı özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz, Fransa’ya savaş açtı ve Limosin’deki Châlus şatosunun kuşatılması sırasında öldü. Aslan Yürekli Richard krallığında sadece birkaç ay kalabilmişti.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde İnsanın Yaradılışı
İnsanın yaradılışı üzerinde Türk boyları arasında çeşitli efsâneler vardır.
Bu efsanelerden bir kaçı:
1— Altaylı’lara  göre; önce yalnız Kara Han ile sular vardı. Bu büyük tanrı tek başına canı sıkıldığı için bir insan yarattı. Bu insanın kanatları vardı, suların üzerinde uçuyordu. İnsan buna kanaat etmedi, yükseklerde uçmak istedi. Kara Han onun maksadını anladığı için uçmak kudretini aldı. Kanatlan işe yaramadı, suya batmağa başladı. Bunun üzerine Kara Han’a yalvardı, o da acıdı, her hassayı yeniden ona verdi, ama uçmak kudretini vermedi. O halde bu insan için kara lâzımdı. Kara Han gene düşündü. Yıldızlardan bir avuç toprak suların üzerine serptirdi. Böylece karalar oldu.
Kara Han ada şeklinde türeyen bu ilk karaya dokuz dallı bir çam dikti, her birinin altında birer adam daha yarattı. Bu-dokuz adamdan dokuz ırk türedi. Bu insanlara iyi yolu göstermek için de (Yayık) ı yarattı.
2— Yine Altaylı’larla Yakut’larm bir inanışına göre; Kara Han’ın oğlu büyük tanrı Ülgen, insan vücutları yarattı, bunların canı yoktu. Can vermek için Kara Han’a bir kuzgun gönderdi. Kara Han, Ülgen’in yarattığı insan için istenilen canı verdi. Kuzgun da canı gagaları arasına sıkıştırarak geri döndü. Yol uzundu. Kuzgun acıktı. Uçarken yer yüzünde bir deve leşi gördü. Iştihası onu leşe doğru sürüklüyordu. Fakat kuzgun leşten uzaklaştı, yoluna devam etti. Biraz gittikten sonra gözüne yerde bir at leşi göründü. İştihası kabaran kuzgun kendini tuttu, leşin yanından geçti. Son kuvvetini vererek uçan kuzgun bu defa bir inek leşi gördü. Bu leş kuzgunu daha çok kendine çekti, kuzgun: (Ah ne güzel) dedi. Bunu derken gagalarını açınca can bir çam ormanının üzerine düşerek ağaçlara dağıldı. Bunun içindir ki çamlar kışın, yazın yapraklarını dökmez, canlı dururlar.
Kuzgun havada uçarken, gecenin yansında Erlik Han yeraltından çıktı. Yer yüzünde bir saray gördü, yavaş yavaş yaklaştı. Bu sarayda Ülgen’in insan cesetlerinin yattığını anlardı. Bu cesetleri Erlik’in fenalıklarından korumak için Ülgen bir köpeği bekçi koymuştu. O zaman köpekler insanlar gibi tüysüzdü. Erlik, köpeğe : (Beni bu saraya bırakırsan sana kürk veririm.
Daha üşümezsin. Hem sana öyle bir yemek veririm ki, bu yemeği yersen bir ay açlık duymazsın.) dedi.
Köpek bu sözlere kandı. Erlik’i saraya cesetlerin yanma bıraktı. Erlik, kendi canından üfledi: (Bunların hepsi benim gibi olacaktır) dedi. Cesetler canlandı. Bunlar erkek ve kadın idi.
İşte yeryüzünde insanlar böyle türedi. Yâkut’larm bir efsânesine göre de; îlk insan yarı &t, yarı insan şeklinde gökten inmiştir.
3 — Bir Al tay efsanesinde de; tuzlu suları temsil eden Tia-mat’ın ikinci kocası Kingo, insan yaratmak istedi. Buna kızan tanrılar Kingo’yu kestiler. Kanı ile insan hamuru yoğruldu.
Böylece insanlar meydana geldi.
4— Bir başka efsânede de; büyük tanrı yer yüzünde bir insan yarattı. Bu insan erkekti. Bir gün bu insan uyurken şeytan onun göğsüne dokundu. Bunun üzerine kaburgalarından bir kemik büyüyerek yere düştü.
Bundan da bir kadın meydana geldi. Ama yine Altaylı’Iara göre böylece yaradılan ilk insanlardan erkeğin adı Törüngey, kadının adı da Eje’dir
5— Budist Türklerin bir efsânesinde de; Tanrı güzel bir kız olan (Rin ta no d gar) i gökten yere indirdi. Kendisi ile beraber bulunacak bir erkek yer yüzünde henüz olmadığı halde çok çocuk doğurdu.
Bu da insanların ilk anası oldu.
6 — Bir Sümer efsanesinde de; tanrılar kendilerine hizmet edecek varlıkların olmasını düşündüler. Bu işle Ea’yı görevlendirdiler. Bunun üzerine Ea, çamurdan bir insan yaptı, ona can verdi. işte insan, hayâlini ulaştırabildiği kadar çeşitli efsanelerle kendini yarattıktan sonra dahi, cismini normâl ve rahat şekilde bırakmamış, gitgide başka yaratıkların uzuvlarından da katarak insanla karışık acayip yaratıklar ortaya getirmiştir.
Kara Han’ın yarattığı ilk insana kanat takıldığı, Dede Korkut hikâyelerinde geçen (Tepegöz) e tepesine yalnız bir göz, Cengiz’in ceddi olan Bataçihan’dan sıra ile yetişen evlâtları arasında Duma-Sohor’un alnı ortasına bir göz konulmuş, sudan çıkan ilk insan Oannes’in vücudu insan, başı ve sırtı balık olarak gösterildiği gibi, it başlı, sığır ayaklı, yarısı akrep insanlar türetilmiştir.  Büyük işler yapan bir takım insanlar hakkında; merak ve korku uyandırmak, yahut kudretli göstermek maksadiyle vücutları çok büyütülenler de olurdu: Saka Türk’leri kahramanlarından Alp-Er-Tonga, Semerkant kalesinde otururken ayaklarını Zerefşan deresinde yıkardı. Sümer kahramanı Gılgamış’ın da boyu on metre idi.
Yakın doğu milletlerinin mitolojilerinden gelen bir efsânede de Deccal çok iri ve uzun bir adamdır. Başı bulutlardan dışarı çıkar, derin denizler topuğuna kadar gelirdi. Yine yakın doğu mitolojisi ile gelen (Uc Bin Unk) da o kadar büyük idi ki, başı Deccal’ın başı gibi bulutlardan dışarı çıkar, balığı denizden alır, güneşe tutarak kızartır, yerdi. Nuh tufanı zamanında su onun ancak dizlerine kadar çıkabilmişti.
Bunları yalnız Türk Mitolojisinde değil, her milletin mitolojisinde bol bol görmek mümkündür. Şu var ki, sosyal bünyenin ana geleneklerine, derin inanışlarına bağlanmak zorunda bulunan insanlar, çizdikleri bu gibi çeşitli tabloların hududunu aşamazlar, Gördüklerinin dışına hayallerini kaydırmağa yaradılış kanunları izin vermezdi. Ancak kendinden ve gördüklerinden materyel almakla yetinebilirlerdi.
2 notes · View notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatmasından Bir Kare
Selanik Alaybeyi Rumeli kethüdalığına ve Sadrazamın vardacısı Selanik alay beyliğine tayin edilip her ikisine de orta dereceden hilat giydirildi.
Hersek Sancakbeyi Mustafa Paşa /erzak sağlamakla görevlendirilip Budun a gönderilmişti. Bugün erzakı orduyu hümayuna getirip kendisine Sadrazamın huzurunda hilat giydirildi.
Öğle zamanı Zağarcı kolundaki İslâm savaşçıları bir püskürme lağım patlattılar. Çok etkili oldu. Hersek Beylerbeyiyle birlikte Alman büyükelçisi de geldi. Zamanında Devlet-i Aliyye’ye gelmiş, sefer açılınca Esseg üzerinden Buduna getirilerek kaleye hapsedilmişti. Şimdi de Budun’dan ordu-yu hümayuna gelmiş bulunuyordu. İstanbul’da bulunduğu sırada yeniçeri ağasının evinde kendisine, Yanık kalesi teslim edilirse barış tazelenir ve dostluk şeraiti güçlendirilir, denilmişti.
O zaman bu kendini beğenmiş kerata, görülmemiş bir kibirle “Kaleler kılıçla alınır, boş lafla hiç bir kale ele geçirilmez!” diye yakışıksız karşılıklar vermişti. Bu defa Viyana’ya gelirken yol üzerinde çapulcu Tatarlarla gökte yıldız misali sayışız İslâm askeri tarafından kül yığını haline getirilmiş sağlı sollu kasabaları, köyleri, kale ve palankaları dehşetten açılmış gözleriyle seyredince duyduğu pişmanlıktan yüreği cehennem ateşinin aleviyle kavruldu.
Ağlamaktan gözleri kızardı. Istıraptan göğsüne çiviler saplandı. İçini çekip yakınarak “Eyvah!” diye bağırdı. “Yüz kere eyvah! Yanık gibi bir sürü kale verilseydi.
getirdiler. Ancak sipahi serdengeçtllorl da birlikte gelip tutsakların ellerinden zorla alındığım, sbyloynrtık şikâyette bulundular. O zaman civanmert Sadrazam lütuf ve İhsanını İkiye bölüp her İki tarafa da verdi Tutsaklardan yaralı olanı, sorgusu sırasında gâvurların büyük bir yokluk ve kıtlık sıkıntısı İçinde bulunduklarını söyledi. Bu yaralı tutsak cerraha, ötekisi cellada teslim edildi.
Bundan sonra Sadrazam metrislere gidip kendi gözüyle İncelemek üzere galerilere girdi. Hendek ve tabyaları İyice gözden geçirip orda duran gazilere bol bol altın dağıttı. Arkasından geriye dönüp kendi tabyasında kaldı.
Az önce sözünü ettiğimiz lağım patlatılmasından sonra Zağarcı kolu hendeklere girdiler. Gâvurlar bu hendeklerden kaçıp kendi tabya ve kale metrislerine çekildiler. Ancak metrislerdeki istihkâmlara top yerleştirip aralıksız ateş açtılar. Fakat gâziler, Allahın yardımıyla siperlerini sabaha kadar tahkim edip güçlendirdiler ve bütün gayretleriyle tabyaya karşı adım adım ilerlemeye koyuldular.
Öğle namazından sonra bir casus yakalanıp getirildi. İnkâr yoluna saptığından konuşturulması için Serçeşmeye teslim edildi. Getirilen başka bir tutsak ova halkındandı ve kayda değer hiç bir şey bilmiyordu. O da aynı şekilde Serçeşmeye teslim edildi.
Alman büyükelçisinin yanma dilediği yere kadar eşlik etmek üzere Divan Çavuşu verildi. Büyük Elçi ne mektup ne de sözlü bir haber götürmüyordu. Antısıyla felakete Uğramış Kayzerine anlatması gerekecek.
Batthyarayi’nin Sadrazam için yolladığı yüz araba arpa başka erzak geldi. Aynı anda Stuhlweisenburg sşncak beyinden bir ulak gelip mektup getirdi. Akşamüzeri Zağarcı kolunda^ bir püskürme lağım atılıp oldukça büyük bir alan temizledi. Ancak burda hendeklere girilmedi.
Güneş batımından sonra top, tüfek ve bombalarla zorlu bir savaşa tutuşuldu. Elhamdülillah, bizimkiler sabaha kadar tabyanın yanma dek ilerleyerek oraya bir lağım yerleştirdiler. Macar Kralının güvenilir adamı gelip, Kornom adasındaki bütün gâvurların kaledekiler hariç, kendisine boyun eğmiş olduğu müjdesini getirdi.
10 Ağustos Salı
Sabahleyin bizimkiler tabyanın dibine kadar ilerleyip bir lağım hazırlığına giriştiler. Türkçe metinde bu cümle birkaç kelimenin eksilmesiyle bozulmuş bir haldedir. Bu kelimelerin daha sonra yanlışlıkla atılmış olması da mümkündür. Kont Albrecht Caprara’nın bu önemli elçiliğinin macerası sekreteri Giovanni Benaglia tarafından bilgi yanı çok zengin bir raporda anlatılmaktadır. Çağdaş Osmanlı kaynaklarında büyük Schüttinsel hep bu şekilde ifade edilmektedir.
Adadaki ordugâhlarından gelerek develeri götürmek istemiş olan gâvurlardan iki tanesi yakalanıp Sad-razamın huzuruna getirildi. Sorguya çekildikten sonra Serçeşmeye teslim edildiler.
Sadrazam sabahleyin Zağarcı kolundaki metrislere gitti. Galeri ve lağım açmak hizmetinde gösterdikleri gayretten ötürü yeniçeri ve sipahi serdengeçti ağalarıyla serdengeçtilere hayli altın dağıttı. Bir süre Vezir Abaza Sarı Hüseyin Paşa’nın tabyasında kaldıktan sonra kendi tabyasına döndü.
Hüseyin Paşa cephane ve savaş gereçlerinin bol olmadığından ve hatta günlük ihtiyacı bile karşılamadığından yakınması üzerine Sadrazam uzağı gören bilgeliğiyle şöyle bir karara vardı: “Cebeci Başı Fazlı Ağa yaralanarak hizmet göremez olduğundan devlet malının yönetimi söz konusudur ve o halde bu görevden bir an önce alınması gerekir. Böyle bir hizmetin görüleceği göreve de dürüst ve namuslu bir kimse getirilmelidir.’’ Sadrazamın böyle düşünmesi üzerine silahtar Ağası Abaza Siyavuş Ağa cebeci başlılığına tayin edildi. Kapıcılar Kethüdası Ali Ağa’ya silahtar Ağalığı teklif edildi. Kabul etmedi ve Sadrazamın iyilikseverliğini anlamayıp ayağına gelen kısmeti kaçırdı. Bunun üzerine Haznedar Haşan Ağa derhal Kapıcılar Kethüdalığına tayin edilip kendisine hilat giydirildi.
İkindi namazından sonra sol kolda Ahmed Paşa kolunda bir püskürme lağım patlatıldı, fakat gâvurlara büyük bir zarar vermedi. Yalnız domuz damını çökertti. Böylece de İslâm askerleri üzerinde çok yararlı bir etki yapmış oldu. Silahtar Ağalığı makamı Sadarazamın yakınlarından Dayı Ömer Ağaya verildi.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Cennet ve Cehennem
Şamanlığın ilk devirlerindeki inanışlara göre, yeryüzü hayatı ile yeraltı hayatı arasında fark yoktur. Can vücuttan uçar, yeraltı âlemine gider, yeryüzü hayatı orada devam eder.
Sümer’lere göre; insanlar dünyada ettikleri iyiliklerin karşılığını ve hatalarının da cezalarını yine dünyada görürler. Her şeyin dünyada olduğu, sonsuz hayat ta insanlara verilmediği için, Sümer’ler ancak ömürlerinin uzun olması, rahat geçebilmesi için tanrılara dua ederler. Bununla beraber, insan ölünce ayrılan ruhunun, yeraltı âleminde ceza göreceğine veya rahat edeceğine dâir inançlar da aralarında yok değildi.
Sonraları her iki âlem, arasında ayrılıklar genişlemeğe, büyümeğe başladı. Yeryüzü âleminde kötülük edenlerin, yeraltında cezalarım çekecekleri inançları kuvvetlenmiş, bunun sonu I ^olarak kötüler için (Cehennem) ile, İyiler, yahut günahlarının cezalarını çekmiş olanlar için de (Cennet) diye İki ayrı âlem daha I türemiştir.
Bazı mitolojilerde; ahire t âleminde cennete ve cehenneme giden bir köprü, yahut her ikisi arasında bir geçit bulunur. Günahı I olmayanlar köprüden geçerek cennete, olanlar da köprüden düşerek cehenneme giderler. Mazdaist’lere  göre (cinvat) köprüsü böyledir.
Dante’nin (Divin komedi) sindeki (Îl Purgatorie) de cennetle  cehennem arasında bir geçittir.
Cennetler Ve Süt Gölü Cennetler
Altaylı’larla YAkut’lar’a göre Cennetler Göklerin üçüncü katında dır. Temiz eğlenceler, zevk ve safa namına ne varsa hepsi ‘oradadır. Günahsız, bahtiyar İnsanlar orada rahatlık içindedir. Melekler, periler ise Cennetleri süsleyen zarif varlıklardır. Budist Uygur’lara göre (Tuşita) adındaki Cennetlerde, dünyada ömrünü feragat la geçirmiş insanlar yer alacaktır.  Bununla beraber cennetler Türkleri cehennemler kadar meşgul etmemiştir. Cehennemlerdeki çeşitli azaplar üzerindeki daha çok durmuşlardır.
Süt Gölü
Bu göle (Ak göl) de derler. İnanlara ilk ruh ve ilk hayat da (Süt göl)  ünden alınan damla ile verilir. Yakut’larınTanrıçalarından (Ayzıt) bir çocuk doğacağı zaman tarla, çiçek ve yemiş perilerini alarak lohusanın  yanına gider. (Süt gölü) nden aldığı bir damla sütü çocuğun ağzına damlatır. Bu damla çocuğa verilen ruh olur.
Altaylı’larda bu görevi büyük tanrı Ülgen’in yakınlarından olan (Yayık) yapar. (Yayık) da çocuk doğacağı zaman Ülgen’in emriyle bu göle gider, bir damla alır. O da (Ayzıt) gibi çocuğun •ağzına damlatır.Yine Altaylilara  göre; günahı olan bir kimse, cehennemde yanarak azap gördükten, cezasını tamamladıktan sonra (Yayuci) tarafından alınır, üçüncü kat göğe götürülür. Dünyadaki güzel göller, fâni insanlara nasıl zevk ve eğlence yerleri oluyorsa, cezasını tamamlıyan suçlu, bundan sonra akrabaları ile birlikte (Süt gölü) nde altın sandallarla gezerler, bu gölün kenarındaki sedef kumsallarda oynar ve eğlenirler.
Bazı hayvanlar da dünya üzerine (Süt gülü) nden gelmiştir: Altaylı’lara göre (Pura) adı verilen üç boynuzlu keçiler de (Süt gölü) nden çıkar. Bir inanışa göre de bu (Süt gölü) Kaf dağının altındadır:
Hızır, ölüme çare ararken, yolu buraya düştü. Bu dağdaki (Süt gölü) nde havada uçmak için kanatlı, suda yüzmek için kürekli atların bulunduğunu gördü. Uçan atlardan tutmak istedi, ama tutamadı. O zaman bu göle şarap döktü, içen atlar sarhoş oldu. Hızır bunlardan bir çiftini tuttu. Uçmasınlar diye kanatlarını kırdı. Bunları çiftleştirdi ve cins atlar bunlardan türedi.
Cehennemler
Günahsız insanlar cennetlere gideceği gibi, günahı olanlarda yeraltındaki cehennemlerin azap kuyularında kalarak kaynayan katran kazanlarında yanacak, cezalarını çekeceklerdir. Sümerli’lere göre de yeraltında cehennem tanrıları ve tanrıçaları vardır. Nergal ile karısı Ereşkigal bunların başta gelenlerindendir. Dünyada suç işleyenlerin ceza sürelerini ve şekillerini, hangi  cehennemde ne kadar yanacaklarını kararlaştıran bir de hâkimler heyeti vardır ki bu heyeti; Sabıray, Arah, Toyer, Malahay ve Tarha teşkil eder.
Şamanist Altay Türklerinin inançlarına göre en büyük cehennem (Mangistocirius) adındadır. Bu cehennemi (Matman Kara) adında bir ruh idare eder. Bir başka cehennem daha vardır ki bunun da adı (Tünken Kara Tamu) dur. Bunu da (Matman Karaca) idare eder. Bir de; (Tepten Karateş) adında bir cehennem vardır ki bunu da (Kerey Han) idare ederdi.
Yine Şamanist’lere göre dünyada kötülük yapmış insanların azap çekmek üzere atılacakları cehenneme ve orada kaynıyan katran kazanlarına (Kazırgan) denir.
Budist Uygur’ların (Aviçi) adını verdikleri cehennem de böyledir. Altaylı’ların kötülük tanrısı Erlik Han ise, doğan bir çocuğun günahlarını yazdırmak için bir körmös gönderir. Büyük tann Ülgen de buna karşılık Yayucı’yı gönderir. O, çocuğun sağında, Körmös te solundadır. Bunlar çocuk büyüyüp te ölünceye kadar yamndan ayrılmaz. Ölünce Körmös onun ruhunu kapar, yerin altına götürerek (Kazırgan) a atar. (Kazırgan) daki kazanlarda katranlarla birlikte kaynar. Körmös, Erlik Han’ın huzuzurunda, götürdüğü ruhun günahlarını ispat ederse o ruh kazanlarda kalır. Yayuçi da beraber oraya gelmiştir. O da bu ruhun sevaplarını sayar. Eğer sevap günahtan çoksa ruh oradan kurtulur. Günahı fazla ise derecesine göre yanar. Sonra yukarı doğru ru çıkmaya başlar. O ruhun üçüncü kat gökte bulunan akrabası şefaat ederek Yayuçi’yi sıkıştırırlar. Yayuçi ruhun günahı kadar yanmasını bekler. Çünkü ruhun başı katran kazanındadır. Günahı kadar yanınca başı dışarı çıkar. O vakit Yayuçi ruhun tepesindeki saçtan tutup onu kazandan çıkarır ve ruhu üçüncü kat göke götürür. Oradaki akrabaları ile buluşturur. Süt gölünde hoş vakit geçirir.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Eski Yunan Mitoloji Kahramanlarından Theseus’un Hayatı
Theseus’un bir çok üstün davranışları vardır. Kimsenin yanına almak istemediği yaşlı Oidipus’a o güleryüz gösterdi. Oidipus öldüğü zaman da yanında bulunuyordu; onun kızlarını korudu, sağ salim, ülkelerine gönderdi. Herakles, çıldırıp da karısını öldürdüğü zaman herkes kaçışmıştı. Ünlü kahramanın kendi kendini öldürmesine Theseus engel oldu. Böyle bir şey yapmanın korkaklık sayılacağını söyledi, onu Atina’ya götürdü.
Devlet işleri, Theseus’un serüvenden serüvene atılmasına engel olmuyordu. Bir ara Amazonların ülkesine gitti Theseus, oradan kaçırdığı Antiope ile evlendi. Bazıları, bu yolculukta Herakles’in Theseus’a arkadaşlık ettiğini, kaçırılan Amazonun adının da Antiope değil Hıppolyte olduğunu söylerler.
Karısından Hippolytos adında bir oğlu oldu Theseus’un. Mutluluk içinde yaşayıp gidiyorlardı ki, Antiope’yi geri – almak isteyen Amazonların saldırısına uğradılar. Ama Theseus, onların da hakkından geldi. Attika’yı düşmanlardan bütün bütüne temizledi. Kendisi ölünceye kadar artık hiçbir düşman ayak basmadı o topraklara.
Ülkesine düşmanların gelmediğini gören Theseus, serüven aramak için uzak ülkelere gitti. Altın Post’u ele geçirmeye çalışsın denizcilerin, Argonaut’Iann arasına katıldı. Kalydon kıralı ülkesini çorak bir ülkeye çeviren, ekinleri mahveden yaban domuzunu öldürmek için yardım isteyince Kalydon Avı’nda yer aldı. Avda, arkadaşı Peirithoos’un hayatını kurtardı birkaç kere.
Peirithoos ötedenberi arkadaşıydı Theseus’un tik görüşte birbirlerini sevmişlerdi. Daha aralarında hiçbir ilgi yokken Peirithoos, gidip Theseus’un sürülerini çalmıştı; Ünlü kahramanın ardından geldiğini duyunca dönüp onunla karşılaşmak, boy ölçüşmek istemişti. Ama boy ölçüşmek bir yana, elini bile kaldıramadı Theseus’u görünce, öyle üstün, öyle yiğitçe bir duruşu vardı ki Theseus’un, Peirithoos “Sana kötülük etmek elimden gelmez.” dedi, “suçumu biliyorum. Sen yargıç ol. Vereceğin cezayı şimdiden kabul ediyorum.”
Theseus da ona bir yakınlık duymuştu. “Benim arkadaşım ol, başka bir şey istemem,” dedi. Böylece aralarında kopmaz bir arkadaşlık bağı kuruldu. Lapithler kıralı olan Feiçithoos’un düğününde konuklar arasında Theseus da vardı. Arkadaşlığım düğünde de gösterdi. İçkiden başlan dönüp de sarhoş olan Kentaurlar, gelini kaçırmak isteyince hemen kılıcına davrandı Theseus. Büyük bir kavga çıktı; sonunda Lapithler, Kentaurların hepsini ülkelerinden sürdüler.
Peirithoos’un karısı bir süre sonra ölünce Lapithler kralı yeniden evlenmek istedi. Bu kere kendisine karı olarak Persephone’yi almayı düşünüyordu. Theseus, arkadaşına yardım edeceğine söz verdi, verdi ama, önce kendisi için o zamanlar daha çocuk olan Helena’yı kaçırmak istediğini söyledi.
İki arkadaş bir olup Helena’yı kaçırdılar; ama çocukcağızın iki ağabeyi, Kastor ile Polydeukes; kardeşlerini bulup geri aldılar. Theseus’u yakalayıp öç almak için her yanı aradılar taradılar, ama bulamadılar. Atmalı kahraman, Peirithoos’la birlikte yeraltına inmişti çünkü.
Hades’in tanrısı, onların yeraltına niçin indiklerini biliyordu. Yine de güler yüzle karşıladı iki arkadaşı; yer gösterip oturttu, Theseus da, Peirithoos da oturdukları yerden bir daha kalkamadılar, ölüler tanrısı bir oyun oynamıştı, onlara; ikisini de unutkanlık Iskemlesi’ne oturtmuştu. O iskemleye kim oturursa otursun, her şeyi unutur, öylece kalakalırdı. Theseus da, Peirithoos da kim olduklarını, yeraltına neden indiklerini bilmiyorlardı artık.
Bir süre sonra Herakles, yeraltına indiği zaman, Theseus’u bu durumdan kurtardı. İskemlesinden kaldırdı Atinalı kahramanı yeryüzüne çıkardı. Ama ne kadar uğraştıysa Peirithoos’u kaldıramadı, ölüler tanrısı, Persephone’yi asıl kaçırmak isteyenin kim olduğunu biliyordu; bu yüzden de Peirithoos’u Unutkanlık Iskemlesi’ne sıkı sıkıya bağlamıştı.
Hayatının son yıllarında Theseus, Adriane’nin kızkardeşi Phaidra ile evlendi: Bu evliliğin nelere mal olacağını bilseydi herhalde Phaidra’nın yüzünü bile görmek istemezdi.
Amazon Antiope’den Hippolytos adlı bir oğlu olmuştu Theseus’un, Attika kralı, oğlunu küçük yaşta kendi büyüdüğü şehre göndermiş, onun orada büyümesini istemişti. Yıllar geçmiş Hippolytos son derece yakışıklı bir delikanlı oluvermişti. Onun kadar usta avcı, onun kadar hızlı koşucu hiçbir yerde bulunmazdı. Yalnız bir kusuru vardı delikanlının: Aşka inanmaz, bu yüzden Aphrodite’ye saygı göstermezdi. Tanrıçalardan sadece Artemis’i sayardı.
Bir gün Theseus, yanına karısı Phaidra’yı alıp oğlunu görmeye gitti. Görür görmez de kanı kaynadı Hippolytos’a. Baba-oğul birbirlerini öyle’ sevdiler ki, hiç ayrılmaz oldular. Phaidra, Hippolytos’un gözüne bile çarpmamıştı. Ama Aşk tanrıçası Aphrodite yapacağını yapımş Phaidra’yı Hippolytos’a âşık edivermişti.
Phaidra, kimseye açmadığı bu utanç verici aşk yüzünden kendini öldürmeyi kararlaştırdı. Yalnız yaşlı dadısı biliyordu onun kafasından geçenleri hemen Hippolytos’a koştu. “Delikanlı’ dedi, “Phaidra senin yüzünden ölecek. Seni seviyor. Hayat ver ona. Onu sev, belki kurtulur.”
Bu sözleri duymak bile istemedi Hippolytos. Aşk denen şeyden tiksinirdi zaten. Üstelik bir de işin içinde öz babasının karısı olunca… Kulaklarını tıkayarak bahçeye fırladı. Yaşlı dadı peşini bırakmıyordu onun. İkisi de bahçede Phaidra’nın oturduğunu görmemişlerdi bile.
“Yazıklar olsun sana,” dedi Hippolytos, “babamı kandırayım istiyorsun, ha? Zaten bütün kadınlar böyledir. Hepsi de aşağılıktır. Babam olmadan bu eve adımımı bile atmam, bir daha.”
O sırada Theseus evde yoktu. Delikanlı da fırlayıp gitti bahçeden. Yaşlı dadı onun arkasından koşmak isterken Phaidra’yla yüzyüze geldi, öyle korkutucu bir bakış vardı ki Phaidra’nın gözlerinde, dadı: “Üzülmeyin,” dedi, “ben size yardım ederim.”
“Hayır,” dedi Phaidra, “îstemem.” Sonra eve girdi.
Birkaç dakika sonra Theseus bahçeye geldi. Bahçede ağlaşan kadınlar karşıladı kendisini. Yaşlı gözlerle Phaidra’nın ölümünü bildirdiler ona. Phaidra ölmeden önce bir mektup bırakmıştı kocasına.
Mektubu okuduktan sonra kan bürüdü Theseus’un yüreğini. Oradakilere dönerek, “Duyun,” dedi, “siz de duyun. Kendi öz oğlum, Hippolytos, benim karıma el uzatmış. Onun gövdesini, onun adını lekelemiş. Sen de duy, Poseidon, bütün, lâ-etini onun üstüne yağdır.”
Sözlerini kesmek zorunda kaldı, çünkü Hippolytos çığlıkları duymuş, bahçeye gelmişti.
“Ne var, ne oldu baba?” diye sordu. “Phaidra neden ölmüş. Benden bir şey saklamayın. Her şeyi açık açık ben de bileyim.”
“Benim kanma saldırırsın ha?” diye haykırdı Theseus. “Defol git! Seni bu ülkeden sürüyorum! Bir daha gözüme görünme!”
“Baba,” dedi Hippolytos, “konuşmakta pek öyle usta değilimdir. Phaidra’ya elimi bile sürmedim. Doğru, tanık gösteremem. Tek tanıkta öldü şimdi. Ama Zeus’un üstüne yemin ederim ki, yanına bile yaklaşmadım karınızın.”
“Ölüler yalan, söylemez,” dedi Theseus. ‘‘Artık sürüldün Defol!”
Hippoîytos arabasına atlayarak oradan uzaklaştı. Yakınlarda bir deniz kıyısından geçiyordu ki Poseidon, Theseus’un dileğini yerine getirdi. Koca bir canavar fırladı dalgalar arasından. Hippolytos’un atları ürkerek gemi azıya aldılar. Arabadan düşen suçsuz delikanlı parçalanarak yaralandı.
Karısının bıraktığı mektuba rağmen Theseus’un içi rahat değildi. Hele Artemis gelip de ona gerçeği söyleyince ne yapacağım şaşırdı.
“Yardım, etmeye gelmedim sana, acı vermeye geldim, Oğlunun suçsuzluğunu anlatmak için geldim. Karın çılgınlar gibi tutkundu Hippotytos’a, Tutkusuyla savaşıp öldürdü kendini, Yazdığı satırların hepsi yalandı.”
Bunları duydukça ne diyeceğini bilemiyordu Theseus. O sırada içeriye can çekişen oğlunu getirdiler, Hippoiytos, “Ben suçsuzdum, Artemis,” dedi. “Bak artık en usta avcılarından biri ölüyor.”
“Senin yerini kimse tutamayacak,” dedi Artemis. Delikanlı, Theseus’a çevirdi gözlerini: “Baba” dedi, “bu işte sizin de suçunuz yok.”
“Senin yerine ben ölseydim keşke,” diye bağırdı Theseus. Tanrıçanın sesi, onların üzüntüsünü bir parça olsun yatırdı: “Oğlunu kollarına al, Theseus, Onu öldüren sen değilsin. Aphrodite öldürdü onu. Ama şunu bil, oğlunun adı hiç unutulmayacak. Yıllar yılı şiirlerde, şarkılarda hep anlatılacak Hippoîytos.” Sonra ortadan kayboldu. O anda Hippolytos’un canı da uçup gitti. Delikanlı, Hades yokuşunu inmeye başlamıştı artık.
Aradan birkaç yıl geçti Theseus, arkadaşı Skyros kralı Lykomedes’in sarayına gitti. Bir süre orada kaldıktan sonra Lykomedes tarafından öldürüldü. Theseus’un neden Skyros’a gittiği, orada neden öldürüldüğü pek bilinmiyor. Ölümünden sonra, Theseus için koca bir mezar yaptı Atinalılar. Mezar, yıllarca tutsakların, yoksulların sığınağı olarak kullanıldı.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatmasından Birkaç Günün Derlemesi
25 Ağustos Çarşamba
Bu gece, gâvurlar güneş batımından sonra Ahmed Paşa koluna karşı baskına kalktılar. Fakat Allah’ın yardımı sayesinde İslam askeri uyanık durumda bulunduğundan hiç bir zarar veremediler ve tersyüzü edip domuz damı denilen deliklerine domuzlar gibi kaçtılar.
Öğleden önce Sadrazam metrislere gitti. Hüseyin Paşa, Deli Bekir Paşa, Kethüda Bey Yusuf Ağa, Yeniçeri Ağası Rodoslu Mustafa Paşa iie diğer ordu kumandanlarını tabyasına çağırttı. Her birini uygun biçimde, fakat sertçe uyarıp, canlarını mallarını hak dini uğruna harcamalarını, başlamış olan hareketin başarıya ulaşması İçin bütün güçlerini kullanmalarını etkileyici şekilde emretti. Sonra da ileri hatlardaki tabyasına gitti.
Sadrazam, Eğri Vilâyetini Kethüda Ahmed Paşa’ya ve Maraş vilâyetini Ömer Paşa’ya verdi. Her ikisine de huzurunda en yüksek dereceden hilat giydirildi.
Öğleden sonra sol kanattaki Vezir Ahmed Paşa kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Arkasından tutuşan kavga ve döğüş alevi yarım saatten fazla sürdü. ‘Bir ara savaş son bulmayacakmış gibi göründü ve görülmemiş şiddetle dövüşüldü. Serdengeçtiler ağasına orta derecede hilat giydirildi.
Ömer Paşa, Harmûş Mehmed Paşa ve Saruhan Sancak Beyi Şeyhoğlu Ahmed Paşa’ylâ daha bazı sancak beyleri koruma görevi verilerek Tatar Hanına gönderildi.
Geceleyin gâvur ordusundan gelme iki tutsakla, püskürme lağım patlatılmış olan yerde tutulmuş başka bir tutsak Sadrazamın huzuruna getirildi.
26 Ağustos Perşembe
Kuşluk vakti yeniçeri kolunda bir lağım patlatılıp arkasından yarım saat kadar zorlu savaş yapıldı. Zağarcı kolunda hendeğin içine doğru on adım daha ilerlendi. Öğleye doğru Afyonkarahisar Sancağı, Sadrazamın ağalarından Erzurumlu Ömer Ağa’ya verildi ve ‘kendisine yüksek dereceden bir hilat giydirildi.
Güneş batınımdan sonra Rumeli kolunda bir püskürme lağım atılıp gâvurların domuz damının büyük bir kısmı çökertildi. Bu yerin sabaha kadar bütünüyle ele geçirilmesi emredildi ve bu işi yürütmek üzere ö-zel olarak bir ağa görevlendirildi.
27 Ağustos Cuma
RUMELİ kolunda ölümü hiçe sayan kahramanlar, serdengeçtilerin önünde dikili duran kirpi engelleri sabah erkenden hayli gayret göstererek kementle kendilerine çektiler ve Sadrazamın huzuruna getirdiler. Kendilerine zengin armağanlar verildi.
Eğri ve Varat timariı sipahilerine buyruk yazılıp, Kethüda Ahmed Paşa’nın kethüdasıyla birlikte Macar Kiralına gitmekle görevlendirildiler. Buyrukta eksiksiz toplanmaları, Kıralla birlikte yola çıkıp Eğri Beylerbeyi Ahmed Pşa ve Varat Beylerbeyi Mehmed Paşa’yla birleştikten sonra ırmak yukarı ilerleyip öte yakada ordugâh kurmaları bildiriliyordu.
Geceleyin gâvurların bir lağımı keşfedildi. Öğleden önce gâvurlar Zağarcıbaşı koluna saldırdılar. Yarım saat süren zorlu bir savaştan sonra geri püskürtüldüler. Altı kelle ele geçirildi.
Uyvar Beylerbeyi Hocazade Haşan Paşa ordugâha geldi ve kendisine yeni Rumeli Beylerbeyi olarak Sadrazamın huzurunda törenle en yüksek dereceden hilat giydirildi. Rumeli Beylerbeyi olan Şeyhoğlu Ali Paşa’ya ise Uyvar vilâyeti verildi ve kendisine en yüksek dereceden hilat giydirildi. Haşan Paşa metrislere gitme buyruğu aldı.
İkindi üzeri Rumeli kolunda serdengeçtilerin bulunduğu yerde bir lağım patlatıldı. Bir sürü gâvuru havaya savurup birçoğunu da öldürdü. Şimdiye kadar hiç bir lağım bu derece etkili patlatılmamıştı. Arkasından da serdengeçtiler hemen hücuma kalktılar. Yarım saat süreyle gâvurla kavgaya tutuştular. Kelle ve tutsak ele geçirdiler. Bu lağımı hazırlamış olan askerler Sadrazamdan armağanlar aldılar.
Bu savaşta cebeciler kethüdası şehit düştüğünden, eski cebeci başı Fazlı Ağa’nın oğlu kethüda tayin edildi. Kendisine orta dereceden hilat giydirildi.
Çorum Sancakbeyi üç tutsak getirdi ve kendisine Sadrazamın huzurunda orta dereceden hilat giydirildi. Öte yandan akşama doğru Şeyhoğlu Ahmed Paşa tarafından dört tutsak gönderildi. Bunları getiren paşanın kapıcılar kethüdasına orta dereceden bir hilat giydirildi.
Bu gece gâvurlar kaleden otuz tane fişek attılar.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Troyadan Efsanelerle Yer Altına İniş
Kartaca’dari Heaperla’nın batısına olan yolculuk kolay geçti. Yalnız İçlerinden Palinoros boğularak öldü.
Bakıcı Heienos, Aineias’a. “Hesperia’ya ayak basar basmaz Kyme’li Sibylle’yi bul. Akıllı bir kadındır. Sana geleceği söyler,” demişti. Troia’lı kahraman, Helenos’un dediği gibi yaptı. Karaya ayak basar basmaz gidip Sibylle’yi buldu. Sibylle, “Geleceği öğrenmek için yeraltına inmen gerekiyor,” dedi. “Orada, atlattığınız büyük fırtınadan önce ölen baban Ankhises’in ruhunu bulacaksın. O, sana öğrenmek İstediğin şeyleri söyler.”
Ankhises’in oğlu, Trolalı kolaydır Avemus gölünden inmek, Gece gündüz açık durur kapılan Hades’in, Ama çıkmak için yeryüzüne yeniden. Başına neler gelir, bilemezsin.
Aineias İsterse, Sibylle onunla birlikte Hades’e inecekti. Ama daha önce Troia’lının altın bir dal bulması gerekiyordu; o olmadan yeraltına giremezlerdi.
Ankhises’in oğlu, babasının ruhuyla konuşabilmek için her şeyi yapmaya razıydı. Yanına arkadaşı. Akhates’i alarak altın dalı bulmaya çıktı. Bir süre umutsuzluk içinde dolaştılar. Derken Aphrodite’nin kumrularından ikisi belirdi önlerinde. Troia’lılan arkalarından sürükleyerek küçük bir koruya götürdüler. Korudaki ağaçlardan biri altın gibi parıldıyordu uzaktan, Aineias ile arkadaşı, yaklaşınca dalların som altından olduğunu gördüler. Birini koparıp hemen Sibylle’nin yanma döndü Aineias. Korkunç yolculuğu bir an önce yapıp bitirmek istiyordu.
Başka kahramanlar da Hades’e inmişti. Odysseus, hortlakları görünce biraz ürpermişti; ama Herakles’in, Orpheua’un, Polluks’un kılları bile kıpırdamamıştı. Psykhe bile inmişti yeraltına. Geri dönenlerin anlattıklarına bakılırsa, Hades pek öyle sanıldığı kadar korkunç bir yer değildi.
Ama bir kere de Aineias’a sormalı. Troialı kahramanın bacakları korkudan birbirine dolaştı. Akla gelebilecek ne kadar tehlike, ne kadar garip yaratık varsa hepsi Hades’te toplanmıştı. Neyse, hiçbiri Aineias’a bir şey yapmadı.
Kısa sayılmayacak bir yolculuktan sonra Akheron’un Kokytos’la birleştiği yere vardılar. Kıyıda binlerce ölü bekliyordu. Hep bir ağızdan, kayıkçı Kharon’a yalvarıyor, kendilerini karşıya geçirmesini söylüyorlardı. Kharon, içlerinden bazılarını alıyordu kayığına; bazılarını da kıyıda bırakıyordu. Kıyıda kalanlar, gerektiği gibi gömülmeyenlerdi. Hades’e girmeden önce tam yüz yıl acı içinde dolaşıp durmaları gerekiyordu.
Kharon, az kalsın iki canlıyı da kayığına almayacaktı. “Ben yalnız ölüleri geçiririm karşıya, dirileri değil.” dedi. Ama altın dalı görünce kayığıyla onları karşı kıyıya, Hades’e götürdü. Orada üç başlı, ejder kuyruklu köpek çıktı karşılarına. Sibylle, Psykhe’nin yapmış olduğu şeyi yaparak Kerberos’a yemek verdi. Üç başlı canavar da Aineias ile kılavuzuna dokunmadı.
İki ölümlü, Tas Tarlalarına varmışlardı artık. Orada, aşk yüzünden kendilerini öldürmüş insanlar oturuyordu. Aineias, ölüler arasında Dido’yu gördü. Hemen yanma koştu onun; ağlayarak, “İsteyerek bırakmadım seni, Zeus’un buyruğuyla bıraktım,” dedi. Dido, mermer bir heykel kadar sessizdi. Ağzını açıp tek kelime söylemedi eski sevgilisine.
Yas Tarlaları’nda pek kalamadılar. Yapılacak İşleri vardı daha. Bir süre yürüdükten sonra iniltiler, çığlıklar, haykırışlar geliyordu. Aineias’ın korktuğunu gören Sibylle, “Korkma.” dedi, “elindeki dalı ver bana.” Altın dalı alıp yolun başlangıcındaki duvara astı. Artık kimse bir şey yapamazdı kendilerine. “Bu yolun sonunda Rhadamanthys vardır,” dedi Sibylle. “Yaşarken kötülük yapmış olan ölüleri yargılar. Sağdaki yol ise Elysion kırlarına gider. Orada oturanlar, iyi kişilerdir. Biz oraya gideceğiz. Baban, Elysion kırlarında..”
Ankhises’i bulmak zor olmadı. Baba-oğul kucaklaşıp öpüştüler, geçmiş günleri konuştular. Aineias, “Buraya senden geleceği, öğrenmek için geldim,” dedi babasına. “öyleyse Lethe’ye gidelim,’’ dedi Ankhises. Sonra oğlunu Unutuluş ırmağının kıyılarına götürdü önce ırmağın suyundan içirdi Aineias’a, sonra, “Geleceğin çok parlak dedi, yeni bir şehir kuracaksın. Bu şehir, zamanla büyük bir ülke olacak. Bütün düşmanlarını yenip arkadaşlarını başarıya ulaştıracaksın, öldükten sonra yeryüzünde saygıyla anılacak adın…”
Oğluna, ileride ne yapması gerektiğini söyledi; ırmağın sularında neler gördüğünü anlattı. Ayrılma zamanı gelince, baba-oğul sevinçle kucaklaştılar. Simdi ayrılacaklardı, ama ne çıkar. Bir süre sonra Elysion kırlarında birbirlerine kavuşacaklardı ya. Aineias, Sibylle’yle yeryüzüne çıktı yine. Hemen gidip arkadaşlarını buldu. Ertesi sabah, yelken açıp yeni ülkelerini aramaya başladılar.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Mitoloji Soyları Thebai Soyundan Oidipus
Kadmos’un üçüncü göbekten torunu olan Thebai kralı Laios, akrabalarından İokaste ile evliydi. Onların egemenliği süresince, Apollon’un Delphoi’deki tapmağı büyük bir önem kazanmıştı. Doğruluk tanrısıydı Apollon, bakıcılarının her dediği çıkardı. Ama kral Laios, kendisinin bir gün oğlu tarafından öldürüleceğini öğrenince, kadere meydan okumaya karar verdi. Yeni doğan çocuğunu, ayaklarını sıkı sıkı bağlattıktan sonra, ölmesi için ıssız bir tepeye bıraktı. Artık korkmuyordu, geleceği tanrılardan daha iyi bildiğine inanıyordu. Neyse ki, sersemliği yüzüne vurulmadı. Kendisine saldıran adamın bir yabancı olduğunu sandı. Ne bilsin Apollon’un doğru söylediğini?
Can verdiği zaman evinden uzaklardaydı Laios. Yanındaki nöbetçilerle birlikte, haydutlar tarafından öldürüldüğü haberi saraya ulaştırıldı. Pek üstünde durulmadı bu olayın. Thebai o günlerde büyük bir tehlike içindeydi. Gövdesi, uçan bir aslanın gövdesine benziyen, kadın göğüslü, kadın yüzlü Sphinks adlı korkunç bir canavar, ortalığı kasıp kavuruyordu. Şehre giden bütün yollan tutmuştu. Elene her geçirdiğine bir bilmece soruyor, bilirse bırakacağını söylüyordu. Ama kimse bilemiyordu bilmeceyi. Korkunç yaratık, sayısız insanı silip süpürdü, şehri öyle bir kuşattı ki, kimse dışarı çıkamaz oldu; açlık baş gösterdi. Thebai’nin yedi büyük yapısı, şehirlilerin üstüne kapandı.
İşler bu durumdayken yiğit, akıllı bir yabancı geldi şehre; adı Oidipus’du. Ülkesi Korinthos’u, babası kral Polybosü bırakıp buralara kadar gelmişti. Apollonün bakıcısı, bir gün kendi babasını öldüreceğini söylemişti ona. O da kral Laios gibi kadere karşı koymak istemiş, bir daha görmemecesine ayrılmıştı Polybos’tan. Tek başına dolaşırken yolu Thebai’ye düşmüş, olanları duymuştu. Yersiz yurtsuz, arkadaşı olmayan bir adamdı. Sphinks’in sırrını çözmeyi aklına koydu. Canavarın bulunduğu yere gitti.
“Söyle bakalım/’ dedi Sphinks, “sabahleyin dört, öğleyin iki, akşamleyin de üçayaklı olan yaratık kimdir?”
Oidipus, “însan,” diye karşılık verdi. “Çocukken elleriyle, ayaklarıyla emekler; büyüdüğü zaman dimdik yürür; ihtiyarlayınca da bir değneğe dayanır.”
Cevap doğruydu. Sphinks dayanamayarak kendini öldürdü. Neden öldürdüğü bir türlü anlaşılamadı; ama öldürmüştü ya… Thebai’liler, kurtarıcılarını kıral yapıp eski kralları Laios’un karısı Iokaste ile evlendirdiler. Galiba Apollon yanılmıştı bu kere.
Kralla kraliçenin iki oğlu büyüyüp de birer delikanlı oldukları zaman, Thebai veba salgınına uğradı. Kıtlık da baş-gösterdl üstelik. Hastalıktan kurtulanlar, açlığın pençesine düşüyorlardı. Oidipus herkesten çok üzülüyordu bu duruma. O, kendini halkın babası gibi görüyordu. Bütün bu ölenler onun çocuklarıydı. Iokaste’nin kardeşi Kreon’u Delphoi’ye yolladı; tanrıdan yardım dilemesini söyledi ona.
Kreon iyi haberlerle döndü. Vebanın bir şartla duracağını söylemişti Apollon: kral Laios’u öldürenler cezalandırılmalıydı.
Aradan çok zaman geçmişti; yine de suçlular bulunabilirdi. Oidipus öyle sevindi ki, Kreon’un getirdiği haberi herkese duyurdu. Bu meseleyi çözmekte kararlıydı. Thebai’nin en saygıdeğer kişilerinden, ihtiyar, kör bakıcı Teiresias’a haber saldı. Suçluları o bulabilir miydi acaba? “Tanrıların aşkı için,” diye yalvardı Oidipus, “eğer biliyorsan söyle.” “Sersemler,” dedi Teiresias; “hepiniz sersemsiniz. Cevap vermeyeceğim.” Ama Oidipus onun da bu cinayette parmağı olduğunu, bu yüzden konuşmadığını söyleyecek kadar ileri gidince, bakıcı büyük bir öfkeye kapıldı, söylemek istemediği sözler ağır ağır döküldü dudaklarından
“Aradığın suçlu kendinsin.”
Oidipus, ihtiyarın çıldırdığını sanıp onu kovdu, gözüne görünmemesini buyurdu bir daha.
Iokaste de inanmamıştı bu sözlere. “Bakıcılar öyle her şeyi bilmezler,” dedi.
Sonra kocasına, Delphoi’deki bakıcının dediklerini anlattı buna engel olmak için kendi çocuklarını nasıl öldürttüklerinden söz açtı. “Zaten Laios’u, Delphoi’ye giden üç yolun birleştiği yerde haydutlar öldürmüştü,” dedi.
Oidipus, tuhaf bir bakışla süzdü karısını. Yavaşça, “Ne zaman oldu bu?” diye sordu.
“Sen Thebai’ye gelmeden az önce,” dedi Iokaste.
‘“Kaç kişi vardı kiralın yanında?”
“Hepsi beş kişiydiler, öldürüldüler. İçlerinden yalnız birisi, sağ.”
“O adamla konuşmalıyım,” dedi Oidipus. “Söyle, çağırsınlar.”
“Çağırtayım,” dedi Iokaste; “yalnız aklından neler geçiyor, bilmek istiyorum.”
“öğreneceksin,” diye mırıldandı Oidipus. “Buraya gelme den önce, birisi, Polybos’un öz oğlu olmadığımı söylemişti bana. Ben de Delphoîe’ye gittim. Tanrı bu konuda konuşmadı. Yalnız korkunç şeyler söyledi… Babamı öldüreceğimi, annemle evleneceğimi, herkesin yüzlerine bile bakmaktan çekineceği çocuklarım olacağım söyledi. Korinthos’a dönmedim bir daha. Delphoi’den ayrılırken, üç yolun kavuştuğu yerde karşıma bir adam çıktı. Yanında da dört nöbetçi vardı. Beni yolumdan çevirmeye çalıştı, başıma elindeki değnekle vurdu. Ben de kızıp onları öldürdüm. Sakın o adam Laios olmasın?”
“Ama sağ kalan nöbetçi, ‘Karşımıza haydutlar çıktı,* demişti.
Onlar böyle konuşurlarken, Apollon’un yanılabileceği iyice anlaşıldı. Korinthos’dan gelen bir haberci, Polybos’un öldüğünü haber verdi Oidipus’a.
“İşte,” diye haykırdı Iokaste, “tanrının söyledikleri yanlış değilmiş de neymiş? Adamcağızı oğlu öldürmedi ki”
Haberci bilgiç bilgiç gülümseyerek, “Ey kral,” dedi, “sen babanı öldürürsün diye mi kaçtın Korinthos’dan? Öyleyse yanılmışsın. Korkacak bir şey yoktu. Polybos’un öz oğlu değildin ki sen. O, kendi oğlu gibi sevdi seni, büyüttü; ama seni ona ben vermiştim.”
“Nerede bulmuştun beni?’’ diye sordu Oidipus. “Annemle babam kim?”
“Bilmiyorum,” diye cevap verdi haberci, “bir çoban vermişti seni bana. Laios’un uşaklarından biri.”
Iokaste bembeyaz olmuştu. “Bu adamın söylediklerine ne bakıyorsun?” diye bağırdı. “Ne önemi var dediklerinin?’’
Sesi öyle öfkeliydi ki, Oidipus onun ne demek istediğini anlayamadı. “Babamla annemin kim olduklarının önemi yok mu?” diye sordu.
“Tanrılar aşkı için sus artık,” dedi kraliçe, “çektiğim yeter.” Sonra hıçkırarak saraya doğru koştu.
O sırada ihtiyar bir adam geldi Oidipus’un yanma. İhtiyarla haberci garip bakışlarla birbirlerini süzdüler. “İşte bu adam, kıralım” diye haykırdı haberci. “Seni bana veren çoban bu.”
Oidipus, “Ya sen bu adamı tanıyor musun?” diye sordu ihtiyara.
İhtiyar karşılık vermedi; ama haberci durmadan üsteliyordu. “Nasıl hatırlamazsın?” diyordu. “Hani bir çocuk vermiştin bana. O çocuk bu kral işte.”’
  “Lanet olsun,” diye mırıldandı ihtiyar. “Sus artık.”
Oidipus kızmıştı. “Ne?” dedi, “öğrenmek istediğim şeyi benden gizlemek için onunla işbirliği yapıyorsun, ha? Ben seni konuşturmasını bilirim.”
“N’olur bir şey yapmayın bana,” diye inledi ihtiyar. “Evet, seni ona ben verdim; ama tanrılar aşkı için başka soru sormayın.”
“Beni nerede buldun diyorum, sana!”
İhtiyar, “Karma sor,” diye haykırdı. “O anlatsın.”
“Beni sana o mu verdi?” dedi Oidipus.
“Evet, evet,” diye inledi ihtiyar. “Seni öldürmemi söylemişlerdi. Bakıcılara göre…”
“Babamı, öldüreceğimi mi söylemiş bakıcılar?”
İhtiyar, “Evet,” diye söylendi,, “öyle demişler.”
Acı bir çığlık attı kral. Sonunda gerçeği anlamıştı. “Hepsi doğruymuş! Aydınlığım karanlığa dönecek şimdi. Lânetlendim!”
Babasını öldürmüş, öz annesiyle evlenmişti bir kere. Ne kendisi, ne karısı, ne de çocukları için hiç umut kalmamıştı. Hepsi lânetlenmişlerdi.
Sarayda deli gibi annesini aradı Oidipus. Odasında buldu onu. Gerçeği anlayınca Iokaste, kendini öldürmüştü. Onun yanında durdu Oidipus, aydınlığını karanlığa çevirdi: kendi elleriyle gözlerini çıkardı. Körlüğün kara dünyası, sığınabileceği bir yerdi hiç olmazsa. Bir zamanlar o kadar parlak olan dünyayı utanç dolu gözleriyle görmeyecekti artık.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Marpessa, Marsyas, Melampus, Merope ve Myrmidon’lar
Marpessa
Kalydon avıyla Altın Post yolculuğuna katılan kahramanlardan Idas, Marpessa’ya tutuldu. Babasının iznini alarak onunla evlendi. İki genç mutluluk içinde yaşayıp gidiyorlardı ki Apollon da gördü Marpessa’yı, içten içe sevmeye başla? dı. Bu yüzden tanrıyla kadının kocası arasında tartışma çıktı. Apollon, Marpessa’yı istiyor, Idas da karısını vermiyordu. Nerdcyse kavga bile edeceklerdi. Araya Zeus girip Marpessa’ya ikisinden birini seçmesini söyledi. Tanrıların uçarılığını herkes bilir. Marpessa’da biliyordu tabiî. “Bir gün Apollon beni bırakıp gider,” diye korktu, koca olarak Idas’ı seçti.
Marsyas
İlk flüt çalan kişi Athena’ydı. Önceleri bu çalgıdan hoşlanıyordu tanrıça; ama sonraları, flütü üflerken aklannın şişip yüzünün çirkinleştiğini anladı. Kaldırıp attı çalgısını, Satyr’lerden Marsyas yolda giderken onu buldu, alıp Çalmaya başladı. Çaldıkça keyiflendi, çaldıkça ustalaştı. Kendine güveni artınca Apollon’u yarışmaya çağırdı. Yarışmayı tanrı kazandı tabiî, ceza olarak da Marsyas’ın derisini yüzdü.
Melampus
Bir gün Melampus’un uşakları iki yılanı öldürdüler. Yavrularım da öldüreceklerdi ki Melampus onları kurtardı.
Aradan zaman geçti. Melampus bir gece uyurken kulaklarının yalandığını duydu. Korkuyla uyandı. Uyanır uyanmaz pencerede duran iki kuşun konuştuklarını duydu, hayvanlar ile söyledilerse hepsini anladı. İki yavru yılan, onun kulağını yalamış, hayvan konuşmalarını ahlamasını sağlamışlardı.
Bu olaydan sonra ünlü bir bakıcı olup çıktı Melampus. Geleceği söyleyerek birçok kişinin canım, hatta kendi canını’: bile kurtardı. Düşmanları onu yakalayıp bir odaya kapamışlardı. Melampus, odada yatarken iki solucanın konuştuklarını duydu, Solucanlardan biri, tavanı tutan kirişlerin çürüdüğünü, odanın neredeyse yerle bir olacağını söylüyordu. Melampus, düşmanlarını çağırdı hemen, “Birazdan tavan çökecek, beni başka bir yere götürün,” dedi. Düşmanları onu odadan çıkardıktan sonra tavan çöktü. Melampus’un geleceği bildiğini görüp onun bu gücünden korkan düşmanlar, bağışlanmalarım dileyerek kaçıp gittiler.
Merope
Merope’nin kocası, Herakles’in oğullarından Miessenia kralı Kresphontes’ti. Kresphontes, bir çarpışma sırasında iki oğluyla birlikte öldürüldü. Üçüncü oğlu Aiptyos; Arkadia’da saklandı.
Kocası öldükten sonra Kresphontes’in kardeşi Polyhontesle evlendi Merope. Aradan zaman geçti, Aiptyos saklandığı yerden çıkageldi. Başı derde girmesin diye kendisinin Aİptyoa’u öldüren adam olduğunu söyledi kirala. Bunu duyan Merope, onu Öldürmeye kalktı. Sonunda Aiptyos olduğunu anladı onun. Ana-oğul birleşip Polyphontea’i öldürdüler. Aiptyos tahta geçti.
Myrmidon’lar
Myrmidon’lar, Aigina adasında yaşayan insanlardı. Eskiden karınca oldukları ı için son derece çalışkandılar. Akhilleus’la birlikte Troia savaşma katılmışlar, cesaretlerini göstermişlerdi.
Tanrılar tanrısı Zeus, adaya adını veren Aigina’ya tutuldu. Aigina’nın yüce tanrıdan Alakos adlı bir oğlu oldu. Her zamanki gibi küplere bindi Hera, adada kim varsa hepsini öldürdü. Bunun üzerine bir tapmağa gitti. Aiakos; Zeus’a yalvardı. Onun kendi babası olduğunu hatırlattı tanrıya Birden yerdeki karıncalar çarptı gözüne. “Zeus,” dedi, “n’olur, yardım et bize. Su karıncalar insan olsunlar, boşalan adamız yeniden dolsun.” O anda bir şimşek çaktı gökyüzünde.
Ertesi sabah bir gürültüyle uyandı Aiakos. Sarayın dışından geliyordu bu gürültü. Kral hemen pencereye koştu. Sokaklar insanla doluydu. Zeus, oğlunun yakarışım kabul edip karıncalan insan yapmıştı.
Bu olaydan sonra Aigina halkına Myrmidon’lar denildi. Myrmidon kelimesi Yunanca karınca anlamındaki myrmikesrten gelmektedir.
1 note · View note
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Önemli Görülmeyen Mitoloji Öyküleri: Erysikhton ve Pomona ile Vertumnus
Erysikhton, toprak ana Demeter’in korusunda bulunan en yüksek meşe ağacım keserek suç işlemiş biriydi. Adamları, meşeye dokunmamasını söylemişlerdi ona. Erysikhton; bu akıllıca sözlere kulak bile aşmamış, baltayı kapıp ağacın gövdesine indirmişti. Hemen kan fışkırmıştı baltanın değdiği yerden. Kabukların arasından gelen bir ses, “Beni kesersen Demeter seni cezalandırır,” diye bağırmıştı. Erysikhton yine aldırmamış, çevresinde orman perilerinin dansettiği meşeyi tek başına kesmişti.
Bunu gören orman perileri, Demeter’e ağacının kesildiğini haber verdiler. Öfkeden kanı beynine çıkan tanrıça, “Kim kesti?” diye gürledi.
“Erysikhton.”
“Onu öyle bir cezalandıracağım ki… Herkes görüp öğrensin bakalım, benim ağacımı – kesmek ne demekmiş!”
Sonra, Kıtlık’ın yaşadığı karanlık ülkeye koştu. “Aman,” dedi, “şu adama öyle bir oyun et ki ömrü boyunca doymak bilmesin.”
Kıtlık, tanrıçanın sözünü tutarak Erysikhton’un evine gitti Erysikhton uykudaydı. Kıtlık, cılız kollarına aldı onu, adamcağızın midesine açlık ekti.
İşte ne olduysa o anda oldu. Erysikhton uyanarak bağırıp çağırmaya başladı. “Karnım acıktı, yemek getirin, .çabuk!” diye haykırıyordu. Adamları hemen yemek yetiştirdiler ona; ama efendileri. Doymak bilmiyor, yedikçe yiyordu. Daha ağzına attığı lokma boğazından kayarken yine acıktığını söylüyordu.
Günlerce sürüp gitti bu durum. Erysikhton, nesi var nesi yoksa satıp karnım doyurdu. Daha doğrusu, doyurmaya çalıştı. Sonunda satacak eşyası kalmayınca, kızını elden çıkarmaya karar verdi. Zor olmadı bu, kızı güzeldi; hemen bir alıcı çıktı.
Zavallı kız, kendisini satın alan adamın arkasından gemiye giderken, tutsaklıktan kurtulmak için Poseidon’a yalvardı. Deniz tanrısı, yalvarışı duyup bir balıkçı yapıverdi onu. O kadar para döküp güzel bir tutsak alan adamcağız, arkasına dönüp de bakınca kıyıda bir balıkçıdan başka kimseyi göremedi. “Burada bir kız vardı demin. Gördün mü?” diye sordu. “işte bak, ayak izleri duruyor kumda.”
Balıkçı, “Deniz tanrısı üstüne yemin ederim ki, sizden başka kimseyi görmedim ben,” diye cevap verdi. Çıldıracağım sanan adamcağız, gemisine binip denize açılınca, Erysikhton’un kızı eski biçimini alıp eve döndü.
Bu olaydan sonra Erysikhton, kızını üst üste sattı. Kız her keresinde ya at, ya kuş, ya da başka bir şey olup kurtuluyordu.
Sonunda kızından elde ettiği parayla da doymaz oldu Erysikhtön, kendi gövdesini yiyerek öldü.
Pomona İle Vertumnus
Bu iki sevgiliye Yunan mitologyasmda değil, Roma mitologyasında rastlanır. Pomona bir nympheydi; ama öteki nymphelere benzemezdi. Ormanlardan, korulardan hoşlanmazdı hiç. Sadece, meyveleri, meyve bahçelerini sever, gününü bahçıvanlıkla geçirirdi. Evlenmeyi aklından bile geçirmiyordu. Güzeldi güzel olmasına, üstelik becerikliydi. İyi bir ev kadını olabilirdi, ama erkeklerden kaçıyordu.
Yakışıklı bir delikanlı olan Vertumnus, Pomona’yı seviyordu. Ne yapsın zavallıcık, kılık değiştirip dişi bahçıvanın karşısına çıktı. Çirkin bir çoban kılığına girip nympheye bir sepet meyve götürdü. Bir süre sonra da başka bir kılıkta ziyaret etti sevgilisini.
Vertumnus artık alışmıştı. Aşağı yukarı her gün başka başka biçimlerde Pomona’nın yanma gidiyordu. Biraz konuşup ayrılıyorlardı, ama aşktan yüreği yanan delikanlı, yeterli bulmuyordu bunu.
Sonunda yaşlı bir kadın kılığına girdi. Böylece, nymphernin kendisine daha yakınlık göstereceğini umuyordu. Umduğu gibi de çıktı. Pomona daha rahat konuştu onunla. “Ne güzel meyveler getirmişsin,” dedi. “Aman kızım,” dedi Vertumnus, “senin güzelliğin yanında bunlar ne ki? Gel de seni öpeyim bir kere.”
Sonra, kendisinin kim olduğunu bilmeyen kızcağızı öpmeye başladı, öptükçe öptü, öptükçe öptü, öpüşlerinin biçimi de değişti gitgide. Pomona baktı ki yaşlı kadının öpüşleri kendi bildiği gibi değil, kuşkulandı. Vertumnus’un kollarından kurtulup birkaç adım uzaklaştı.
Vertumnus, “Bana bak,” dedi, “şu meyve ağacını görüyorsun ya… Meyvesiz ne işe yarar bu ağaç? Sen öylesin işte. Tek başına yaşamak istiyorsun. Şimdi dinle beni. Vertumnus seni seviyor. Senden başkasına bakmıyor bile. O da usta bir bahçıvan. Sonra Venüs, evlenmeyenlerden, sevmeyenlerden hiç hoşlanmaz. Bakarsın taşa çeviriverir seni.”
Sonra üstündeki kadın elbiselerini çıkarıp attı. Karşısındakinin tığ gribi bir delikanlı olduğunu gören Pomona şaşırdı kaldı. Ne de güzel konuşmuştu delikanlı, bakarsın Venüs sahiden taşa çeviriverirdi adamı. Eh, öyleyse… O günden sonra ikisi el ele verip çeşit çeşit meyveler yetiştirdiler.
0 notes
dolmabahcesarayi-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Tarihteki İlk Kahramanlar; Prometheus ile İO
İnsanlara ateşi verdiği için cezalandırılan Prometheus, kayasında oturduğu günlerin birinde garip bir yaratığa rastladı. Taşlan, yamaçları tırmanarak kaçan bu yaratık bir, inekti, ama genç bir kızın sesiyle konuşuyordu. Prometheus’ü görünce durdu, ona kendisinin aslında bir kız olduğunu söyledi.
Bunları duyan Prometheus onu hemen tanıdı;
“Bilirim, seni İnakhos’un kızı lo’sun sen, Tanrının yüreğini aşkla Her a nefret ediyor senden. Seni bu çılgın kaçışa da sürükleyen Hera’dır.”
Io şaşırıp kaldı. Bu ıssız yerde adım bilen birisi vardı. Ona kim olduğunu sordu:
“Ölümlülere, ateş yeren Prometheus”
Cevabını alınca, o da karşısındakini tanıdır Birbirleriyle rahatça konuştular. Io, kendisini bu kılığa sokan tanrıçanın Hera: ama asıl sebebin Zeus olduğunu anlattı. Tanrılar tannsi, Io’ya tutulmuştu. Ama Hera’nm korkuşu, sevgisinden daha büyüktü. Seviştiklerinin farkına varılmasın ç&ye kalın, karanlık bir bulutla kapladı dünyayı; böylece Io da, kendisi de görülmeyecekti. Kurnaz Hera, gün ortasında ansızın gece olduğunu görünce kocasından kuşkulandı; onu göklerde de arayıp bulamayınca dünyaya indi; kpyU bulutların çekilmelerini duyurdu. Zeus da tez davrandı, beyaz, sevimli bir inek yapıverdi Io’yu. Hera’ya da yeminler etti, ineğin topraktan o anda çıkıverdiğini, daha önce onu görmediğini söyledi. Ovidius’a göre, sevgililerin yalanlan tanrıları bu yüzden kızdırmaz. Zeus bile yalan söyledikten sonra kim kızabilir? Bu öykünün gösterdiği bir şey daha var: Hera, o yalanlara inanmadı. İneğin çok güzel olduğunu, onu kendisine armağan etmesini söyledi Zeus’a. Zeus’un elinden ne gelir? Tuttu, ineği karısına verdi.
Kim bilir belki Io’yu karısına Verirken, günün birinde yine sevgilisine kavuşabileceğini, onu Hera’nın elinden kurtarabileceğini umuyordu. Ama ne bilsin ki, karısı ineğin başına yüz gözlü Argos’u bekçi koyacak… Argos, gözlerinin bazılarıyla uyurken geri kalanları ile Io’yu gözetliyor, kolluyordu.
Zeus, bir şey, yapamaymca Hermes’e gitti, ona Argos’u öldürmenin bir yolunu bulmasını söyledi. Tanrıların habercisi, yüce Zeus’un oğlu Hermes, ölümsüzlerin en kurnazlarından biriydi. Yeryüzüne indi, üstündeki bütün tanrılık belirtilerini bir yana bırakarak köylüler gibi giyindi, eline de sazlardan yapılmış bir kaval alarak Argos’un yanına vardı. Argos, çalgıdan çok hoşlandı, yanına çağırdı onu: “Gel, şöyle otur da bana kaval çal biraz,” dedi. “Buranın gölgesi tam çobanlara göre…” Hermes keyifle yanma çöktü Argos’un, ona öyküler, masallar anlattı, çalgı çaldı. Argos’un uykusu geldi, ama doksan dokuz gözü uyuşa bir gözü açık kalıyordu hep. Sonunda, Pan’la Syrinks’in öyküsüne sıra gelince, dayanamadı. Aslında o öykü kimsenin uykusunu getirmemişti o zamana kadar; ama bekçiye sıkıcı geldi işte. Yüz gözü de uykuya daldı. Hermes de fırsatı kaçırmayıp hemen öldürdü onu. Bir süre sonra Hera, Argos’un gözlerini alıp sevdiği hayvanın, tavusun kuyruğuna yerleştirmiştir.
Bekçinin ölümüyle Io serbest kalmıyordu, öfkelenen Hera, bir at sineği taktı onun arkasına. Io kaçıyor, sinek kovalıyor, durmadan onu sokuyordu. Buna dayanamıyan Io, sonunda çıldırdı:
Uzun deniz kıyılan boyunca, kovalıyor beni. Yemek içmek için duramıyorum. Beni bırakmıyor, uyuyamıyorum.
Prometheus, geleceği gören bir kişi olduğu için, Io’nun başından neler geçeceğini biliyordu. Daha çok ülkeler dolaşacaktı Io, çok denizler geçecekti. Geçeceği ilk denize, Io’nun ardından Ionia, ilk boğaza da înek geçidi anlamına gelen Bosphoros (Boğaziçi) denilecekti. Ama bunları söylemedi Io’ya, daha sonrasını, Nil kıyılarına varacağını, orada Zeus tarafından yine inşan kılığına sokulup ona Epaphos adlı bir oğul doğuracağını anlattı. Şu cümleyi de ekledi sözlerine:
Şunu bil ki senin soyundan Yiğit, cesaretli biri çıkacak Ve kurtaracak beni buradan.
Sözü edilen kişi, kahramanlar kahramanı Herakles’di. Prometheus da özgürlüğünü ona borçlu olacaktı.
1 note · View note