Tumgik
#Bazısı gelirken
merve-seker20-blog · 3 years
Text
Şems-i Tebrizi Sözleri
#şems-i #sözleri #tebrizi #aşk #ask #güzelsözler #sevgi #aşksözleri #anlamlısözler #hasret #instagram #umut #güzel #unutamamonu #seviyorum #sevdiğim #kalyanımda #gt #aşık #aşkacısı #özlem #unutamam #sevgili #sevda #gitme #aşkyarası #unutamamseni #huzur
SAYFA İÇERİĞİ: Şems-i Tebrizi Sözleri, En Güzel Şems-i Tebrizi Sözleri, Kısa Şems-i Tebrizi Sözleri, Etkileyici Şems-i Tebrizi Sözleri, Anlamlı Şems-i Tebrizi Sözleri, Özlü Şems-i Tebrizi Sözleri, Dini Şems-i Tebrizi Sözleri, Kısa Şems-i Tebrizi Sözleri,  Güzel sözler sitemizde ”Şems-i Tebrizi Sözleri” bir araya getirilmiştir. Sayfamızda yer alan sözleri sosyal medya hesabınızda yayımlayabilir,…
Tumblr media
View On WordPress
#ağlamaya lüzum yok.#ama inancınla büyüklük taslama!#ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhaba putlardan uzak dur#Anlamlı Şems-i Tebrizi Sözleri#Bazen arkasına dönüp bakması gerekir insanın; Nerden geldiğini unutmaması için.#bazısı da giderken gönül açıklığı verir. Dikkat et ve iyi bak ki#Bazısı gelirken#benden kaçışın yok! Lakin kader seni benden almışsa#Bildiklerini unut. Diyor dost. Gel al eline bir silgi#bilmeyene nefs’tir#bir kandil gibi gök kubbesine asmalı.#Bir kişi Allah’tan başka kimseye ihtiyacı olmadığına inanırsa Allah da onu başkasına muhtaç etmez.#bir kulak verirdi. Onun için#bir şans daha verme. Unutma; sevgi yürekli olana yakışır.#büyük konuşma.#Cehennem gibi olmalı#cehennemi bile yakıp yandıracak bir gönül istemeli… Ki o gönlün önüne iki yüz deniz çıksa#çok dinleyip az konuşmak gerek…#Dedim ki: Etrafında dolaşsam beni kınıyorlar?! Dedi ki: Zaten biz#dileği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.#Dini Şems-i Tebrizi Sözleri#Diyorlar ki dost acı söyler? Acıyı söyleyene dost denilmez ki! Seni sevmeyen acı söyler dostun sana söyleyeceği acı dahi olsa senin canını a#dışta değil içte#dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma! İnancın büyük olsun#Dostluk gül olmaktır yaprağı ile de dikeni ile de.#Düzenim bozulur#Eğer Allah seni bana yazmışsa#Eğer çok konuşmak faydalı olsaydı Allah iki ağız#En Güzel Şems-i Tebrizi Sözleri
0 notes
derdiderun · 4 years
Text
Tumblr media
Buhranlara Çare
Müge, İffet Anne’nin karşısında kendisini önce biraz garip hissetti. Ancak İffet Anne’nin içten ve sıcak karşılaması biraz da olsa rahatlamasını sağlamıştı. Yine de biraz çekingen bir edayla mırıldanırcasına:
“–Hoş bulduk, hanım teyze…” dedi.
İffet Anne, Müge’deki tedirginlik hâlini sezmişti. Hemen buyur etti:
“–İçeri gel güzel kızım… Ben de yenice çay demlemiş, belki bir misafirim gelir, diye ümit ediyordum. Nasibin varmış…”
Müge üstündeki çekingenliği hâlâ tam olarak atamamıştı. Bir çocuk acemiliğiyle ayakkabılarını çıkardı ve çekingen adımlarla içeriye doğru yöneldi. İffet Anne’nin evi, fizikî yapısı itibariyle Müge’nin ailesiyle birkaç gün önce terk etmek zorunda kaldıkları eve benziyordu. Ancak sahip olduğu atmosfer tamamen farklıydı. İffet Anne’nin kendisini buyur ettiği salona girerken burnuna mis gibi bir gül kokusu doldu. Salonda sadelikle birlikte göze çok hoş gelen bir düzen hâkimdi. Gereksiz sayılacak bir eşya kalabalığı yoktu. Ortalıkta televizyon falan da görünmüyordu. Oysa birkaç gün öncesine kadar kendi oturdukları evde salonun en baş köşesi dev ekranlı bir televizyona ayrılmıştı. Ancak o da şimdi diğer bütün eşyalarla birlikte haciz sebebiyle ellerinden alınmıştı.
Müge alışkın olmadığı bu ortamda yabancılık hâliyle karışık bir huzur duygusu içinde hissetti kendini. Duvarlarda intizamla yerleştirilmiş birbirinden güzel hat ve ebrû tabloları hemen ilk bakışta gözü okşuyordu. Kendi evlerinin duvarlarında asılı duran, bazısı bunalım kokan iğreti çizgilerden oluşan bazısı da gayet müstehcen olan tablolar geldi aklına. Bir anlık bu zihnî mukayeseden utanır gibi oldu. Yüzü kızardı hafiften…
Salonun bir köşesinde devamlı serili durduğu her hâlinden belli olan bir seccade vardı. Müge bu seccadeyi görünce, birkaç sene önce kendi evlerinde yaşadıkları bir hadiseyi hatırladı. Annesinin akrabalarından bir hanım misafirliğe gelmişti. Tesettürlüydü… Namaz vakti geldiğinde ise, seccade istemişti annesinden. Annesi bu istek karşısında ilk önce afallamıştı. Çünkü o güne kadar evlerinde hiç kimse namaz kılmamış, Allâh’a secde etmemişti. Hâliyle seccadeye de ihtiyaç duyulmamıştı. Neyse ki misafire mahcup olmamak için zor bela eski çeyiz sandığının diplerinden, yer yer sararmış bir seccade bulunup çıkarılmış ve misafir hanımın eline verilmişti. Ancak bu sefer de kıble hususu, mesele olmuştu. Annesi: “Herhâlde şöyle olmalı, yok yok böyle galiba…” diye tereddüt edince, misafir kadın, pencereden en yakın caminin minaresine bakarak kıbleyi kendisi tayin etmek zorunda kalmıştı.
İffet Anne’nin salonunda göze çarpan bir diğer unsur da kitaplardı. Bir duvar, boydan boya, taşıdığı kitap yüküyle yer yer belini eğmiş raflardan oluşan eski bir kitaplıktan ibaretti. Müge’lerin evlerinde de kitaplıkları vardı. Lâkin içki dolaplarıyla süs vitrinleri, kitaplıklarından daha fazla yer kaplıyordu. Kitaplık da zaten büyük ölçüde gazetelerin vaktiyle vermiş olduğu ansiklopedilerden ve diğer promosyon kitapçıklardan oluşmaktaydı. Oysa İffet Anne’nin kitaplığı oldukça zengin bir kitap çeşitliliğine sahipti. Okuma masasının üstünde de Kur’ân-ı Kerîm ve bir tanesinin sayfaları açık duran birkaç kitap daha bulunmaktaydı.
Müge, İffet Anne’nin göstermiş olduğu kanepeye otururken ortada bulunan sehpanın üzerindeki çay tepsisi dikkatini çekti. Tepside iki adet çay bardağı hazırlanmıştı. Sanki İffet Anne, Müge’yi bekliyordu. Müge bir an böyle düşünmekle birlikte sonra kendi kendine: “Aman canım tesadüf işte… Hem belki kadıncağızın âdetidir böyle hazırda birkaç tane çay bardağı tutmak…” dedi. İffet Anne mutfak tarafına giderek çaydanlığı getirdi. Müge yaşlı kadının kendisine hizmet ettiğini görünce çaydanlığı onun elinden almak için yerinden kalkacak oldu. Ancak İffet Anne gülümseyerek o gönül okşayıcı sesiyle buna mâni oldu:
“­­–Sen otur kızım, misafire hizmet ve ikram etmenin ecrini çok görme bana. Hizmet etmek, ev sahibinin hem vazifesi, hem de en büyük şerefidir.”
Sonra besmele çekerek çayları doldurdu ve Müge’nin karşısındaki koltuğa oturdu. Müge’nin söze başlamaktaki çekingenliğini sezdiğinden ilk olarak kendisi sordu:
“–Nasılsın hanım kızım?”
Müge bu soru karşısında içinde bulunduğu hâli düşündü. Nasıldı? Aslında hiç iyi sayılmazdı. Cevabı da buna göreydi:
“–Mahvoldum İffet Anne! Açıkçası berbat bir durumdayım. Haberiniz var belki, babam iflâs etti. Bütün hayatımız alt üst oldu. Utancımdan kaç gündür arkadaşlarımın yanına bile uğrayamıyorum. Çünkü biliyorum ki arkadaşlarımın bir kısmı acıyan gözlerle beni süzecek. Önceden beri beni kıskanan bazı arkadaşlarım da içine düşmüş olduğum sefâlete içten içe sevinecek. Acıma numaraları yaparak üstü kapalı bir şekilde benimle dalga geçenler olacak… Artık markalı kıyafetler alıp giyemeyeceğim. Oysa bizim arkadaş çevremizde, giydiğin kıyafetin markasına göre itibar görürsün… Açıkçası şöyle bir düşünüyorum da, böyle bir durumda arkadaşım diyebileceğim -Şebnem hariç- hiç kimse gelmiyor aklıma. Cep telefonuma her gün onlarca mesaj ve arama gelirdi. Ama iflâs ettiğimiz günden bu yana bir tek kişi bile arayıp hâlimi hatırımı sormadı. Hattâ kendisinden tesellî beklediğim nişanlım da bir zarfın içinde yüzüğümü geri gönderdi. Geleceğe ait bütün hayallerim suya düştü. Kendimi aşağılanmış, bir kenara itilmiş, kaldırım kenarlarında çiğnenmiş çiçekler gibi hissediyorum. Dün gece intihar etmeyi bile düşündüm. Artık her şey o kadar anlamsız ki!..”
İffet Anne, Müge’nin içinde bulunduğu durumdan haberdardı. Söze başladı:
“–Kızım, içinde bulunduğun durumu tahmin edebiliyorum. Sen aslında mahvolmadın, bilâkis mahvolmaktan kurtuldun. Sen narkoze olmuş bir insan gibi farkında olmadan uçurumların civarında, girdapların etrafında dolaşıyordun. Nefsinin esareti ve kahkahaların çılgınlığı içindeydin. Fakat senin kim bilir hangi güzel hâlin dolayısıyla Allah sana merhamet etti. Şu an senin eski hayatına neşter vuran hâdise, şimdi acı verse de neticede seni ebedî sıhhate kavuşturacak bir ilâhî lütuf olabilir. Tıpkı ameliyat görüp sıhhate kavuşan bir hasta gibi…
Bir de şu pencereden bak hâdiseye:
O arkadaşların senin gerçek anlamda arkadaşın olsa, böyle bir durumda da seni yalnız bırakmazlardı. Sen böylece onlarla arandaki ilişkinin dostluk değil tamamen bir menfaat ilişkisi olduğunu görmüş oldun. Buna bence o kadar fazla üzülme. Bir yanlışın farkına varmak neden bu kadar üzüyor ki seni? Şimdiden sonra vefa sahibi gerçek dostlar kazanmanın yoluna bak…
Yaşadığın buhrana gelince: Bunun sebebi sence nedir? Hiç uzun uzadıya düşündün mü? Bu buhranların sebebi -belki biraz garip gelecek ama- kesinlikle babanın iflâs etmesi ve eski zenginliğinizi kaybetmeniz değil. Sahip olduklarının birer birer elinden çıkması hiç değil… Peki ya ne?”
İffet Anne, sözünün bu noktasında bir m��ddet sustu. Müge’nin her hangi bir cevap vermese de bu soru üzerinde üç beş saniye olsun düşünmesini istiyordu. Müge bu beklemediği soru karşısında, bir an şaşırdı. Nasıl yani? Her şeyin sebebi, basbayağı babasının yaşadığı iflâstı. Başka ne olabilirdi ki?
İffet Anne sözlerine şöyle devam etti:
“–Bunalımlarının gerçek sebebi dünya malına karşı kalbinde beslediğin aşırı muhabbet ve bağlılıktan ibaret… Evet, sadece budur gerçek sebep. Eğer bütün umutlarını sahip olduğun maddî zenginliğe bağlamış ve elindeki mal mülkle mağrur hâle düşmüşsen, onlar elinden alındığında da derin bir boşluğa ve yalnızlığa düşmen ve tenhalarda kalman kaçınılmaz.
Oysa bir de şöyle düşün:
Biz bu dünyaya gelirken üzerimizde bir parça bez bile yoktu. Midemiz de bomboştu. Ama Allah Teâlâ bizi hayat sahasına düştüğümüz ilk andan itibaren rızıklandırmaya başladı. Doğar doğmaz bizim için, bünyemize ve o anki ihtiyacımıza en mükemmel sûrette karşılık veren bir gıda olarak anne sütünü yarattı. O günden beri de rızıklandırmaya devam etmektedir. Yani sahip olduğumuzu sandığımız her şey aslında Allah’ın lütfuyla bahşedilmiş nimetlerden ibaret. Gerçek sahibi, onları istediği zaman geri alma hakkına ve kudretine sahiptir. Bu sebeple mala, mülke itimat etmeyip onun gerçek sahibine, yani sadece Allah’a tevekkül etmemiz ve o yüce kudrete teslim olmamız şarttır.
Bil ki, Allah kulunu zâyî etmez… Biz, gerek zenginlikte gerek fakirlikte, gerek sağlıkta gerek hastalıkta, her hâlükârda O’na karşı tevekkül ve teslimiyet hisleriyle dolu olmalı, bizim için takdir ettiği her şeye boyun bükmeliyiz.
Görmez misin bir çocuk, korkulu bir hengâmda anne babasına nasıl da yapışır? Peki ya biz? Biz, ilâhî kudrete ne kadar teslimiyet hâlindeyiz?! İşte bunu başarabilirsek, hiçbir dünyevî sıkıntı bizi sarsamaz. Kadere isyan ile elimize geçecek tek şey, hüsrandır. Çıkmaz sokaklarda yol aramaktır.”
İffet Anne, bu sözleri söyledikten sonra oturduğu yerden doğrularak okuma masasına yöneldi. Açık duran kitabın üstündeki bir not kâğıdını aldı ve tekrar koltuğuna oturarak şöyle dedi:
“–Sen gelmeden önce Mesnevî isimli şu kitabı okuyordum. Tam da tevekkül hakkındaki bir pasajı yeni bitirmiş ve bir kısmını da bu kâğıda not etmiştim. İzninle onu okuyayım sana:
«Kaderden sakınmakta perişan olmak, kötülüklere uğramak vardır. Yürü, tevekkül et; çünkü tevekkül, işlerin en iyisidir. Kaza ve kaderle pençeleşme ki, kaza ve kader de seninle pençeleşmesin, kavgaya tutuşmasın. Allâh’ın hükmüne ve takdirine karşı ölü gibi olman gerekir ki, sabahın Rabbi olan Allâh’tan bir kahır yarası almayasın.
Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Tevekkül ise, tedbirlerin bittiği noktada Rabbine sığınmaktır. Hakk’a teslim olmaktan daha hoş ne vardır ki?!»
Tevekkül, insandaki rûhî mukâvemeti artıran en büyük haslettir. Bu haslete sahip olan bir kişi, değil intiharı düşünmek, içinde bulunduğu hâlden en ufak bir şekilde şikâyet dahî edemez.
Sen bir de intihar etmekten bahsettin. Bu şekilde yaşadığın sıkıntılardan kurtulabileceğini sanıyorsun. Ama unutma ki, intihar bir insanın uğrayabileceği en büyük ziyandır. Kişinin kendisini ebedî hüsrana hapsetmesidir. Çünkü sahip olduğumuz her şey, Allâh’ın bize bir emanetidir. Biz bu emanetleri korumak ve O’nun istediği yönde değerlendirip kullanmak durumundayız. En önemli ve kıymetli emanet de can emanetidir. Can emanetini Allâh’ın emrine isyan ile almak, yani kendi öz canımıza kastetmek, büyük bir günahtır. İntihar, dönüşü olmayan tek yoldur; işlendikten sonra tevbe etmesi mümkün olmayan tek günahtır.”
Müge, solgun ve buğulu bakışlarını pencereden dışarıya çevirerek:
“–Günahtan bahsediyorsun İffet Anne… Ben bu kelimeleri çok fazla duymuş birisi değilim. Annem babam bana sevap nedir, günah nedir, öğretmedi. Oysa küçüklüğümden beri beni çok severler. Bir dediğimin iki edildiğini hatırlamam. Benim bütün istediklerimi yaptılar şu ana dek… Bütün nefsânî arzularımı, tatminkâr bir şekilde yaşadım. Ama anamın babamın bana bu yanlış davranışı şimdi pahalıya mâl oluyor. Bundan sonra ise hayat çok farklı olacak sanırım. Çünkü, bütün hayat şartlarım değişti ve şu son birkaç gündür de kimseden vefanın kırıntısını bile göremedim.” diye mırıldandı.
İffet Anne şefkat dolu bakışlarla şöyle dedi:
“–Kızım, şu güne kadar anne ve baban sana olan sevgileri sebebiyle bütün maddî ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılamış olabilir. Ancak, anladığım kadarıyla onlar senin en fazla ihtiyaç duyduğun mâneviyatı, gafletlerinden dolayı fark edememişler. İnsanoğlu, hem maddî hem de mânevî yönlere sahip bir varlıktır. Bu sebepten onun, maddî yapısını doyuracak gıdalara olduğu kadar mânevî yapısını doyuracak gıdalara da ihtiyacı vardır. Her iki açlık da doyurulmalı ve bedenimizle ruhânî hayatımız bir âhenk içinde olmalıdır. Bu da gerçek mânâda dinî ve ahlâkî eğitimle olur. Allâh’a olan inancımız ve bu inanca uygun bir hayat hem bizim varlığımıza anlam kazandırır hem de hayatta karşılaşmış olduğumuz zorluklara karşı mukavemetimizi artırır.
Sonra kızım, sakın ola arkadaşsız kaldığını da düşünme. Bak senin Şebnem gibi vefâkâr ve sana hiçbir zaman küsmemiş olan bir arkadaşın var. Onun vefâsı sana yeter.
Unutma ki;
Vefâkârlık, insanoğlunun en çok muhtaç olduğu vazgeçilmez bir haslettir. Ne kadar zor da olsa elde edilmeli ve yaşatılmalıdır. O kaybolduğu zaman gönüller mahzun olur, kimsesiz kalır, harabeye döner.
Bunun için ilk vefâ, Cenâb-ı Hakk’adır. Çünkü bizi yaratan O’dur. Mal – mülk O’na aittir. O’ndan geldik, O’na döneceğiz. O’na vefalı olan, sâlih kullar arasına dâhil olur.
Vefâ bahsinde Mehmed Âkif merhumun şu hatırasını da anlatmadan geçemeyeceğim:
Mehmed Âkif, kızının nikâh akdine çok sevdiği ahbâbından olan Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi davet etmiş. Yaşlı hocaefendi bu davete biraz geç gelmiş ve gecikme sebebi olarak da Vefa Yokuşu’ndan çıkışının biraz vakit aldığını söylemiş. Merhum Âkif de bu yerinde mâzereti, yerinde bir hakîkatle mezcederek mütebessim ve manidar şekilde şöyle cevaplamış:
«–Hangi Vefa Yokuşu’ndan bahsediyorsun hocaefendi? Şimdiki nesil o yokuşu çoktan düzledi.»
Âkif merhum, bugünkü toplumumuzu görse, kim bilir nasıl feryat ederdi. Bugün insanlar, izleri silinmiş, unutulmaya yüz tutmuş iyilikleri nefsânî arzularının galebesi sebebiyle hatırına bile getirmemekte ve ekseriyetle vefâ kelimesi, âdeta ve sırf İstanbul’da bir semt adı olarak kalmış bulunmaktadır.
Bahçelere bekçilik için konulan köpekler dahî vefâkârlığına göre itibar kazanır. Yani bir hayvanda bile asâlet aranır. Hazret-i Mevlânâ bu hususta ne güzel buyurur:
“Vefâ, köpekler için bile bir değerdir. Vefâsızlık, köpekler için dahî bir leke ve ayıp olduğu hâlde, sen nasıl oluyor da bir insan olarak vefâsızlık gösterebiliyorsun!..”
Bir de şöyle bir hadise anlatılır:
Hazret-i Mevlânâ, Hüsameddin Çelebi’yi hastalığı sebebiyle ziyarete gitmişti. Talebeleri ve dostları, sokağın başında ve sonunda ihtiram hâlinde bekliyorlarmış. Dar bir yerden de bir köpek geliyormuş. Mevlânâ’nın talebelerinden biri telâşla o köpeğe vurup uzaklaştırdı. Mevlânâ o talebesine:
“–Evlâdım!.. Çelebi’nin mahallesinin köpeğine mi vuruyorsun?” diye sitem etmiş.
Bu hâdise, hem Mevlânâ’nın hayvanlara olan şefkatini göstermekte, hem de dostlarına olan sevgi, vefâ ve bağlılığının derecesine işaret etmektedir. Zira dostuna herhangi bir şekilde yakınlığı olan her şeye, velev ki mahallesinin köpeğine bile olsa, vefa gösterilmelidir. Çünkü vefâ, muhabbetin aynasıdır.
Hazret-i Mevlânâ vefasızlardan uzak olmanın zarûretini de şöyle ifade eder:
«Vefasızlara gitme!.. Onlar yıkık birer köprüdür.»
Vefâ, İslâm’ın şiarlarından biri ve belki de en esaslısıdır. Zira vefâ, ahde riâyet, yapılan bir iyiliğe sadakat göstererek onu unutmamaktır. Minnettarlıktır, sadâkattir…
Vefânın en güzel örneklerini İslâm’da buluruz. Peygamber Efendimiz, vefat eden Hatice Annemizin akrabalarına bile çok ihtimam gösterirdi. Bir kurban kesse, Hatice Annemizin akrabalarına da mutlaka et gönderirdi.
Vefâ, ince ruhlu, hassas, rikkat sahibi kalplerin hasletidir.”
İffet Anne, bu minvalde Müge’yle bir hayli konuştu. Ona, gönlündeki buhranların hakikî çarelerini göstermeye çalıştı.
Müge, İffet Anne’nin yanından ayrıldığında üzerindeki dağ gibi ıztıraplar âdeta kalkmıştı. Kuş gibi hafiflemişti. Uçarcasına evine doğru giderken kendi kendine sitem etmekteydi:
“Yıllarca aynı apartmanda İffet Anne’den yazık ki boşuna uzak yaşamışım…”
| Yıl: 2007 Ay: Eylül Sayı: 31 - Şebnem Dergisi
25 notes · View notes
Text
kedi
Bu dünyaya şanslı gelenlerdendim ben. Annemi bilmem, çok küçükken ayrıldım ondan. İyi baktılar yine de bana. Yiyeceğim, suyum vardı. Bir de sıcak bir köşe verdiler. Başımı okşadılar, sevdiler. Ben de onları sevdim. İnsan kendini güvende hissedince, sevmeyi de öğreniyor. Onlar bana güvendiler, yanlarından hiç gitmeyeceğimi bildiler. Ben onlara güvendim anlayacağınız. Oysa arkadaşlarımdan bazıları kötü koşullarda. Yiyecek bulmak için bazen çöpteler, bazen parklarda. Bazısı kötü evlerde, kötü insanlarla. Ama en kötüsü, bazısı dikkatsiz araç sahiplerince katledildi. Kalbim onlarla ama bu yazının konusu bu değil. 
Tek bir kötü huyum var benim. Sürekli uykum gelir. Adımızı o namussuz Garfield kötüye çıkardı. Uykuyu seviyoruz diye miskin olduk. Kabul, uykuyu seviyoruz. Bazen vakitsiz zamanlarda aşırı canlıyız, yine de günün büyük bir kısmında uyuruz. Ama miskin etiketi de ağır değil mi? Bir işe yaramadığımızı, bütün gün bir tarafımızı devirip de yattığımızı da kim çıkardı? Oysa insanlardaki çok büyük boşlukları biz doldurmadık mı, onlar ağlarken ya da gülerken yanlarında olup onlara iyi gelmedik mi? Kaç kişinin bir hevesinin ortağı olduk, sonra kapının önüne konduk. Neyse, bu yazının konusu bu da değil. 
Evet anlayacağınız üzere ben bir kafede yaşıyorum. Genelde tanımadığım insanların masasında, sandalyesinde geziyorum. Bazen içim çok ısınıyorsa, beni kucaklarda da görebilirsiniz. Yine de uyarayım sizi, bu benim bileceğim bir şeydir. Zorla kucaklamayınız, dengem şairin de dediği gibi bozulur. Siz zararlı çıkarsınız. Ben de istemem size pençe atmayı, ama içgüdüsel gibi düşünün. Yukarıdan üzerinize bir şey gelirken ellerinizi başınıza geçiyorsunuz ya, benim dünyamda da böyle. Ani hareketleri sevmem, hiç hoşlanmam. Burada anlaşırsak, sizinle aynı sayfada buluşabiliriz. Savunduğunuz özgürlüğün kapsamını genişletin, sayın efendiler. 
Evet, bir süredir buradayım. Bu kafe benim evim. Esas ismim pakize. Yine de kafasına göre beni farklı isimlerle çağıran çok olur. Genelde pamuk derler, boncuk derler, ee tabii en yaratıcı olanları atlamamak lazım. Onlar pisi pisi diye çağırır. Sene bilmem kaç olmuş, bırakın artık bunu sevgili efendiler. Bakın durmaksızın dert yanmaktan esas konuma gelemedim. 
Hah, dedim size. Bütün gün bu kafede yaşarım ben. Uyur gibi gözüksem de çok şeylere şahit olmuşumdur bu masalarda. Mesela iki kız arkadaş gelir, birinin hayatı fena haldedir. Ağlar, bazen sesi yükselir, diğer taraf muhtemelen inanmadığı ilham sözcükleri söyler ona. En çok yaşanan sorunlardan biri de gönül meseleleridir. Eee tabi bizim için senenin belli dönemlerinde geçerlidir bu. Neyse, bakın yine konuyu dağıtıyorum. Mesele bizim gönül işlerimiz de değil zaten. Masadakilerden biri sakinleşir, hayat bir anlığına normale döner. Sonra genelde olay “ee ben çok konuştum, sende ne var ne yok” sorusuna gelir. Böyle durumlarda karşıdakine üzülürüm. Kediyiz diye duygumuz yok mu sandınız? İşte masanın diğer tarafındaki o an hayatında kötü giden ne varsa özet geçer. Onun da yakasını zorluklar bırakmamıştır. Bir samimiyetsizlik sezerim hemen. Muhtemelen bu kadar olumsuzluktan sonra karşısındakinin gözüne hayatındaki iyi şeyleri sokmak istemiyor diye düşünürüm. Böyleleri iyi şeyleri bile kötüymüşcesine anlatır çünkü. Mesela ikramiye çıkmıştır ama yatırım için ne yapacağını bilememekten yakınır. O zaman duraksarım, dünya üzerinde salt kötü diye bir şey yoktur. Her şey biraz bakış açısıdır. 
Bu masalarda beni en sevindiren, en de mutsuz edenler çiftlerdir. Genelde beni onlara yakın uyurken görebilirsiniz. Arada bir aralarım gözlerimi, onların gözlerine dikerim. Bazısından ışık çıkar gibi olur. Bizim de malumunuz zayıf noktamız ışık. Hemen dikkat kesilirim. Bu çiftler düzenli müşterimiz olurlarsa, yavaş yavaş ışıklarının söndükleri de olur. İşte o zaman en mutsuz edenlere doğru bir gidişat başlar. Bu masada çok soru duyarım ben çiftlerden, “neden böyle oldu?” Bu mesela en sık duyduğumdur. Gözlerdeki ışık ve yüzdeki gülümsemeyle ters bir orantısı da vardır. Mutlaka biri dile getirir, o kişi sürece anlam veremediğini de söyler genelde. Kafasında bir yerlere oturmayan şeyler vardır. Ama öncesinde birkaç şikayet gelir. Haksızlığa uğrayan müşteriler görürüm mesela. Biz bunu içmedik ama hesaba yazmışsınız derler. İşte bu mağdur isyanını görürüm onlarda. Sorulacak bir hesapları vardır karşı taraftan. Gel gelelim, bu sorunun cevabını ben hiç almam. Hiçbir masadan üzerinde anlaşılmış bir neden bulunup kalkılmaz. Bakarım ki, o çiftlerden biri artık tek gelmeye başlamıştır. O zaman derim bir cevaba varılmıştır. Zaten insanlar, genelde kendilerinin de cevabını bilmediği sorular sorarlar. Ya da beklediği cevabı duyana kadar hiçbir yanıttan tatmin olmazlar. Sinirler yükselir, bazen kötü sözler bile söylenir. Neler var, size bir anlatsam.
Tüm ömrüm böyle masalarda geçti benim. Çok küçükken anlam veremezdim. Artık anlam veremesem de anlıyorum. Belki o boşluğu zamanında doldurmuş atalarımdan gelen bir mirastır bu. Bilirsiniz bazen biri gider, yerine kedi gelir. 
0 notes
liste365 · 3 years
Text
Hamilelikte Yaşayabileceğiniz Duygusal ve Bedensel Değişiklikler
Gebelik süreci hepimizin hayatındaki en önemli süreçken, bu süreçte bazı değişimlerde söz konusudur. Fiziki değişimlerin yanı sıra, ruhsal yani duygusal değişimler sıklıkla yaşanır. Yaşanan değişimlerin bazısı çok normal iken, bazıları ise tehlikeli boyutlara ulaşabilmektedir. Özellikle hamilelikte depresyon, bu tehlikenin başında gelirken farklı problemlerde bununla beraber gelebilir.…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
birkacdizeaci-blog · 5 years
Text
Tumblr media
Gittim,daha da çok gittim,belki bir yere varırım diye gittim.,
Yoruldu ayaklarım,
tüm güzellikleri kaybettim yollarında
Ve gitmekten usandım zamanla
Yoruldum arayışlarımın hep sonuçsuz kalmasından,
Yığıldım yaşamaktan,
Ama hiç vazgeçmedim,
Herkes bir şeyleri arar,
Bazısı gerçek sevgiyi,bazısı gerçek bir yaşama nedeni,
Bazen kendini arar,
Bazense kendini bulmak için başkalarında gezinir insan..
Bense hep gerçek acıyı aradım,
Hani şu nefes alacağın an bir şeyler izin vermez ya,
Ya da tam güleceğin zaman kalbine bir şeyler saplanır,
Her gece,her sabah seni bağırta bağırta ağlatır,
Kelimeleri gereksiz kılar,suskunluğun olur.
Odandaki duvarlara derdini anlatmana,
Kırık aynalara baktığında yüzünde beliren acıya,
Ölmene sebep olan acıyı aradım hayatım boyunca
Ve sonra seni buldum,
Acıların hepsinden barındıran seni buldum
Acının başında duruyordun
Acı başı sigaranı yakıyordun,
Acılarından sevdim seni ben,
Bu yüzden bana gelirken dizlerindeki kanını silmeden gel
0 notes
gamze3458 · 7 years
Text
Bir gemi usulca ayrıldı limandan. Sessiz, sakin ve kararlı… Uzun zamandır kalkması bekleniyordu da nedense bir türlü hareket edememişti. “Artık demir almak günü gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan” Yahya Kemal Bayatlı Seyir tarihi çoktan geçmiş olmasına rağmen sabırla bekledi yolcularını, sevgiyle bekledi… Ara sıra insanı uyandırmaya davet eden siren gibi öten düdüğüyle bağırdı, çağırdı. Herkes gelsin istedi. Bazısı güverteye kadar geldi vazgeçti, bazısı arkadaşlarını aradı göremeyince vazgeçti, kimisi daha hazır değilim daha yapacaklarım var dedi vazgeçti, kimisi ne işim var benim o gemide ben böyle iyiyim dedi vazgeçti. Velhasıl gelen geldi ve sonunda gemi hareket etti. Geride kalan kara parçasında bir koşuşturma, bir kaos yaşanmaktaydı gemi ayrılırken. Kimse farkında değildi olanın. Bazıları geminin kalkışını bile farketmemişlerdi. Kimileri içinse her zamanki gibi olağandı o an. Bir gemi kalkmış, nereye gider? Kimleri götürmektedir beraberinde? Kimse bilemezdi, bilmedi. Ne bir el sallayan, ne de seyircisi vardı geminin. Yolculayanı da yoktu. Herkes kendi aleminde, herkes kendi kaderindeydi limanda kalanların. Gemi kalkmış, geride kalanlar için yaşam devam etmekteydi. Kimine göre telaş, kimine göre korku, kimine göre ise mücadele içinde. Gemi giderek uzaklaşıyordu limandan arkasında köpükler bırakarak. Kuşlar eşlik ediyorlardı etrafında iç içe daireler çizerek. Bir şey mi anlatmaya çalışıyorlardı çizdikleri dairelerle kimbilir? Sessizlik ve sukünet bir müddet daha devam etti. Sonrası güverteden bir anons duyuldu: – Hepiniz hoş geldiniz sevgililer, zamansız zamanlarda, anda, sizin zamanınızda asırlardır bu anı beklemekteydik. Hoş geldiniz, iyi ki geldiniz. Nereden geldiği belli olmayan bu ses herkesin ona odaklanmasını sağlamıştı. Daha da sessizleşmişti sanki ortalık bir bilinmezlik içinde. Ses devam etti: – Bu sefer, nefslerini bırakmaya niyet etmiş olanların bir araya gelişiyle başlamıştır. – Bu sefer, kendi içinde kendisiyle birleşmiş insanların buluşmasıyla başlamıştır. – Bu sefer, kendi sorumluluğunun bilişine varmış bireylerin birleşmesiyle başlamıştır. – Bu seferde birlik deneyimlenecektir. – Bu seferde iş birliği deneyimlenecektir. – Bu seferde gönül kapılarınız açılacaktır, sevginin aşkın hali deneyimlenecektir. – Bu seferde haz deneyimlenecektir. – Geçmişiniz; geride bıraktığınız alanda kaldı. Şimdi geleceği inşa etme zamanıdır. Bu yolculukla hep birlikte gerçekleştireceğiz. Varoluşundan bu yana böylesi bir şansı olmamıştı insanın. Şimdi ne yapacağını ve nasıl yapacağını bilememenin getirdiği bir homurdanma yükseldi aralarından. – Peki ama nasıl? Hep bir ağızdan sordular yarı ürkek, yarı kararlı bir biçimde.Ses yanıtladı beklemeksizin; – Hatırlayın, olmuş olandır olan ve siz olmuş olandan seçimler yaparak tezahür ettireceksiniz geleceği. Öncelikle saflık dereceleriniz ölçümlenecek, saflık simyadır unutmayın. – Unutmalarınız olacaktır, temizlenen zihin yeni bilgilere açılacaktır. Herkesi bir telaş aldı. Tereddüt edenler vardı içlerinde, kaygı dolu baktılar birbirlerine. Kendi saflaşma deneyimlerini anımsadılar. – Saflaşma yükselişin başlangıcıdır, tutunduklarınızla ağırlaşırsınız. Saflaşmak hafiflemektir. Saflaşmak liyakattır. Devam etti ses: – Bırakın ayrılırken getirdiklerinizi. Artık onlara ihtiyacınız olmayacak. Gideceğiniz yerde yenilerini oluşturacaksınız bambaşka bir biçimde. Ne de olsa yıllardır gönül bağı vardı tutunduklarına. Kolay mıydı bırakmak? Hem ne malumdu ya gidecekleri yerde bulamazlarsa ihtiyaçlarını, nice olurdu halleri. Eski düşünce kalıpları yeniden benliklerini sarmaya başlamıştı ki; Anons daha güçlü geldi bu sefer, sanki negatif düşünce içine girdiklerini hissetmişti. – Bırakın zihninizdekileri, izin verin kendinize özgürleşmek için, izin verin kendinize arınmak için. İzin verin kendinize saflaşmak için. – Zihinde kalarak hiçliği hepliğe çeviremezsiniz. Bazılarından çoşkulu haykırışlar gelirken bazıları hala geride bıraktıkları limana takılı kalmışlardı. Keşke herkes bu seyahate çıkabilseydi! Ayrılık ve özlem şimdiden sarmıştı içlerini. İçlerinden birisi sordu; – Geride kalanlar ne olacak? Onlar ne zaman gelecekler? – Sesin cevabı açık ve netti; – Bir sonraki gemi için hazırlanacaklar kendi kaderlerini yaşayarak, Oysaki zaman algısıydı ayrılığı yaratan. Ayrılık hiç olmadı ki, hep birlikteydi herkes zamansızlıkta. Bunu anlayabilseler yeni oyun da başlamış olacaktı. Anonsa bu kez derinlerden gelen bir müzik eşlik etti. – Sizler, olmuş olanlar, artık farkedin kendinizi, sevginizi, özünüzü. Oyun bitti. – Teşekkür ederiz sizlere kendinizi hatırladığınız için, teşekkür ederiz sizlere hizmetiniz için. Şimdi burada olmayı tekrar hakettiniz. – Haydi şimdi eğlenme zamanı, keyif zamanı, sevgileri paylaşma zamanı… Alıntı ... ❤️
3 notes · View notes
rumimevlana · 8 years
Photo
Tumblr media
'Bazısı gelirken, bazısı da giderken gönül açıklığı verir. Dikkat et ve iyi bak ki, sendeki bu gönül açıklığı giderken mi yoksa gelirken mi beliriyor?'
Şems-i Tebrizi
155 notes · View notes
busyyaa · 8 years
Quote
.. bazısı gelirken , bazısı da giderken gönül açıklığı verir. dikkat et ve iyi bak ki , sendeki bu gönül açıklığı giderken mi yoksa gelirken mi beliriyor?
Şems-i Tebrizi
6 notes · View notes
yenicagkibris · 5 years
Text
Kıbrıs sallamalarından gerçek yakalama peşinde – Özkan Yıkıcı
https://wp.me/pXsHy-KB5 Ufak bir benlik bilgiyle konuya başlayalım: Yazın çoğu kesim şu veya bu şekilde tatile gider. Elbet, yazı yazoıyorsa da ara verir. Ben mümkün olduğu kadar, tatile gitsem dahi genelikle olanaklar ölçüsünde yazılarıma ara vermemeğe uğraşıyorum. Peşinen şimdi belirtecem: çıkacağım gezi nedeniyle bu defa yazı yazmayacam. Gezdiğim yerlerin ilginç bulacağım konuları da dönüşün eğer hala yazı yazıyorsam, değinecem.Şunu da belirtecem: medya yayın prokramların benim tatile çıkmam nedeniyle değil, ilgili kuruluşlar “Ratyo Mayıs gibi” bizi “dinlenmeğe” çektiler. Burda benim seçkim söz konusu değildir. Tatileri ne zaman biter, bilmem!***** Tatil veya ara vermekle, politik eksen de ara vermez. Hele de klasik Kıbrıslı bahanesi olan “yazın sıcaktır ve politika donar” sığıntısı da palavra olduğu, bu yaz sürecince yaşandı. Hem de hızlı şekilde K. Kıbrıs yapısal dönüşüm ve siyasi gündemlerle. Üstelik, tekrar tekrar yapılıp, iyice anlamsızlaşan, ancak iç dinamiklerin de oldukça silikleşip, siyasetin teslimiyet çenberinde debelenme gerçeği ile bunlar tekrardan anlamsızca yaşanmaya devam ediliyor. En komiği, durmadan yapılan hamleler ile dış dinemik karmaşası kağoslarla doldurulurken, Kıbrıs sorunuyla daha acayip bir sahnede oynanmaya çalışılmasıdır. Elbet, silikleşen ve teslim olan işbirlikci gerçek ile Kıbrıs sorunu kurgusu artık inandırıcılığı da kalmazken, gündemle oyalatıp gerçeklerden koparma karışığı de hızlanıyor. Gene laflara dalıp da makalenin özünde dolaşarak takılıyorum! Oysa resim net: Ben yazıyı yazdığım 8 Eylül Pazar günü, Karpazdan Lefkoşaya gelirken, Çıktığım köye Türkiye dışişleri bakanı Çavuşoğlu ile TC elçisi büyük bir konvoyla gidiyordu. Sabahki cami ilanıyla, Çavuşoğlunun Yeni Erenköy veya eski adıyla Yalusada plajda halkla buluşacak bilgisi okunuyor. Daha Akıncının sarayına gitmeden, Kutret Hazretlerini görmeden, soluğu Karpazın köyünde alıp ahaliyle sohbat edecek. Tabi nedeni ve oradaki garip beklentileri de tahmin etmek kolaydır. Siyasi mesajı ise net. Ben artık tekrar tekrar bunları uzun uzun anlatmayacam. Sadece, bazıların abartı kahramanlıkla, ganimet pay alma kültürlü beklentileri ile önemli sorunlarda Çavuşoğluna “rıcalar” yapmak da işin cabasıdır. Fakat, Kıbrıs sorunu, iki lider, federal yapı falan elbet artık Türkiyenin dilinde yok. Şimdiden kimileri kime fırça çekileceği merakı da adeta tahminlerle ayuka çıktı. Ama, B.M. temsilcisi adada dolaşıyor, alamadığı sinyaleri, içi boş kelimelerle tatilini uzatmaya çalışıyor. Öylesi net renklerle karşılaştı ki kendisi sarayda görüşürken, dışarıda söylenenler kadar, kafalarındaki Akıncının da nereye geldiğini istemese söylemese de mutlaka yakaladı. Adına, diplomasi denielrek de kıvırtmalar yapıp gerçekelrden de uzak mesajları Lut çaktı. Zaten isimleri “baırışçıl” olup aslında sistemin arkasına takılıp öncekini savunarak “çözümcü” olanların ilgisi ve haberciliği ile konu da gündeme geliyor. Oysa, normal bir ülkede Saray federal ve siyasi eşitlik derken, aslında buna karşı çıkanlarla örtüşen talepleri olma çakışması nedense hiç yüzleştirilmek istenmiyor. Çünkü, birielrine yaranma, oldukları yeri korumak veya yeniden gelme önceliği barışçıl çizgiyi şimdilerde eski statikoculuk terkisinde dolaştırıyor. Hat ta, normalde karşı çıkılan bazı Türkiye ile yapılan protokollerin, görüşmelerde yeni Kıbrıs kabulune dayatılma paradoksuna da kimse değinmiyor. ZZaten, Kıbrıs yakın tarihi kanıtladı ki iki liderli görüşmeler sorunları veya sıçrama yaptıramadı. Tüm Kıbrıs sıçrama siyasetleri, direk dış güçlerin müdahalesiyle gerçekleşti. Hat ta, toplumlar arası görüşmelerin de başlaması dahildir. Anlayacağınız, hala gerçeklerle değil, bizim önümüze konulan algılarla tartışıp ortaklaşma veya ayrışmalar oluşmaktadır. Üstelik, artık konuşmak istemesek de yüzleşmeden kaçsak dahi K. Kıbrıs nifusunun ne oranı nede kimliksel özellikleri artık bilinmiyor. Karmakarışık bir defakto yapı oluştu. Kurumsalaşamadığı için de kuralları dahi olmayan dağınık kalabalık halinde yaşanıyor. Siyaset ise teslim olup da silikleşe silikleşe artık etkin güncü veya politik üretim yapma konumu dahi kalmadı. Hat ta öylesi seçkiler yapıyor ki dayreğe gitmeyen, sicili kötü olan, öteki partiden gelen, geçmişteki yolsuzluk ve yalan dosyalarına rağmen kolayca elit eksene alınan birokrat, politikacı ve medyacı gibi her alanda üst elit oluştu. Dikat edin, TC ile direk yapılan paketlerde, üretimden tutun kamusal alanlara dek el atıldı. Kesintiler vurgulanırken de örneğin, üst elitin emekliliğinde dahi tahsisat alma avantasına hiç dokunulmadı. Sistem işbirlikcilerini, teslim olanın da değerini elbet biliyor! Artık en keskin yalan veya çirkin olay karşılıkla destek bulma koşullarını da oluşturdu. Çıkar ve güç, teslim olma ile yapılaşma bu denklemi oluşturdu. Hem garantörlük denilip, bunun temel ekseni Kıbrıs cumhuriyeti yoktur birlikteliği gayet güzel tutuyor. Garantörlüğün Kıbrıs Cumhuriyeti ve adanın batı ekseninde kalma ilkeleri yok sayılıp öyle seslendiriliyor. Kavrama konulmayan önce “Türk” kelimesiyle saptırılıp sonra son yükselen seslerle adanın garantörü ile sahibi olma özeşlik fetihlemesi vurgulanmaktadır. Başka pencereden ise dünyada hem de en gelişmniş ülkelerde dahi iflas eden ekonomik reçetelerin, hem de K. Kıbrıs koşullarında “başarılı” olacağı ezberi tekrarlana tekrarlana ölümün eşiğinde gül bahçesi hayali kuruluyor. Aslında ekonomik paket işi ve Kıbrıs sorunundaki bakışlar, siyasal iç silikleşmenin yeniden üretimidir. Öylesi silikleşme ve teslimiyet olup cihalete gelindei ekonomiği Türkiyeden gelecek para basitliğine dek indirgedi. Kıbrıs sorununu ise boş sözlü “siyasi eşitlik” lakırtısına dönüştü. Daha kötüsü, bu sonucu yaratan yapının silikleşmiş ve erklerini teslim eden siyasetci ile değiştireceği inancı hala varlığını sürdürmesidir. Sürdürmese akabinde seçenek gündeme gelecek, Ozaman da mücadele ve örgütlenme dayatısı olacak. Bunun için de önce gerçekleri kabulenme ile başlanması şart. Ozaman da taşlar oynaması gerekecek. Bunu şu kesime sorun; Barış derken hangi barış? Peki ilgili yöneticilerin tutumu ortadayken, masaya koydukları da belliyken, bunu kabuleniyormusunuz? Hele de Akıncının gerçekten kendi makamlarıylda uzlaşmazken, sarayda kalma önceliği kesinken, masaya koymak istediklerini kabuleniyormuyuz? Basit bir açılım da oluştu: “Çözüm olsun da nasıl çözüm olursa olsun” denilecek. Ozaman da sonuç ortada. Koşullar malum. Bunları imkar etmeyecem. Etmeyeceğim öteki gerçek de artık öyle kendi kendimize konuşulan Kıbrıs da kalmadı. Geç kalmanın yeniden geç olmanın versyonunu yazıyoruz. En kolayı basit kelimelerle ve “barış çözüm” denilip hem de sunduklarına inanmadan “iki lideri cesaretlendirme” vurgusuyla takılıp kalalım. Artık K. Kıbrıs dünkü durumunda değildir. Şimdiden yarınını da net işaret ediyor. Günbür günbür herkes fırsatı kulanmaya çalışıyor. Kimi avantayı, kimi koltukları ve bazısı da adanın geleceğini para veya teslimiyetle hazırlıyor. Ozaman, fazla şikayet de boşuna, sadece tek kişi olarak mümkün olduğu kadar gerçekleri yazarak görevimi yerine getirmekten başka konumum da kalmadı.
0 notes
Text
Bazısı
”mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
her otelde biraz eksilip, biraz artarak
yani çoğalarak
tahvil ve senetlerini intiharla değiştirenlerin
birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
ağır ve acı tanıklıklardan
geçerek geldim. Terli ve kirliydim.
Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
ve açık hayatları seviyordu.
Buraya gelirken
uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
Adım onların adının yanına yazılmasın diye
atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
panayır yerleri... panayır yerleri...
ölü kelebekler... ölü kelebekler...
sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
acı çekecek yerlerimi yok etmeden
acıyla baş etmeyi öğrendim.
Yoksa bu kadar konuşabilir miydim?” -MM.
0 notes
mine-yagiz · 7 years
Text
23.10.2012’den ;
“Kıyma o saçlara” deriz biz biri saç kestirmeye heveslendiğinde. Ya da “Erkek Fatma gibi olursun, yapma” deriz bazen. Bazısına da cesaret vermiş olmak için “çok şık olur denesene” der, aslında içten içte hayal edince erkek gibi olacağını düşünürüz. Ne ilginçtir ki ünlülerde gördüğümüzde hepimizin içinden en az bir kere geçer “keşke ben de kestirebilsem” diye. Bazısı cesaret edemez, bazısının saçı çok uzundur “kıyamaz” tabir-i caizse. O değil de, saç, kıyılamayacak bir şey midir? Yani kökü bizde değil mi bunun? Neden saçını kestirmek dünyanın sonu gibi görünür ki?
Önemli olan iç güzellik desek de elbette hepimiz güzel görünmek, göze hitap etmek istiyoruz.Gözümüze hitap etmeyen bir şeyi tanımaya fırsat bile vermeyiz ki aslında. Nereden bileceğiz içinin güzel olup olmadığını? Ama ben yine de bu saç olayının fazla abartıldığını düşünmekteyim. Kısa saç cesaret edilemez bir şey iken, nedense herkes kendine uzun saçın yakıştığını falan düşünüyor olmalı. Çünkü saç kestirmeye cesaret edemeyen herkes saçlarını uzun tutuyor. Oysa ki insanlara bir çok yönden ilham vermiş beyaz perde yıldızlarından da görebileceğimiz gibi saç kesimi insanı ne kadar özgür hissettiren, özgün kılan bir seçim. Doğru yapıldığında, biraz da cesaret ile ne kadar büyük farklar yaratabilirsiniz.
Ünlüler dünyasının güzellerine bakıldığında ise hepsi -en az bir kez- bunu deneyip nasıl hissedeceğini görmeyi tercih etti. Kimi en çok kısa saçlı haliyle sevildi, kiminin hayranları sosyal meydayı ayağa kaldırıp “bunu neden yaptın! Erkek çocuğu gibi olmuşsun!” dediler. Bazısı kendini farklı hissetmek için yaparken kimisi saçlarını yardım kuruluşlarına bağışladı. Böylece hem yeni bir görünüşe sahip olurken hem de hayranlarına sosyal sorumluluk projelerine katılmaları için teşvikte bulundular.
Hepsinin de ortak bir noktası vardı aslında. Pişman olmadılar. Yıllarca kameralar önünde, milyonlarca insanın gözü önünde olmak onlara belki ünlü olmayan insanların sahip olmadığı özgüveni kazandırmıştı. Her röportajlarında saç kesimlerinin ne kadar özgür hissettirdiklerini, değişikliğin ne kadar güzel olduğunu anlattılar.
Kısa saçın erkeklikle özdeşleştirildiği bir dönemde, onlar farklı ve kendilerine özgü kısa saçları ile kadınlar dünyası içinde sivrildiler ve milyonlarca insana ilham kaynağı oldular. Ama elbette bunun bir çıkış noktası var.
1953 yılında, Roma sokaklarında beliren bir kayıp prenses, içinde yaşadığı dünyadan sıyrılıp farklı hissetmek; bir gününü bile olsa sıradan bir genç kız gibi geçirme ister. Ancak hakkında bir arama çıkarılmıştır. Bu nedenle karşısına çıkan ilk kuaföre giderek kendisini kuaförün ellerine bırakır. Kuaför ise saçlarını kısacık seçer. Kendisi bile bu değişime şaşıran genç kız aynı zamanda bunu çok sever.
  Evet bildiniz. Bahsettiğim kişi 1953 yapımı, başrollerini Audrey Hepburn ve Gregory Peck’in paylaştığı Roman Holiday filminin baş karakteri Prenses Ann. Bu filmden sonra Audrey uzun yıllar boyunca saçlarını kısa olarak kullandı. İri gözleri, dönemindeki hiçbir kadına benzemeyen yüz hatları ve olağanın dışındaki kalın kaşlarına bir de kimseye benzemeyen kısacık saçları eklenince, Audrey artık tam anlamıyla eşi olmayan bir yıldıza dönüşmüştü. Zarafeti, bilgiye ve kendini geliştirmeye olan açlığı, sevecenliği  ve farklı görünüşü ile kadın erkek bir çok insana ilham kaynağı olmuştu artık.
1950’li yıllarda Audrey Hepburn’un başlattığı bir çok akımdan biri -orjinal ismi ile- Pixie saç kesimi oldu. Günümüzde, saçlarını bu şekilde kestiren bir çok ünlü hala Audrey Hepburn tarzıyla anılır.
Şimdi gelelim bizim inceleyeceğimiz yıldızlara. Kısa saçlı insanlar dediğimizde hepimizin aklına en fazla 2-3 kişi gelirken aslında düşünüldüğünde, ben, sadece ‘en popüler’ ünlüler kategorisinde bile 12 tane ünlü bulabildim. Bunlar 2000’lerin yıldızları elbette. 1950’lerde Audrey’nin başlattığı bu akımdan sonra her dönemde kısa saç modanın bir parçası olmuştu.
My Week with Marilyn filmlerinin çekimlerinden önce saçlarını kestiren Michelle Williams, Marilyn kostümlerini ve peruğunu attıktan sonra bile sarı, kısa saçları ile Marilyn imajını hala koruyabilmekte. Çekimleri aşağı yukarı 10 yıl süren Harry Potter serisinin bitiminden bir kaç hafta sonra saçlarında devasa değişiklik yapan Emma Watson ise herhalde genç kuşak arasında en çok etki yaratan haber oldu. Bunu Rachel Hurd-Wood, Dakota Fanning gibi gençler izledi. En yakın zamanda saç kesimi ile sosyal medyaya damgasını vuran ünlü ise Miley Cyrus oldu. Saçlarını kestirmeden hemen önce twitterında bunun hakkında tweetler atıp fotoğraf paylaşan Miley hayranlarının yüreklerini ağzına getirdi. Yeni saçlarının fotoğrafını paylaştıktan sonra “neden yaptın bunu!” gibi tepkiler alsa da Miley her gün olduğu gibi o günden sonra da fotoğraflar çekip yüklemeye devam etti. Hiçbir şeyin de moralini bozmasına izin vermeyeceğini söyledi. Hatta bir tweetinde “Saçlarımla ilgili yorumlarınız için teşekkürler. Beni saçım için sevenleri görmüş oldum” diyerek, saç kesiminin değişmesi ile kendisine sevgisi azalan insanların umrunda olmadığını açıkça belli etti.
Denediği bir çok farklı saç şekli, renginden sonra eski siyah ve kısa saçlarına geri dönen ünlü ise Rihanna. Yeni ve kısa saçları ile ilk kez MTV Video Müzik Ödülleri 2012’de ortaya çıkan Rihanna diğer ünlüler kadar etki bırakmadı çünkü daha önce pixie saç kesimi kullanmıştı. Natalie Portman’ın durumu ise bambaşka. 2005 yılında çektiği V for Vendetta filmindeki bir sahnede saçlarını kazıtan oyuncu bu sahnenin gerçekten çekilmesini istedi ve omuzlarının da aşağısında olan saçlarını kazıttı.2005 yılında katıldığı etkinliklerde Natalie’nin saçları, filmde kazındığı şeklinde görünüyordu. Bu ise Natalie’nin yaptığı mesleğe olan aşkı ve kendine olan özgüveninden başka bir şey değildi.
Kısa saç, yüz hatlarınıza, tarzınıza göre ayarlandığında ve doğru bir şekilde uygulandığında bir çok uzun saç modelinden çok daha çarpıcı ve çekici olabiliyor. Belki yaşadığımız ülkenin kültüründen ya da yapısındandır, kısa saçlı insanlar bizde hep erkek muamelesi görür. Öyle düşünmeyenlerin çoğu da kestirmeye cesaret edemez. Ya beğenilmezse? diye. Önce bu korkuları aşmak gerek. Biraz özgüven, biraz araştırma, biraz da kaliteli bir kuaför elbette. Size sırf para kazandıracak bir müşteri gibi bakan değil, mesleğini ve becerilerini ortaya koyup size gerçekten o saç yakışacak mı yakışmayacak mı söyleyecek biri olmalı. Belki yakışmayacak o saç size. Belki de çok çirkin olacak. Ama hayal bile edemeyeceğiniz kadar güzel de olabilir. Sizi hiç olmadığınız kadar iyi de hissettirebilir. Denemeden kim bilebilir?
Saç kesimleri ile moda dünyasında fark yaratmış, hayranlarına örnek olmuş ünlülerden sizlere bir arşiv hazırladım. Aşağıdaki fotoğraflarda bulabilirsiniz. Umarım hoşunuza gider. 🙂
–Mine YAĞIZ
  #gallery-0-5 { margin: auto; } #gallery-0-5 .gallery-item { float: left; margin-top: 10px; text-align: center; width: 33%; } #gallery-0-5 img { border: 2px solid #cfcfcf; } #gallery-0-5 .gallery-caption { margin-left: 0; } /* see gallery_shortcode() in wp-includes/media.php */
NEW YORK, NY – SEPTEMBER 24: Actress Scarlett Johansson attends the “He Named Me Malala” New York premiere at Ziegfeld Theater on September 24, 2015 in New York City. (Photo by Dimitrios Kambouris/Getty Images)
Giden Saçların Ardından : Pixie 23.10.2012'den ; "Kıyma o saçlara" deriz biz biri saç kestirmeye heveslendiğinde. Ya da "Erkek Fatma gibi olursun, yapma" deriz bazen.
0 notes
metinbdemirel · 7 years
Photo
Tumblr media
Bazısı gelirken, bazısı da giderken gönül açıklığı verir. Dikkat et ve iyi bak ki, sendeki bu gönül açıklığı giderken mi yoksa gelirken mi beliriyor?
0 notes
dogumgunumesajlari · 7 years
Text
Şemsi Tebrizi Sözleri
Sayfa İçeriği: Şemsi Tebrizi Sözleri, Şemsi Tebrizi Sözleri Yeni, Şemsi Tebrizi Sözleri Kısa, Şemsi Tebrizi Sözleri Uzun, Şemsi Tebrizi Sözleri Anlamlı, En Güzel Şemsi Tebrizi Sözleri, Özlü Şemsi Tebrizi Sözleri, Şems-i Tebrizi Sözleri, Şemsi Tebrizi Aşk Sözleri, Şems-i Tebrizi Nasihatları, Şemsi Tebrizi Sözleri Facebook, Duygusal Şemsi Tebrizi Sözleri, Mevlana ve Şems Sözleri, Mevlana Şems Sözleri,  Bu sayfamızda Şems-i Tebrizi'nin en güzel ve anlamlı sözlerini hazırlamaya çalıştık. Şemsi Tebrizi'nin sözlerini bu sayfamıza ekledik. Etkileyici bu güzel sözleri çok beğeneceksiniz. Beğendiğiniz sözleri sosyal medyada paylaşabilirsiniz. Sayfamıza eklemeyi unuttuğumuz Şems-i Tebrizi sözleri varsa yorum bölümünü kullanarak sizler ekleyebilirsiniz. Ayrıca sizler de güzel bir ekleyebilir, görüş ve önerilerinizi bize bildirebilirsiniz. İşte en güzel Şems-i Tebrizi sözleri... EN GÜZEL ŞEMS-İ TEBRİZİ SÖZLERİ Aradığın şey o kitaplarda değil, aradığın şeyi okuyarak bulamazsın. Sende eksik olan şeyi gözlerinle tamamlayamazsın. Aradığın şeyi Dünya’da arayacaksın, aradığın şeyi yüreğinle bulacaksın. Dünya’da ki tüm kitaplar, tüm hesaplar, akıl oyunları, sayfalarca laflar, sevginin yerini tutmaz. Okuyarak öğreneceksin ama severek anlayacaksın. Hüzün ki en çok yakışandır âşıklara. Yandık, yakıldık; ama hüzünden yana asla yakınmadık. Ne de olsa biz mahzun bir Peygamberin ümmeti değil miyiz? Hüzün taze tutar aşk yarasını. Yaramdan da hoşum, yârimden de... Hakkın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi olmayacağını? Aranızdaki bütün perdeleri tek tek kaldır ki, Tanrı’ya saf bir aşkla bağlanabilesin. Kuralların olsun ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhaba putlardan uzak dur dost. Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma! İnancın büyük olsun ama inancınla büyüklük taslama. Kuralların olsun, ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma. Bilhaba putlardan uzak dur, dost Ve sakın kendi doğrularını putlaştırma! İnancın büyük olsun, ama inancınla büyüklük taslama! Yaşarım mutlu olurum, yaşarım mutlu ederim, tabi ki mutsuzda olurum ama yaşadığım… Sürece umutsuz, şükürsüz olmam. Aldatmaya çalışanlar aldanırlar, güvenim kaybedilir hep ama ben hep kazanırım. Bazen uzaklaşmak gerekir, yakınlaşmak için... Bazen hatırlamak gerekir, hatırlanmak için... Bazen ağlamak gerekir, açılmak için... Bazen anmak gerekir, anılmak için... Bazen de susmak gerekir, duymak için... Bir şey yap, güzel olsun. Çok mu zor? O vakit güzel bir şey söyle. Dilin mi dönmüyor? Öyleyse güzel bir şey gör veya güzel bir şey yaz. Beceremez misin? O zaman güzel bir şeye başla. Ama hep güzel şeyler olsun. Çünkü Her insan ölecek yaşta... Cehennem gibi olmalı, cehennemi bile yakıp yandıracak bir gönül istemeli… Ki o gönlün önüne iki yüz deniz çıksa, hepsini de yaksın, yandırsın. Onun tek bir dalgası bilindik denizlere taş çıkartsın. Anladım ki: insanlar; susanı korkak. Görmezden geleni aptal, affetmeyi bileni çantada keklik sanıyorlar. Oysaki biz istediğimiz kadar hayatımızdalar… Göz yumduğumuz kadar dürüstler ve sustuğumuz kadar insanlar… Sana affedilemeyecek kadar büyük hata yapan birine, akıl sınırlarının bittiği yerden başlayacak ceza vermek istiyorsan; bütün samimiyetinle affet. Hissedilen her şeyi arşivleyen kader, kendisiyle en iyi biçimde ilgilenecektir. Yaşarken anlayamadıkları değerleri, öldükten sonra anlamanın kimseye faydası yok. Sevdiğinizi dirileştirmenin yolu, hayatın tazeliğinde itiraf ve ifade etmektir. Sığ suları en hafif rüzgârlar bile coşturabiliyor. Derin denizleri ise ancak derin sevdalar. Anladım ki, derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki susan her şey derin ve heybetli. Yolun ucunun nereye varacağını düşünmek beyhude bir çabadan ibarettir. Sen sadece atacağın ilk adımı düşünmekle yükümlüsün. Gerisi zaten kendiliğinden gelir. Bazısı gelirken, bazısı da giderken gönül açıklığı verir. Dikkat et ve iyi bak ki, sendeki bu gönül açıklığı giderken mi yoksa gelirken mi beliriyor? Hayata tepeden bakarsan insanların sadece tepesini görürsün. Hayata daima insanlarla aynı mesafeden bak. O zaman insanların hem yüzünü, hem kalbini görürsün. Diyorlar ki dost acı söyler? Acıyı söyleyene dost denilmez ki! Seni sevmeyen acı söyler dostun sana söyleyeceği acı dahi olsa senin canını acıtmayacak şekilde tatlı dille söyler. Gıybet etme sakın, bil ki dedikodu denilen şey mıknatıs gibi kötü enerji çeker. Kimsenin aleyhine konuşma, uzaktan atıp tutma, insanları kem dille yargılama, bil ki yanılırsın. Bildiklerini unut. Diyor dost. Gel al eline bir silgi, şu yeni başlayan güne bilgilerini silmekle başla. Zanlarını, yargılarını, önyargılarını ve dahi bütün genellemelerini koy bir çuvala ve hepten terk et. Güzel bir gülü, güzel bir geceyi, güzel bir dostu herkes ister. Önemli olan gülü dikeniyle, geceyi gizemiyle, dostu tüm derdiyle sevebilmektir. Kader; yolun tamamını değil, sadece yol ayrımlarını verir. Güzergâh bellidir. Ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse, ne hayatın hâkimisin, ne de hayat karşısında çaresiz. Hak yolunda ilerlemek yürek işidir, akıl işi değil… Kılavuzun daima yüreğin olsun, omzun üstündeki kafan değil. Nefsini bilenlerden ol; silenlerden değil… Ey İnsan! Kafdağı kadar yüksekte olsan da, kefene sığacak kadar küçüksün. Unutma; her şeyin bir hesabı var üzdüğün kadar üzülürsün. Ve bilesin üstüne aşkı giydirdiğim bu yüreğe ben söz verdim, hiçbir harfi, sensiz bir cümleye kurban etmedim. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden bilebilirsin hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını. Sevmeye layık olmayanı hatırlayarak değerli etme! Dönmek mi istiyor, bir şans daha verme. Unutma; sevgi yürekli olana yakışır. Bir gül kadar güzel ol; ama dikeni kadar zalim olma. Birine öyle bir söz söyle ki, ya yaşat ya da öldür; ama asla yaralı bırakma. Mühim olan yükseklere çıkıp hayata tepeden bakmak değildir; mühim olan ne kadar yükselsen de her şeye eşit mesafeden bakabilmektir. Dürüstlük bir şehirdir, ben de o şehrin sultanıyım, Onda kendim yaşayayım, kendim öleyim, kendim korunayım… Sanmayasın ki; aşk akıl işidir. Gül ki her gönlün mürşididir. Kimini kokusuyla şad eder. Kimini de dikeniyle irşat eder. Kır kalemin ucunu. Bundan sonraki yolculuğumuz aşk yolculuğudur. Aşkı kalem yazmaz ki kitaplarda bulasın. Kalp midir insana sev diyen yoksa yalnızlık mıdır körükleyen? Sahi nedir sevmek; bir muma ateş olmak mı, yoksa yanan ateşe dokunmak mı? Ne diye böbürlenip büyükleniyorsun. Doğumun bir damla su, ölümün bir avuç toprak değil mi? Otunu, suyunu bilmediğin gönüllerde koyun gütme! Yoksa kaçıracağın keçilere çobanlık yapamazsın. Kalp ruha der ki: ben severim, âşık olurum; ama acısını nedense hep sen çekersin. Ruh da cevap verir: Sen yeter ki sev... Ey aşk! Seni senelerce yaban ellerde, hoyrat dillerde aradım. Oysa bendeymişsin bilememişim. Oyalanmışım. Kalakalmışım. Hayatta her şey olabilirsin; fakat önemli olan hayatın içinde insan olabilmektir. Eğer Allah seni bana yazmışsa, benden kaçışın yok! Lakin kader seni benden almışsa, ağlamaya lüzum yok. Aşık odur ki, Allah’tan aldığı aşk emanetini Allah’a verir. Aşk mezhebinde her şey yüce Aşk’a kurbandır. Ya tam açacaksın yüreğini, ya da hiç yeltenmeyeceksin! Grisi yoktur aşkın, ya siyahı, ya beyazı seçeceksin. Gamzelendi gönül yine devası ah’tır. Gönlü mahzun olanın dostu Allah’tır. Söylediklerimin hepsinden vazgeçtim, pişman oldum. Çünkü ne sözde mana, ne de mana da söz kaldı. Olurda bir gün mesafeleri aşıp bana gelirsen, yüreğinde rengârenk açan Aşk ile gel. Her şeyi senin için var ettim diyen Rabb’e, her şeyi senin için terk ettim” diyebilmektir aşk.
0 notes
yenicagkibris · 5 years
Text
Adım adım yaşarken – Özkan Yıkıcı
https://wp.me/pXsHy-KzU Yazıyı yazarken gün Salı ve tarih 2  Temuz olarak olmaktadır. 2  Temuz çok önemli tarihi bir ibret günüdür! Sıvasta Madımak katliyamının üzerinden tam 26 yıl geçti. Yaşanan yaklaşık yarım asrın gerçeği ile son günlerimizdeki çeşitli gelişmeler, adeta saramalaşan düşünce biçimine dönüştü. Kar taneleri top olup adeta savrulmakla meşkul haldeki birikime benziyor. Sivaş katlihyamının yıldönümü, G.20 zirvesindeki resim magazinliğinin utandırıcı boyutunun görmezden gelişi veya adamıza düşen ve pekde özüyle konuşulmayan cismin hikayesi, adım adım yaşanan gelişmelerdeki ders alıcı özleriyle geçip gitmektedir. İstedim ki son gümnlerin hem gelişmeleri hem de önemli tarihi anımsatmalarla bir ortak paydaşlı makale üreterek,okuyucunun da gözden kaçırıp veya unuturulan olgularla daha basit enazından bilgi edinmesini düşündüm.**** Bugün 2  Temuz* Daha gerçeği, ben yazıyı yazarken ki tarih. Siz okuyacağınız an ise Muratın keyfiyle yazıyı ienternete koyacağı gün olacak. Böylesi bir net paradoks da mevcut. 2  Temuz ise tarihi Madımak otelin Katliyyam tarihi. Daha gerçeği, katliyamdan da daha vahşi şekilde Sivasta onbinin üstünde insanın 33 aydını Madımakta yaktığı tarihi gerçekğin ta kendisidir. Türkiye Cumhuriyeti ülkesinde, yönetimde Sosyaldemokrat ile sağ muhavazakarların kualisyon yaptığı bir dönemde 1993 yılında Temuz ortasında, göstere göstere, yaklaşık 8  saat, meydanlarda “şeryat isteyerek” bu katliyam gerçekleşti! Bu kısa anımsatmaya eklenecek fazla söz kalırmı? Öyle ki kendi aydınını uyduruk yalanlarla ve cihaletci din kulanımlarla bir ildesloganıyla “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılcak” haykırışı ve “yakın” teşvikiyle göstere göstere bir ülke hem de “demokrat”  denilen hükümet döneminde cayır cayır otel içinde yakılıyor. Sonrası mı; bu canavar adeta yargı oyargı oyunlarıyla ceza alamıyor, sonraki başbakan da “zaman aşımıyla kurturlmalarını” resmen “Hayırlı olsunla” karşılıyor. Demek ki Sivas katliyamı öyle basit bir öfke veya birden parlayan kıvılcım değildir. Yapılışı ve katılımı yanında, devletin tutumuyla yakılmalarına dahi engel olunamayarak resmen ortaklaşan bir tarihi sayfa yazıldı. Bu olay yapılırken veya yakılma sonrası yargıdan öteki duruşların şekline dek gereken tepki konsaydı veya yerinde tutumlar konulsaydı, bugün banbaşka bir Sivas Madımak konuşur olacaktık. Oysa, ısrarla unutulup, o  dönemin siyasal çizginin devamında nerelere geldiğinin de birikimiyle deyerlendirme yapacaktık. Demek ki unutmak veya saptırmakla sorunu çözmek, bellek kayıbı da eklenince işler yoluna giriyor. Hele de yapanlar da iktidarda olursa! Bugün “yani yazı yazılırken” 2  Temuz. Salının gecesi yavaş yavaş geliyor. Sanki kulaklarımda katliyamdan kurtulan Aziz Nesinin sesi geliyor gibidir: “Bu tehlikeği hala görmüyorsunuz* Tam 8  Saat, onbinler sokakta şeryat bağırdılar. Sonra, Yakınız diye seslerle onca aydın insan yakıldı. Devlet seyretti! Önlem almadı. Beni suçlamaya çalıştılar. Söylemediğim sözleri söyledim diyerek haklı çıkmaya çalıştılar. Bu ahlaksızlıkdır. Bu utanmazlıktır! Yapılan vahşeti örtme çabasındadır. Ben bu tehlikeği hep söyledim. Artık söylem değil resmen Türkiye Cumhuriyetinin bir şehrinde insanlar Şeryat istenerek yakıldılar. Böylesi bir vahşeti dahi savunacak argüman arandı. Siz gazeteciler dahi, olayın önemi yerine Aziz Nesin böyle dedi bahanesiyle önemsetirmemeğe çalıştınız. Hepiniz Suçlusunuz ve yarının karanlık günlerine çanak tutuyorsunuz” dediydi! Nitekim, Aziz Nesin şimdilerde ta Madımak katliyamı olmadan önce uyardığı koşullar birer birer vahşet ve baskı yaratarak geldi. Sivas Katliyamı aslında gelmekte olan tehlikeği işaret ederken, ezberlerle kurgulanan lafların da nedenli yalan olduğunun da müzesi haline geldi. Neyazık ki onca gerçekler artık topraklara ve tarihe sığmazken, hala “biz geçmişte gayet iyi davranıyorduk” ezberleri hala kandırmaca bir manzume olarak sarılmaktadır. Madımağın önemi de burada gizli. Bundandır ki insan yakan ve şeryat isteyen kesimler yargıdan kurtuluyor ve görüşleri devlet içinde kökleşmektedir.****** Tarihe tüm adımlarımızı sığdırtmama adına hemen günümüze geliyorum. Hafta sonu G.20 zirvesindeki biraz da magazinel, hat ta karikatürleşme kaynağı resme gelelim. Aslında, ana akım medya bunu başka bildik gözle sundular. Nedeolsa, sorgulayan yok, görsel etkilem de oldukça yaygındır. Toplantı sonu resimde Erdoğan ve Trump yan yana duruyordu. TC Medya ekseni bunu ilişkilerin de düzeldiği mesajıyla verdiler. Magazin medyası konuyu kendine göre yorumladı. Hat da kimisi de videyo yaptı! Meyerlim; aslında Trumpun yanında Çin devlet başkanının durması gerekiyordu. Japonların hazırladığı G.20 sonuç resmindeki protokol böyle idi. Bundandır ki önceden herkesin yerini belirten kendi senbolleri konuldu. Erdoğan gelince hemen Trumpun yanına yerleşir. Oysa, Japon görevli konuyla alakalı uyarısını işaretle yapar. Erdoğan aldırmaz. Erdoğanı ise protokolda Rusya lideri Putinin yanına koyarlar. Ama, dinlemez veya uymaz! Derken, Çin devlet başkanı gelir. Çekimlerle bunu izlerler. Çin devlet başkanı yerine gelirken, Erdoğanı görür. Fazla şamata yapmadan oradan ayrılır. Kim bilir; Erdoğan olsa ne yapardı? Magazin medyası bunu yakalar. Alaylı ve kendi anlayışlarıyla yorumlarlar veya salt gelişmeleri gösteren yayınlarla izleyicilere brakırlar. TC yayınlarında gerçeği birkaç medya ya verdi ya vermedi. Ana akımcılar ise konuyu “Erdoğan ve Trumpun nedenli dost olduğunu” anlatan metiyeler sıraladılar.******** Bunlar hafta sonunda zaten fazla haber geçilemeyen G.20 toplantısında olurken, magazinsel haberler de kaçınılmaz olarak birçok ülkede yer buldu. Tabi, K. Kıbrısta bu konuda kısır kalmanın tekrarlanan senfonik bölümü olarak çalındı. Üstelik hafta sonu oluşu ve bolca panayırlarla yöneticilerin şovları da uluslar arası ilginin daha bir yoklaşmasına neden olmaya yetiyordu. Fakat, biz nekadar gerçeklerden uzak kalmak istesek de bölge veya daha dar çevredeki olanlara sağır kalmaya dirensek de bunlar biraz çığrından çıkınca buraya dek gelip vurur. Öyle de oldu. 1  Temuza girerken, gecenin sabaha ilerlerken, sesizlikler yoğunlaşırken, ansızın bir ses duyulur. Hemen gayet kolay olan sosyal medya işlemeğe başlar. Kimisi patlama, kimisi düşen uçağı ve kimisi de kurguların esirliği ile “ufoları” sıralamaya başlarlar. Derken konunun buraya şu veya bu şekilde düşen füze gerçeği ile ilk perde tamamlanır. Sonrası mı: sıra politikacılara gelir! Hele de ta baştan kimisi saray rüyaları kimisi de “dangadüngalarla” meşur olurken, bu alanda da kendini hemen göstermekte gecikmez. Sanki çok anlarmışcasına bazısı yerine gider; bazısı da gitmeden atışlara başlar! En mühimi yine “dangadungacıda” olur! “Önemsenecek bir şey yok” deyiverdi. Klasik K. Kıbrıs siyasal dönüşümleri başladı. Çok eksikliklerin ve bilgisizliğin adeta nasıl konuşma yaratığının derslerini bizat politikacı dilinde yaşadık. Hele de Türkiyeye dokunmadan ve kendilerini kulandıklaarı unvan gibi görme kusurları birer birer sıralanmaya hız verdiler. Hep uyardığımız eksiklikler sırıtmaya başladı: Sadece arada bazı duyduklarını eklediler! İsrail uçaklarının Suriyeyi vurup, Suriyenin gönderdiği füze öngörüsü acemice kulanıldı. Fakat en acısını söyleyecem: ikidebir buranın savaş bölgesi olduğunu, herkese meydan okunup tehtitler yağdırılırken, düşen füze parçasının çıplak el ile dokunulunmayacak basit önlemi nedense bilinmediği boyutu da ortada gezindi. Başka bir gerçek de bizim politikacıların anlatıklarına pek inanan olmadığı için de bol bol başka fantezilerle konu gündemde tutulmaya devam edildi. Nede olsa bir gündem bulundu. Bunu da koltukcular Hayat pahalılığından Y.2  kesinti yaparak bu koşulu kulandığı da anlaşıldı. Kıbrısta hep uyardığım eksiklik yeniden yaşandı. Adamızın etrafında olanlar, Suriye gerçekleri ile kendi durumumuz hiç dikate alınmıyor. Örneğin, gelen füze gerçeği ile Suriye öne sürülürken, salt İsrail saldırısı eklenirken, ayni anda Halepi ABD bonbalaması, idlipte Türkiye Suriye çatışması, Türkiyenin Suriyede işkalci olup Rus ruleti oynadığı, Doğu Akdeniz gaz gerilimi ile denizimizde bolca çeşitli ülke gemilerinin oluşu, daha da konuşulmayan, adadaki üstler ve oradaki güç gerçekleri bu tartışmaya damıtılıp öngörü yapılmadı. Hele de füzenin markası ile bölgemizde başta Türkiyedeki silah pazarlık rekabeti de konuşulmadı. Zaten, bizim efendilerin böylesi ne bilgiye ihdiyaçları var nede bunları konuşmak için Türkiyeden izin almış deyilerdir. Oysa, ada resmen tek değil çok sorunla kuşatılıp, değişik güç hesaplarıyla dalgalanmaktadır. Türkiyenin dahi yeni deniz ve hava üstü istemesi bile K. Kıbrısta konu yapılmaya yetmiyor! Yukarda sıraladığım çok azı olan gerçekler, şu sonuca bizi getirir: Bizim idarecilerin yapacağı açıklamalar en yandaşları tarafından dahi pek inandırıcı bulunmuyor. Tıpkı sanki Maraş politikasını kendilerinin belirlediği algısında olduğu gibi… demek ki biz en basit olayın dahi gerçeğini anlamak adına olanları ve el yordamıyla toplayacağımız bilgielrle ancak anlarız. Öyle ki zamanında bazı ölümlerin dahi sonradan banbaşka nedenleri olduğunu öğrendiğimiz gibi….. Fakat, bizim başta “dangadüngacıya” bakacak olursanız, konuştuğu yere göre ve hat ta ayni yerde bir dediği ötekini tutmuyacak kadar farklılıklarla doludur. Ben yazıyı yazmadan önce, ayni kişi TC Havuz medyasında “Suriyeye” tehtitleri de yağdırmayı unutmadı! Nede olsa konuşma resmiyetine konulmasa da “başbakanlığa” gelişini herkes yol geçişini gayet iyi bilir. Sonuç olarak, siz bellek kaybına gayet mükemel uyarsanız, yaşadıklarınızı değil de istenileni konuşursanız, bilimi ret edip liderlerin dediği ile gerçeğe kapılırsanız, haberi olduğu gibi değil de birilerine dokunmama sansürüyle yaparken, statikoyu salt siz ve o  koltuk hesabıyla yaparsanız, en önemlisi, hala etrafınızda olanlara yabancı kalıp ilgilenleri aptal yerine, halka önem vermemekle suçlarsanız, yukardaki taplolar adım adım yaşamlarımızda yerini alıp bir hayat oluşturmaktadır. Sivas katliyamı ile şeryatli gericilik gerçeği, şimdi bölgemizde hem de ta içimizde yaşamın içeleşen önemli kültürleşmesi haline dönüşmektedir. Artık katliyamların lafı dahi yapılmıyor. Örneğin, Suriye gerçeğini bilmeden, orada sizin de katgınızla oluşan kamuoyu gerçeği ile yüzleşmedikçe, hep insan kirlilikleriyle rant arasına sıkışıp kalınacaktır. Daha geçenlerdeki Suriyeli hikayesi ve Güneye gönderme siyasal durum bize dek  Suriye gerçeğinin nasıl insan ayıpları, rant hesapları ve kirletilen siyasetle normaleştiğinin çok acı roman bölümü olarak girdi. Ama, Suriye acısından insani kulanım rant sağlama ile Rumu cezalandırma hamlesi birleşince, cepler dolup siyaset de rahatlamaktadır. İşte yukardaki adımlarla Kıbrıslaşan gerçekler böylesi birkaç adımla yorumlama sayfasına giriyor. Sorunlar varken sorun yokla karşılık verip ilgisizlikle ranta dönüşünce, bu sorunlar da çözülmez. Zaten, içerikler de bunu haykırıyor.
0 notes