Tumgik
#hepsi sıra sıra
dengesizim · 7 months
Text
valla bana rahat yaramıyo ve yaramaması da lazım amk yapmak istediğim o kadar şey var bi şekilde yetiştirmem gerek
2 notes · View notes
selcandy · 1 month
Text
Tolstoy, hayvan öldürmekle insan öldürmek arasında bir adımdan daha az bir mesafenin olduğunu söyler. Çok sayıda adli tıp uzmanının beyanlarının yanı sıra çeşitli ülkelerin adalet bakanlıklarının ve FBI’ın yayınladığı istatistiklere göre, insan canına kastedenlerin ezici bir çoğunluğunun geçmişinde hayvana eziyet vardır. Acımasızlığın etiyolojisi ve seviyeleri hakkında yapılmış tonla araştırma, yazılmış onca makale var. Hepsinin ortak noktası; hayvan istismarının zamanla insan istismarına tahavvül ettiği yönünde.
Bu hafta duyduğunuz, ne yazık ki devamı gelecek olan “köpeklerin başlarını kesip gömdüler” haberlerinin hayvan canını önemsemeyenler tarafından da yadsınmaması gerekiyor zira insan hayatına kastetme eğilimini tetikleyen bir evrede bu psikopatların hepsi şu an. Cinayetin önü kavramsal olarak devletin söylemleriyle açıldığı anda hiç vakit kaybetmeden cinayete giriştiler çünkü. Toplumdaki suç oranları bu tetiklenmişlik sebebiyle büyük bir hızla artacak; çocuğunuzu eşinizi dostunuzu iyi sakının.
Yanından geçtiği köpeğin kafasını okşamayan herkes köpek kafası kesmez. Bu uç davranışı sergileyen kimseler, sapmış, sorunlu ve normalin dışında kimselerdir. En çok da ufacık bir teşvikle dahi can alacak kadar büyüklenen insanlardan korkmalısınız. Bu “tadını almışlıkla” yarın size de büyüklenecekler çünkü. Lütfen kendinize dikkat edin.
60 notes · View notes
blogtodayys · 10 months
Text
SMMPANELTR - ÖZEL
Tumblr media
SMM Paneli veya Sosyal medya bayilik paneli olarak tanınan Smmpaneltr.com, kullanıcılara çeşitli sosyal medya hizmetleri sunan bir platformdur. Bu hizmetler yüksek miktarlarda ve sürekli olarak takipçi, beğeni, görüntüleme, yorum ve diğer etkileşimlerin satın alınmasını kapsayabilir. Platform, özellikle sosyal medya varlıklarını ve etkileşimlerini hızlı ve verimli bir şekilde geliştirmek isteyen bireyler veya işletmeler için faydalıdır. Smmpaneltr, Türkiye'de şifresiz, güvenilir hizmetler sunan popüler bir SMM Panelidir. Bu paneller Instagram, TikTok, YouTube ve Twitter dahil olmak üzere çeşitli sosyal medya platformlarında mevcuttur. SMM Panel, kullanıcıların sosyal medyadaki varlıklarını ve etkileşimlerini geliştirmelerine yardımcı olacak bir dizi hizmet sunar. Bu hizmetler, diğerlerinin yanı sıra beğenileri, takipçileri, yorumları ve görüntülemeleri içerebilir. Instagram paneli, Instagram ve diğer platformlar için takipçi, beğeni ve görüntüleme sağlayan hizmetlerden biridir. Yüksek miktarlarda sosyal medya hizmeti satın alması gereken kullanıcılara daha uygun fiyatlar sunuyor. SMM Panel, Instagram, Twitter, Facebook ve diğer sosyal medya platformlarında takipçi, beğeni ve görüntüleme sağlayan en güvenilir sitedir. Bu hizmetler her düzeyde ve her platformda farklı şekilde çalışır, ancak hepsi kullanıcıların sosyal medyadaki varlıklarını geliştirmelerine ve daha geniş bir kitleye ulaşmalarına yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Sosyal medya pazarlaması için bir SMM Panelinin kullanılması bireylere ve işletmelere çeşitli avantajlar sunar. Öncelikle bu paneller takipçi, beğeni, izlenme, yorum gibi en yüksek kalitede etkileşimleri sağlar. İkinci olarak, hızlı teslimat ve müşteri dostu fiyatlar sunarak kullanıcıların bütçeleri dahilinde kalmasını kolaylaştırırlar. Üçüncüsü, bu hizmetler kullanıcıların daha geniş bir kitleye ulaşmasını sağlayarak sosyal medyadaki görünürlüklerini ve katılımlarını artırır. Son olarak, sosyal medya varlığını ve katılımını iyileştirmenin kullanışlı ve etkili bir yolunu sunarak kullanıcıların zamandan ve emekten tasarruf etmesini sağlar. Bu hizmetlere ilişkin ödeme seçenekleri farklılık gösterir ancak çoğu panel, kullanıcıların hizmetleri satın almasını kolaylaştırmak için birden fazla ödeme seçeneği sunar. Daha fazla bilgi için web sitemizi ziyaret edebilirsiniz.
325 notes · View notes
sillagen · 2 months
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Kuzenim ile birlikte abla sana çikolata aldık diye verdiler ayy bunu kahve ile içeyim dedim. Neyse dido şarkısını söylemeye başladım kfjfjrjfjf çağrıştıran bir sey varsa yapıştırırım şarkıyı o sıra nerden aklına geldi diye bana gülüyorlar. Yazıda ki gibi 🤌🏻 hayat ritimlerimiz farklı hepsi bu 🤌🏻
22 notes · View notes
amezhu · 3 days
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
229. BÖLÜM - Hünerli zar - Yuvarlanan hep yek kalbi korkutuyor -
Xie Lian Hua Cheng’e fısıldadı, “Mu Qing’e ne oluyor bilmiyorum ama Feng Xin Jian Lan ve cenin ruhunu arıyor. Acaba onlar…”
Diğer cennet mensuplarıyla birlikte ayrılmayarak cennet Başkent'te kalmış ve göklerin ve yerin aşağı yukarı gidip geldiği, sular altında kaldığı ve yandığı o seride sıkışmış olamazlar mı?
Ya da belki daha kötüsü. Belki de ikisi de şu anda Jun Wu'nun elindedir!
Tam o sırada Guoshi yan taraftan geldi, "Ekselansları, aramaya devam etmenize gerek yok. Eğer buradaysa saklanmak için bir neden yok. Burada çok fazla insan olabilir ama dikkat etmeye değecek kadar çok değil. Burada olmadığına göre, o zaman sadece bir yere gitmiş olabilir ve bu da onu takip etmenizi isteyeceği bir yerdir."
Xie Lian anladı, "TongLu Dağı mı?"
Guoshi başını salladı, "Belki de Mesafe Kısaltma rününü etkinleştirmiştir. Cennet Başkenti'nin yanı sıra onun en güçlü olduğu alan orası."‌
“Ha? TongLu dağına mı gidiyorsunuz?” Shi Qing Xuan haykırdı, “O korkunç yere???”
“Önceden gitmiştik.” Dedi Xie Lian, “Sorun değil, o kadar korkunç değil. Belki Mu Qing ve Feng Xin de oradadır.”
Ancak Guoshi uyardı, “Gardınızı düşürmeyin. Bu sefer gittiğinizde sizi orada bekleyen şeyler aynı olmayacak.” Biraz durakladıktan sonra devam etti, “Sanırım ikinizle geleceğim. En iyisi yardım etmeleri için birkaç güvenilebilir savaş tanrısı da bulmanız. Yaralanmamış olanlardan. Eğer yaralılarsa sizi aşağı çekerler.”
O halde bu gerçek bir zorluktu. “Güvenilebilir savaş tanrısı?” Xie Lian merak etti. Belki önceden birkaç güvenilir savaş tanrısı vardı ama artık pek kalmadı. Düşmüş, yanmış, bazıları kayıp, bazıları ise bacağına sarılan ve feryat eden bir çocukla. Hua Cheng konuştu, “Yardımcı aramaya gerek yok, hepsi işe yaramaz. Gege ve ben yeteriz.”
“Kesinlikle yeterli olmayacak.” Dedi Guoshi.
Pei Ming uzaktan itiraz etti, “Çiçeği Arayan Kızıl Yağmur, lütfen öyle kendinden emin, inandırıcı bir ses tonuyla ‘hepsi işe yaramaz’ demez misiniz!”
Shi Qing Xuan da içten bir kahkaha attı, “General Pei, çok fena yandın ve Lord Yağmur Ustası kadar fare bile kesemedin, yani neyi şikayet ediyorsun!”
Uzun zamandır Pei Ming’i görmemişti ama birbirlerini gördüklerinde Shi Qing Xuan hâlâ onunla alay etmekten zevk alıyordu. Yaralandığı yerinden bıçaklanan Pei Ming hiçbir diyemedi ve daha da stresli hale geldi. O sırada aniden bir ses geldi, “Bekleyin, ben de. Ben de geleceğim.”
Kalabalık kimin konuştuğunu görmek için ayrıldıklarında gerçekten de konuşanın Mu Qing olduğunu gördüler. Kim bilir ne zamandan beri kalabalığın en arkasında dikiliyordu. Xie Lian onun ortaya çıktığını gördü ve rahatlayarak nefes aldı, “Mu Qing? Ne zaman geldin? Öncesinde nereye gitmiştin? Senin de kaybolduğunu düşünmüştüm.”
Ancak Mu Qing “Ben hep buradaydım.” Dedi.
Hua Cheng kollarını çaprazladı ve ona yan gözle baktı, “Hep buradaydın, ama ne konuştun ne de yardım ettin, ha?”
Mu Qing ilgisizce cevapladı, “Ben her zaman buradaydım dedim. Sadece konuşmadım ve hiçbiriniz beni görmediniz, hepsi bu.”
Ancak, insanlara ihtiyaç duydukları birkaç durumda onu hiç bulamamışlardı ve arandığında bile cevap vermemişti, bu yüzden herkes General Xuan Zhen'in kaybolduğunu düşünmüştü. Xie Lian hâlâ Feng Xin'in de kalabalığın arasında olabileceğinden umutluydu, ancak onu aradıklarında bulamadılar yani Feng Xin gerçekten de orada değildi, bu yüzden sadece "Pekâlâ. Yardıma mı geliyorsun? Bu harika, sonunda işe yarar biri çıktı." diyebildi.
Mu Qing'in geldiğini gören hem Guoshi'nin hem de Hua Cheng'in yüz ifadeleri şaşırtıcı bir şekilde ilk kez aynıydı. Her ikisi de Mu Qing'den uzun zamandır hoşlanmıyordu; Hua Cheng'in durumu hakkında konuşmaya gerek yoktu, ancak Guoshi başından beri Mu Qing'i öğrencisi olarak kabul etmek istememişti ve görünüşe bakılırsa Mu Qing gibi bir yardımcısı olacağına hiç yardımcısı olmamasını tercih ettiği kolayca tahmin edilebilirdi. Mu Qing de onların bu tutumundan habersiz olamazdı ama yine de yaklaştıktan sonra Guoshi'nin önünde eğildi ve sessizce "Usta" dedi.‌
Guoshi başını salladı ve pek bir şey demedi. Sonuçta, Mu Qing'in iğrenç bir şey yapmış olması ya da suçlu olması gibi bir durum söz konusu değildi ve yardım etmeye geldiğinden onu gitmekten alıkoyacak hiçbir neden yoktu. Shi Qing Xuan’a döndü, “‘Ekselansları’ devasa ilahi heykeli burayı koruyacak. Kederli ruhların arınmak için hâlâ birkaç güne ihtiyacı var ve burada çok fazla kişi olduğundan, dizilişe dikkat edin, kendinize iyi bakın.”
Shi Qing Xuan kafasını salladı, “Tabii ki, ama bekleyin, ihtiyar, size çoktan birkaç kez sordum ama cevap verir misiniz, kimsiniz?”
Guoshi cevaplamadı. Grup, Hua Cheng'i takip etti ve yan taraftaki bir malikanenin ön tarafına doğru yürüdü. Hua Cheng kolayca bir zar attı ve kapıyı açmak üzereydi ki beklenmedik bir şekilde‌ sıradan bir bakış attı, renkleri hafifçe değişti.
Xie Lian keskin gözlere sahipti ve bunu anında yakaladı, “Ne oldu San Lang? Mesafe kısaltma rünü aktif olmuyor mu?”
Hua Cheng geri çekildi ve gülümsedi, “Hayır, sadece, Bu tür sonuçların ortaya çıkması benim için nadir görülen bir durum.”
 Avcunu Xie Lian’a açtı. Xie Lian bakmak için yaklaştı ve o da şaşırmıştı.
Soğuk beyaz avcunun içinde yalnız bir zar vardı ve gösterdiği de sadece ‘bir’ noktaydı.
Tumblr media
Hua Cheng her zar attığında ona her zaman altı nokta gelirdi ve cidden tek nokta gelmesi çok nadirdi.
Xie Lian'ın kalbinin ucu titredi, “…Bu dönüş ne anlama geliyor? Yanlış mı yuvarladın?”
“Deneyimlerime göre, muhtemelen bunun anlamı orada beni aşırı derecede tehlikeli bir şeyin beklediği.” Dedi Hua Cheng.
“…”
Xie Lian'ın kalbi biraz yalpaladı. Arkalarında Guoshi konuştu, “Hıh, siz genç çocuklara kumarın kötü bir şey olduğunu ve bu kötü alışkanlığı bırakmanızı söylemedim mi? Ekselansları görüyor musunuz? Ne tür kötü bir alışkanlık edinmiş!”
Kötü bir alamet, ama Hua Cheng hâlâ sakin görünüyordu ve gülümseyerek zarları sıkıştırdı, “Bu sadece bir referans, ne çıktığının önemi yok. Tehlikeli olup olmadığı benim fikrim.” Peşinden kapıyı açtı, “Gidelim, Gege.”
Döndü ve tam eşiği geçmek üzereydi ki Xie Lian bilinçsizce uzanıp onu geri çekti, neredeyse "Artık gitme," diyecekti ama Xie Lian düşünmeden bile bunun imkânsız olduğunu biliyordu. Sonunda yumuşak bir sesle, "Gidelim ama yanımdan ayrılma, bir şey olursa seni korurum," demekle yetindi.
Bunu duyan Hua Cheng şaşkına döndü.
Dudaklarının köşelerinin kıvrılması ve kocaman bir gülümsemeyle, "Pekâlâ. Gege, beni korumayı unutma."
"..." Mu Qing yan taraftan izliyordu, gözlerinde ne üzüntü ne de tiksinti okunuyordu. Hua Cheng kapıyı açar açmaz kavurucu bir sıcaklık dalgası yüzüne çarptı ve yüzündeki tuhaf ifadeleri yok etti.‌
Yanardağ kısa bir süre önce patlamıştı ve gökyüzünü kaplayan toz ve küller henüz dağılmamıştı. Eskiden ormanların ve toprağın olduğu yerler şimdi alev alev yanıyor, ateşler canlı olan her şeyi yutuyor, her yer kıpkırmızı, ateşli bir cehennem gibi görünüyordu. TongLu Dağı eski görünümünün tümünü kaybetmişti.
Xie Lian ve beraberindekiler daha yüksek bir tepede bulunan kayalık bir mağaradan çıktılar ve dışarı çıktıkları anda havadaki küllerden neredeyse boğulacaklardı, "O gerçekten burada mı?"
“Muhtemelen ocağın yakınlarında.” Dedi Mu Qing.
"Volkan patladı, muhtemelen ocağın yakınında kalacak bir yer yok."
Ancak Guoshi, "Nerede olduğunu biliyorum, eğer orası yok edilmediyse beni takip edin, oraya vardığımızda göreceksiniz" dedi.
Grup onu takip ederek yüksek tepeden aşağı indi ve Hua Cheng yol boyunca Xie Lian'ın önünde yürüdü. Adım atmayı zorlaştıran molozların ve uzun otların olduğu yerlerde, önce yolu düzleştirmek için yukarı çıkıyor, sonra Xie Lian'a ulaşmak için geri dönüyor ve ona yardım ediyordu.
Xie Lian muhtemelen çok daha hızlı inerdi - tepenin en yüksek noktasından kayarak aşağıya kadar yuvarlanırdı.‌ ‌
Xie Lian kaymasa da beklenmedik şekilde başka biri kaydı –Mu Qing arkadan geliyordu ve birden ayağı kayıp dengesini kaybetti. Xie Lian ona en yakın olandı ve hızla elini yakalayarak onu tuttu, “Dikkat et!”
Mu Qing kendine gelmeden önce hafifçe sarsıldı, “Biliyorum.”
Xie Lian kesinlikle Mu Qing’in garip davrandığını düşünerek bıraktı. Kafasını çevirdi ve aniden bir şey hatırlayıp hızlı bir koşuyla Hua Cheng'in yanına geldi ve sorusunu fısıldadı, “Bu arada, San Lang, Mu Qing ve Feng Xin karlı dağın zirvesinde kavga ediyordu, ne dediklerini duydun? Neden aniden çok sinirlenmiştin?”
Bunu duyunca Hua Cheng'in yüzü hafifçe soğudu ama bir an sonra gizlendi, “Ah, o mu? Sadece düşünmeden konuşuyorlardı ve Gege hakkında saygısızca konuştular, hepsi bu.”
“Ha?” Xie Lian sordu, “Ne gibi?”
“Gege’nin bilmesine gerek yok.” Dedi Hua Cheng, “Kulaklarını kirletir. Gel, aşağıdayız.”
Dördü uzun bir bayırdan aşağı indiler, biraz yürüdükten sonra yolları bir nehirle kapatıldı. Nehirde akan temiz su değildi, hala patlayan kızıl bir akıntıydı -- kavurucu bir lavdı!
Bu kavurucu sıcaklıkta normal insanların içine girmesine gerek kalmadan yakınına giderek bile sıcaklık dalgasından ölürlerdi. Ne var ki hiçbiri ölümlü değildi ve bu kemik-eriten diyara tahammül edebilirlerdi. Guoshi yüzündeki terleri silmeye devam etti, “Tam karşıda olmalı. Bu yer kale hendeği olarak kullanılırdı, ama artık bu hale geldiğine göre karşıya geçemeyeceğiz.”
“Muhtemelen nehri geçmemize yardımcı olacak bir şeye ihtiyacımız olacak.” dedi Xie Lian.
11 notes · View notes
starkbey · 6 months
Note
Severek takip ettiğin ya da beğendiğin var mı
@i-sillage-blog
@hornyonebaby
@laragrandee
@mavisutlac
@babycherrr
@mahrurhayaller
@izlerinsilinsin
@birbizbirdeornitorenkler
@cerenden
@kalbimdeki-morg
@mirenaaka
@wolfblackwhiskey
@yildizlarin-altinda
@miawlabakim
@gidiyormusunbukezaglama
@anestezist-bey
@olursandimm
@profoundpeanutlady
@seslitrajedik
@baskaevrendeyim
@marycey
@aslindabenyogumlll
@tanrisalportre
Sıra yoktur hepsi bal gibi blog
23 notes · View notes
siir-defterim · 1 month
Text
Tumblr media
BİR AŞK HİKAYESİ...
1996 yılında, Sultanahmet’te bir evde pek çok fotoğraf ve evrak bulduk. Bir çanta mektup, 7 albüm fotoğraf ve sayfalar dolusu nota.
Bir kemancı vardı fotoğraflarda ama tanıyamadım. Ev sahibi de tanımadığını söyledi. Hepsi çatıdaki bir sandıktan çıkmış. Şaşılacak şey...
O kadar çok nota sayfası vardı ki ve öylesine özenle yazılmışlardı ki hayran kaldım.
Aklıma bir anda Cihat Aşkın’a haber vermek geldi. Cihat Aşkın, memlekette keman işi konusunda bir otorite. E tabii o vakitler telefon falan yok. Birkaç örnek alıp Cihat Hoca’ya götürdüm.
Cihat hoca notaları görünce çok heyecanlandı.
-Tekin Bey, bunların devamı var mı? dedi.
-Bir sandık, dedim. Gözlerinin içi parıldadı.
-Gidelim hemen, dedi. Gittik.
Meğer tam bir hazine bulmuşuz. Çakmıyorum ki müzik işinden. Fakat Cihat hoca alıyor bir sayfa mırıldanıyor.
Baktım sahiden nefis ezgiler. Seyyan Hanım isminde bir şarkıcı varmış, ona ait eşsiz fotoğraflar. Sonra sahipsiz mektupların içindeki tarihi vesika niteliğindeki bilgiler...
Dayanamadım, sordum sonunda:
- Cihat Hocam kim yazmış bunları? Kim bu müzisyen?
- Necip Celal, dedi.
Arkadaş tanımıyorum ki... İçimden “Çok güzel” dedim. Necip Celal’se iyi. Anlamadığımı görünce o ünlü şarkıyı mırıldandı Cihat Aşkın:
“Sevdim bir genç kadını
Ansam onun adını
Her şey beni ona bağlar
Kalbim durmadan ağlar”
Yuh, bu şarkıyı kim bilmez! Tango gibi tango!
Çok acayip bir şeyler bulduğumuza bir kere daha ikna oldum. Ev sahibi bunları çöpe atacaktı. Ev temizliği diye giriştikleri işten nasıl bir hazine çıktı!
Ev sahibi kadın çok bir para istemedi.
- Aman alın götürün de yeter, dedi. Aldık, götürdük. Taksiye yükledik her şeyi.
Takside konuşuyoruz Cihat Hoca’yla. Daha doğrusu o sevinçten havalara uçmuş vaziyette. Şu ekteki fotoyu gösterdi.
- Kim bu? dedi.
- Bilmem ki hocam.
- Yahya Kemal
- Nasıl Yahya Kemal hocam bu?
- Gençliği, Paris yılları.
- Necip Celal’de ne işi var?
- E soyadı
- Soyadı mı?
- Necip Celal’in soyadı Andel. And içen kişi demek. Bu soyadını ona veren de Yahya Kemal. Böyle bir ahbaplıkları var.
- Vay be! Peki şu kadın kim?
- Ha o mu, meşhur Seyyan Hanım. Seyyan Oskay.
- Ben tanıyamadım. Çıkaramadım adını.
- Necip Celal’in şarkısını söylüyor.
- Hangi şarkısıydı?
-
“Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır”
- Aaaa bildim, bildim. Bu şarkıyı söyleyen Seyyan Hanım mı yani?
- Evet, yalnız sözler Necdet Rüştü’nün. Müziği ise Necip Celal Andel’in.
- Nefis!
Cihat Aşkın’ın evine gittik. Büyükçe bir masa vardı. Koyduk evrakları üstüne.
Heyecanla hepsini seçiyoruz. Elime bir gazete haberi geçti, ünlü Alman sinema artisti Evelin Hold, Necip Celal’in meşhur “Mazi” şarkısını okumuş. Nerede? Kadıköy Hale Sineması’nda!
Vay be! Süpermiş.
Bir başka notta bu gazete haberinin hikâyesini anlatmış Necip Celal.
Haliyle inanmamış böyle dünyaca ünlü bir starın ülkemize gelip onun tangosunu söylemiş olduğuna:
“Çok hoşuma giden bu Alman artisti ne münasebetle ülkemize gelsin de benim tangomu okusun” demiş.
İnanmamakta ısrar eden Necip Celal’e bir arkadaşı gazetedeki bu haberi göstermiş.Haber doğru!
Beyoğlu’ndaki meşhur Tokatlıyan’da kalıyor Evelin Hold.Telefon ediyor Necip Celal.Teşekkür ediyor.Evelin Hold da kendisini uzun süredir aradığını, muhakkak görüşmek istediğini söylüyor
Necip Celal Andel de tıpkı Rodrigo gibi âmâ... Evelin Hold, Andel’in gözlerinin iyileşmesi için temennilerde bulunuyor ve Hale Sineması’ndaki konsere davet ediyor.
Evelin Hold, sahneye adımını atar atmaz salon yıkılıyor alkıştan. Hınca hınç dolu o gece Hale Sineması
Vaktiyle Londra’da duvarlara:
“Clapton is God” yazarlarmış. Evelin Hold da o gece öyle alkışlanıyor.
Sırasıyla; Fransızca, İtalyanca, Almanca şarkılar söylüyor ve nihayet sıra Türkçe şarkıya, yani Necip Celal’in Mazi’sine geliyor.
İşte o an Evelin Hold’un jesti geliyor...
Elini kaldırıp Necip Celali işaret ediyor Evelin Hold ve
“Mazi, Necip Celal” diyor.
“Ne göğsünde uyuttu beni
Ne buseyle avuttu beni
Geçti ardından uzun yıllar
O kadın da unuttu beni” diyor!
Şarkıyı o gece 4 defa söyletiyorlar Evelin Hold’a. Ortalık alkış kıyamet..
Şarkı bitince kulise gidiyor Necip Celal. Evelin Hold’a bir kere daha teşekkür ediyor ve ellerinden nazikçe öpüyor.
Fakat Evelin Hold sahiden hayran olmuş Necip Celal’e. O şiveli konuşmasıyla:
- Ne harika tangolar bunlar Necip Bey, diyor.
Velhasılıkelâm iyi dost oluyorlar...
Ertesi gece için randevulaşıyorlar. Nerede? Suadiye Plaj Gazinosu’nda.
Günlüğüne yazdığı notta Necip Celal o geceyi şöyle anlatmış:
“Suadiye plajı bana bu akşam her zamankinden daha güzel geliyor. Mehtap denizin üzerine vurmuş, etraf sessiz, konuşmadan geceyi dinliyoruz.
Oldukça kalabalığız, kıymetli artistimiz Feriha Tevfik, ağabeyim, Yusuf Kenan, Holywood muhabiri Turan Aziz ve daha bir çok sevdiğim arkadaşlarım...
Şimdi ellerimde akordeon, parmaklarım tuşların üzerinde, içimden kopup gelen bütün duygularımı söylüyor...
Kendimden geçmiş bir halde mütemadiyen çalıyorum. O da etrafın isteği üzerine Mazi’yi söyledi. Bu kadar duyarak çaldığımı hatırlamıyorum. Benden bizzat keman çalmamı istedi.
Schuman’ın Akşam şarkısı, Fibich Poem ve onun çok sevdiği Toselli serenad...
Kemandan yükselen sesler yavaş yavaş sönerken, mehtap da artık kayboluyordu.
Gazino tamamiyle bizim için kapatılmıştı. Onunla tadına doyulmaz, rüya gibi bir dans ettik, eğlendik.
Dans ederken bana:
‘Mazi’yi hiç unutmayacağım, dudaklarımdan hiç eksik etmeyeceğim’ dedi
Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. İçimden çoşup gelen bir takım sesler var. Kafamın içinde mütemadiyen dolaşıyor, fakat bir türlü toparlayamıyorum. İsteği üzerine akordiyonu elime alarak, ‘Ayrılık’ı çaldım.
Yanıma yaklaştı, dans eder gibiydik yine ama ele ele tutuşmuyorduk.
İşte o anda bana, üzerine çok samimi sözler yazılmış bir fotoğrafını verdi ve sonra tekrar dans etmeye başladık.
Ona bir cesaret:
‘Ne olur bu gece hiç bitmese’ dedim. Ben bu sözleri söylerken, plajın saati 3’ü çalıyordu. Sabah gidecekti. ‘Beni unutma” dedim. ‘Sen de’ dedi.
O akşam ağabeyimin Erenköy’ündeki köşkünde kalacaktım. Yayan yürümeyi tercih ederek sessizce eve geldim.
Zihnim hep onunla meşgul..
O melodiyle meşgul.
Öylece pencerenin kenarına oturdum. Dışarıda yaz böcekleri, kurbağalar ve sık çalılar arasında duyulan bir tek bülbül sesi...
Ortalık hafifçe aydınlanır gibi oldu. Gayri iradi piyanoya doğru yürüdüm. Başımda inanılmaz bir ağrı.
Hemen oturup en sessiz pedala basarak içimden gelen sesleri yavaş yavaş çalmaya başladım. Çünkü başka türlü olmayacaktı. Mümkünü yoktu.
O gece yazdığım beste ise şöyleydi...
Sevdim bir genç kadını
Ansam onun adını
Her şey beni ona bağlar
Kalbim durmadan ağlar
Kemanımla ona bir ses verebilseydim eğer
Bu sesimle ona ersem bana dünyaya değer
Ne yazıkki deniz engin şu ufuklar ölgün
Bin elemle doluyor her yeni gün...”
Necip Celal, yazmamış: Yaşamış!
Biz Cihat hoca ile evrakları toplarken, eşi Nisan Hanım geldi. Ortada bir koli ve bizi harıl harıl çalışırken görünce şaşırdı:
- Hayrola Cihat, bunlar nedir? dedi.
- Görmen lazım. Çok şaşıracaksın.
Nisan Hanım fotoğrafları görünce sahiden pek şaşırdı:
- Dayım, dedi.
Ben konudan uzağım tabii...
“Arkadaş” dedim içimden, “Konu nereden nereye geldi.”
Elbette cehaletime de ayrıca yandım.
Bütün o evraklar Cihat Hoca’’da kaldı. Uzun yıllar o notolarla uğraştı durdu. Derledi,topladı,düzeltti.
Nihayet o gün bulduğumuz eserleri bir albüm haline getirmiş.Sahiden çok sevindim buna.
Var olsun, benim için Necip Celal Andel albümünü ithaflı bir şekilde imzalamış Cihat Aşkın.
Daha böyle pek çok hikâye vardı o günlüklerin içinde. Pek çok şarkının yazılış serüveni vardı.
Tango da ne güzel bir icat be kardeşim. Yüreğini şenlendiriyor insanın..
Mazi kalbimde bir yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır
Ne göğsünde uyuttu beni
Ne buseyle avuttu beni
Geçti ardından uzun yıllar
O kadın da unuttu beni.
Tekin Deniz
19 notes · View notes
sexcxsblog · 1 year
Text
ACIMADAN SİKTİ-5
İkimizde birbirimize bakıyor ilk adımı karşı taraftan bekliyorduk. Çok geçmeden Kürşat yanıma geldi ve beni dudağımdan öpmeye başladı. Bende karşılık veriyordum. Kürşat’ın ellerin memelerime indi. Koparacak gibi sıkıyor, yoğuruyordu. Canım acısada bi yandan zevk de alıyordum. Üstümdeki tek parça olan geceliği çıkartıp bir kenara attım. Her yerim ortadaydı. Kürşat memelerime yumuldu. Çok güzel emiyordu. Sonra beni sırt üstü yatırıp bacaklarımı havaya kaldırdı.
-uf şu ama göte bak ölürüm ben bunlara
Bir yandan yalıyor bşr yandan da parmağını sokuyordu. Ermanın en yakın arkadaşı Şuan amımı yalıyordu. Artık dayanamadım onu itip ne var ne yok üstünde çıkartıp ermanınkinden farksız yarrağını sömürmeye başladım. Esmer yarrağın tadı bşr başkaydı. Ermana binayen daha kıllıydı Kürşat. Yarrağının dibinde sanki bir orman vardı. Ama bu durum daha da çok azmama sebep olmuştu. Daha haşin yalıyordum yarrağını.
-yenge sen neymişsin be
-beğendin mi
-beğenmek ne kelime yenge bayılacam şimdi
Çok geçmeden ağzıma boşaldı bende bütün dölleri yuttum. Ama hala yarrağı kalkıktı.
-yenge götünü sikicem diye konuştuk ama şu amında tadına bakmak istiyorum.
-istediğin deliği olsun be
-cansın yengem
Yan yatırıp bacaklarımı birbirine yapıştırdı ve arkadan yarrağını amıma soktu.
-ohhh sıcacık
Çok güzel sikiyordu. Amımın dudakları güzel sakso çekiyordu yarrağına. Kasıklarındaki sıcaklık yarrağındaki kıllar beni deli ediyordu. Kürşat bir pozisyona bağlı kalmıyor sürekli pozisyon değiştiriyordu. Beni hemen kucağına alıp ayakta sikmeye başladı. Sonra domaltıp sert sert pompalamaya devam etti. En sonunda kucağında yarrağını sürerken buldum kendimi. Ata biner gibi sürüyordum yarrağını. O da götüme şaplak atıp memelerimi okşuyordu. Çok geçmeden amıma oluk oluk boşaldı. Sıcacık dölleri amımın her yerine ulaşmıştı. Kucağından inip yan durunca amımın dudaklarndan krema gibi süzülüyordu.
-Erman ağznının tadı biliyormuş valla
-öyle öyle
Biraz soluklandıktan sonra banyoya girip duş almaya başladık. Kürşat yavaştan parmağı ile deliğimle oynamaya başladı. Sonra yavaş yavaş sokmaya. Canım yanıyordu ama istiyordum da. Bir parmaktan iki parmağa geçti. Az sa olsa biraz açılmıştı. Yarrağını götüme dayadığında kalbim güm atıyordu. Ordan krem alıp önce yarağını sonra deliğime sürdü. Yavaş yavaş sokmaya başladı. Ben elimle itiyor ama o asla geri çekilmiyordu. Canım acayip yanıyordu.
-ohhh sıcacık ve daracık
-yavaş yap Kürşat canım çok yanıyor
-geçecek yenge alışacaksın
Sonra hem ileri hem geri devam ederken yavaş yavaş alışıyordum. Zamanla daha da ileri gidiyor yarrağı yeni yerler keşfediyordu. Arkama dönüp baktığımda yarrağının hepsi götüme girmişti. Kürşat daha deneyimli olduğu belliydi. Neredeyse çok az canımı yakıp çok fazla zevk vermişti. Götüm alışınca başladı sert sert pompalamaya. İki deliğimde açıktı artık. Kürşat arkamdan sarılıp beni bir güzel sikiyor. Bir eli mememi yoğururken diğer eliyle amımı okşuyordu. Kaç defa boşaldım hatırlamıyorum. Ama ardımdan Kürşat’ta döllerini götüme patlattı. Bana dönüp bir öpücük kondurdu. Temizlenip odaya geçtik.
-nasıl yenge canın acıdı mı çok
-az acıdı ya ama saolasın ya beni büyük bir dertten kurtardın
-lafı mı olur sen iste yeterki
-valla böyle acısız siktiğini bilseydim amımı da ilk sana bozdururdum ama işte nasip
-olsun yenge zor kısmı bana kalmış desene hahahah
-ay sorma ödüm kopuyordu sıra oraya gelecek diye
Biraz sohbet ettikten sonra. Beraber sarılıp uyuduk. Sabah Kürşat’ın yarrağını amımda hissetmemle uyandım.
-uyandırdım mı yenge
-hıhı
-kusura bakma yenge ya benimki kalkmıştı böyle bir manzarayı görünce o yüzden dayanamadım bende
-yok önemli değil alışkınım ben ermandan
Bu da Erman gibi doyumsuzdu belli. Sabahın ilk ışıklarında Kürşat’ın dölleri ile kahvaltı yaptım. Ondan sonraki günlerde hep böyle devam etti. Beni gördüğü her yerde ya amıma ya da götüme sokuyor bşr güzel sikiyordu. Ağzından da yenge lafı eksik olmuyordu. Erman gelene kadar bu şekilde devam etti. Ne ben ne de o Erman’a bir şey söyledi. Zaten Erman Kürşat’ın burda kaldığını bilmiyordu bile. Çok iyi birine emanet etmişti beni saolsun. Götümün deliğinin açıldığını görünce Erman
-kim açtı lan bu götü orospu
-sen gelmeyince ben de ne bulursam soktum oraya. Napıyım beni yarrağa alıştırıp gittin
-ohh şimdi gerçek yarrak görsün o zaman deliğin.
Yarrağını götüme sokup sikmeye başladı. Ama hayvan gibi sikiyordu. İlk defa ermandan zevk almamıştım. Uzakta olmak karısız kalmak ona yaramamıştı. Eskisi gibi sikemiyordu. Çok gelmeden boşaldı. Birkaç güne bizimkiler geleceği için ermanı yolladım. Sürekli bana yazıyor. Nude falan istiyor ama ben artık onu istemiyorum. Bir kişi vardı aklımda o da Kürşat’tı. Şimdiden özlemiştim onu.
Not: hikayelerinizi bekliyorum
151 notes · View notes
kotukarma · 1 year
Text
Tumblr media
Uyandım, gidip teslim oldum yaradılışın nabzına.
Ağlayan karıncanın sesi filin kahkahasını bastırdı o sıra.
Sanırım bu sirkten ayrılamayacak kadar artistim.
Keşke gözlerim kapandığında düşüncelerim de kararabilseydi..
Cehennem boşalmış, şeytanların hepsi yıllardır susmayan zihnimde toplanmış gibi..
İyi rahimlerden kötü çocuklar doğduğu'da olmuştur.
Kim suçluyor beni? Pek çok kişi, kuşkusuz, ve benim için huysuz diyecekler. Elimde değil: Huzursuzluk doğamda var, bazen altüst oluyor, acı çekiyorum…
Ama siz sadece beyaz kareleri olan bir satranç tahtası ve ben siyah fil. ulaşamıyor, oynayamıyorum..
Herkes kendi kendisinin psikiatristi, ben herkesin psikoloğuyum.
Gizemli bir toplulukla baş başa gibiyim. Bütün insanlar uykuda – yüzükoyun, yatay, dilsiz.
Nefes aldığınız süre boyunca sahip olmak için savaş verdiğiniz her şeyin, aslında sizin olmadığı ve bir hiç olduğunu artık son zamanlarda yaşanılanlardan algılıyorsunuzdur. Her an yoksunuz !
Sizi arzulayan elleri geri çevirmeyin...
İnstagram/öcüadam/kotu.karma
52 notes · View notes
bungoustraydogs-tr · 1 month
Text
Dazai Osamu'nun Giriş Sınavı 4. Bölüm
Wattpad Linki
MangaTR Linki
Tumblr media
13.
Uzun zaman sonra eve döndüğüm evde kalemimi ilk kez bu sayfalarla elime alıyorum.
Hayattaki en basit yol, günün olduğu gibi geçmesinden tatmin olmaktır.
Başkalarının yardımıyla ölecek olanları kurtardık. Ancak kurtarılamayanları diriltilemeyiz.
Gerçeklik böyledir. Sorunların kaynağı ise gerçekliğin kendisidir. Hakikatten sapmak insanlar arasında sorunlara yol açar. Gerçek insanı etkilemez çünkü nasıl bir hakikat olursa olsun yaşam ve ölüm değişmezdir.
Göremediğimiz için bu gerçekleri kimse bilmiyor.
Ve böylece dava kapandı.
O zamandan beri Ajansla beraber olayların sonuçlarıyla ilgilenmekle meşguldük. Polise ifade verdik, haber ajanslarıyla uğraştık: iş unvanımın özel dedektif olmasına rağmen yapmam gereken pek çok masa başı iş vardı. İşim başımdan o kadar aşkındı ki hissettiklerimi düşünecek vaktim yoktu.
Bitirilmesi gereken yığınla ofis işi olduğunu gören Dazai “araştırması gereken bir şey” olduğunu söyleyip hızla hiçliğe kayboldu. O adamı elime bir geçirirsem gırtlağını sıkacağım.
Uçağın neredeyse düştüğüne pek çok insan tanık olmuştu. Haberler, saldırıdan yabancı illegal bir örgütün sorumlu olduğunu söyledi ve Dedektiflik Ajansının liderlerini yakalamakta öncülük ettiğini belirtti. Silahlı Dedektiflik Ajansı, eşi benzeri görülmemiş bir felaketi önlediği için alkışlara tutulurken dahil olmamızdan dolayı acımasız olaylar zinciri için bizi suçlayanların sayısı da az değildi. Ara sıra terk edilmiş hastanedeki vaka için hala tepki görüyorduk.
Her zamanki günlük görevlerimi ve raporlarımı bitirdiğim bir günde başkan beni ofisine çağırdı.
“Siz mi çağırmıştınız?” İçeriye girmeden önce eğildim.
“İş nasıl ilerliyor?” diye sordu başkan, gözlerini masasındaki belgelerden kaldırmamıştı.
“Her zamanki gibi meşgulüz. Ve bu da yetmezmiş gibi Dazai kaçtı. Ofis işinden nefret ettiğini söyleyip tüm evrak işlerini çalışanlarımızın birisinin üstüne atmış. Ayrıca bir şekilde Askeri İnceleme ve Soruşturma Dairesi Başkanlığına vermesi gereken ifadeleri vermeden sıyrılmayı başarabilmiş. Sanırım onu bir tencere kaynar suda haşlarsak düzelebilir, ama öldürmemek şartıyla. Ölmekten keyif alırdı.”
“Polisin bulamayacağı ıssız bir yerde yaptığın sürece sorun yok.”
Bana dönmeden önce Başkan tüm belgeleri toplayıp bir zarfta mühürledi.
“İyi iş çıkardın. Askeri İnzibat generallerinin birisinden doğrudan mansiyon ödülü bile aldık. ‘Dedektiflik Ajansı, başkalarına örnek teşkil ediyor.’ dedi. Böylece omuzlarımdan ağır bir yük de kalkmış oldu. Bir an için… Ajansı kalıcı olarak kapatmayı bile düşünüyordum.”
Ah…
Ben bir şey söyleyemeden Başkan konuşmaya devam etti.
“İnsan hayatından değerli hiçbir ajans yoktur. Organizasyonumuzun devamlı varlığı insanların hayatını riske atacaksa en iyi çözüm faaliyetlerimizin durdurulması olurdu… fakat her şey çözüldü. Hepsi sıkı çalışman sayesinde, Kunikida.”
Parmaklarıyla kaşlarını ovuşturdu. Başkan işle ilişkin endişelerini asla dile getirmezdi… ama biraz yorgun olmalıydı.
“Peki Kunikida, ödevinin cevabını bulabildin mi?”
Ödevim…
-“Giriş Sınavı”
…Dazai’nin Ajansa uygun olup olmadığını belirlemek için Başkanın bana verdiği görev.
“Dazai’yi soruyorsanız çoktan yanıtımı hazırladım: O adam berbat birisi. Emirlerimi görmezden geliyor, iş esnasında canı istediği gibi gözden kayboluyor, intihara takıntılı, gördüğü her kadına asılıyor, fiziksel güç gerektiren işleri yapmayı reddediyor ve düpedüz tembelin teki. Kesinlikle topluma uyum sağlayamaz. Başka bir işte kovulamadan önce üç gün dayanabileceğinden bile şüpheliyim.”
Hazırladığım kararı açıklamadan önce bir süreliğine durakladım.
“…Ama dedektif olarak olağanüstü bir yeteneğe sahip. Birkaç yıl sonra şüphesiz en iyi dedektiflerimizden birisi haline gelecektir. Testi geçti.”
“Anladım. Kararına güveniyorum.”
Başkan, onay mührüyle damgalamadan önce kalemi kabul formunun üstünde kaydı. Dazai Osamu resmi olarak Dedektiflik Ajansına kabul edilmişti.
“Bu arada efendim, sorun olmayacaksa günün sonrası için izin istiyorum.”
“İstediğini yapabilirsin. Önemli bir şey mi var?”
“Yapmam gereken… bir işim var.”
***
Korudan geçtikten sonra limana bakan bir mezarlığa vardım. Küçük mezarlar, denizden yansıyan ışıklarla yamaçta sıralanıyordu. Yeni bir mezar taşını görene kadar mezarlar arasında ilerledim. Çiçekleri yerleştirdim, sonra ellerimi birleştirdim.
“Kurbanlardan birisinin mezarını mı ziyaret ediyorsunuz, Dedektif Kunikida?” dedi net bir ses.
Sese karşı gözlerimi açınca yanımda beyaz bir kimono giyen Sasaki-san’ı gördüm. Sağ elinde bir buket beyaz kasımpatı tutuyordu. Çiçeklerimi, benim yerleştirdiklerimin yanına koyduktan sonra yavaşça gözlerini kapattı.
“Kimono’da daha da güzel gözüküyorsunuz.”
“Daha uygun bir yas elbisesi giymeliydim muhtemelen ama ne yazık ki tek elbisem bu… Dedektif Kunikida, kurbanların mezarlarına hep çiçek götürür müsünüz?” Sasaki-san ile terk edilmiş hastanede kaçırılıp öldürülen kurbanları onurlandırmak için buradaydık.
“Evet. Belirli bir sebebi yok, sadece yapmam gerekiyormuş gibi hissediyorum.”
Tek kelime etmeden bana bakıp gülümsedi. Orman yolundaki ağaçlar hafif okyanus melteminde sallandı. Kendi kendime konuşuyormuşum gibi devam ettim.
“…İşimi yaparken ilk kez birisi öldüğünde o kadar ağlamıştım ki yatağımdan kalkamamıştım. Gelemeyeceğimi haber vermek için Ajansı bile arayamamıştım. Asla düzelemeyeceğimi düşünmüştüm. Ve buna rağmen artık tek bir göz yaşı bile dökmüyorum. Bu yüzden şimdi ağlamak yerine mezarlara geliyorum. Kurbanların huzur içinde yatabilmesi için bir şeyler yapmam gerektiğini hissediyorum.”
“Gözyaşı akıtmak… ölenlerin huzur içinde dinlenmesini sağlar mı?”
“Bilmiyorum. Belki bir işe yaramıyordur. Mezarları başında ne kadar dua edersek edelim, ne kadar ağlarsak ağlayalım seslerimiz ölülere ulaşamaz. Onlar için zaman durmuştur. Yapabileceğimiz tek şey yas tutmak ve ölen insanlara yaşayanların yas tutmasının normal olduğu bir dünyada yaşadığımıza inanmaktır.”
“…Zalim bir insansınız Dedektif Kunikida.”
Yüzümü döndüğümde beklenmedik bir manzarayla karşılaştım. Ağlamamaya çalışırken gözleri dolmuştu.
“Önceki gün size yalan söyledim. Ayrıldım dediğim adam… aslında öldü. İdeallerinin insanıydı. Ona destek olmak için her şeyimi verdim ama yine de… bana beni sevdiğini söylemeden öldü.”
Eminim ki düşünceli birisi şu anda teselli sözleri dökerdi.
“Oh.” Fakat benim ağzımdan aptalca, basit tek bir kelime çıktı.
“Ölüler zalim korkaklardır. Aynı dediğiniz gibi Dedektif Kunikida, ölüler için zaman durmuştur ve onları neşelendirmek ya da güldürmek için yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Ben… yoruldum artık.”
Kendisini tutamayarak yanaklarından bir gözyaşı akmasına izin verdi. Eğer her şeyi bilen bilge bir adam bile şimdi, burada ne söyleyeceğini eksiksiz bilseydi yine de bu gözyaşlarını durdurabilir miydi?
Bilmiyorum. İdeallerimin peşinden gitmek için pek çok sınavdan ve sıkıntıdan geçtim, her birini defterime yazdım ve gerçek hayata döktüm. Buna rağmen bu gezegendeki tüm insanları kurtarabilmek için mükemmel bir kelime ya da çözüm var mıydı bilmiyordum. Fakat böyle bir çaba, yalnız bir kadının gözyaşlarının önünde neye yarardı ki?
“Özür dilerim. Duygularıma kapıldım… gitsem iyi olur.”
“İyi misiniz?”
Kabul ediyorum, aptalca bir soruydu.
“Evet, iyiyim. Aslında polis benden bu davanın analizi için danışmanlık yapmamı istedi. Karmaşık bir dava ve uzmanlık alanımın içinde… bu yüzden ayrıldıktan sonra görevli hükümet memuruyla buluşacağım.”
Askeriyeye danışmanlık yapan birisi yüksek vasıflı olmalıydı. Davanın çözümünde payı olmasını göz ardı etsek bile alanında etkileyici bir performansı olmalı.
“İşimde bir sorunla karşılaşacak olursa sizinle iletişime geçeceğim.”
“Çekinmeyin lütfen.”
Sonunda gülümsedi. Ufuktan esen rüzgâr dağın eteklerini aştı. Hafifçe eğildikten sonra Sasaki-san gitti. Figürünün uzakta kaybolmasını seyrederken Yokohama’ya dönüp manzaraya boş boş baktım.
Aniden telefonum çalarak dikkatimi dağıttı. Dazai arıyordu.
“Kunikida, buraya gelmen lazım.”
Sesi alışılmadık bir biçimde karamsardı.
***
“Neden buraya gelmemi istedin?”
Dazai ilk vakanın gerçekleştiği terk edilmiş hastanede buluşmamızı söyledi. Güneşin sıcaklığı altında, karanlığın ürkütücü ve uğursuz bir yer haline getirdiği terk edilmiş hastanenin eski, terk edilmiş bir binadan fazlası olmadığı anlaşılıyordu. Gün ışınları eskiden hasta odası olarak kullanılan odaya giriyor, zemine yansıyordu.
“Şu silahtaki emniyet kilidini nasıl çıkarıyorsun?”
Baktım. Şaşırtıcı bir şekilde silahı vardı. Ajansa ait, çift şarjör kullanan kompakt bir silahtı. Herhangi bir çalışanımız ödünç alabilirdi.
“Buraya kadar beni bunu sormak için mi çağırdın?”
Aptallığına hayretle bakarak siyah silahın emniyet kilidini kaldırdım. Yeniden konuşmaya başlamadan önce namluyu birkaç defa boş alanlara isabet aldı.
“Biliyor musun, o silah tüccarı bence Mavi Haberci değildi?”
-Ne?
“Yani öyle olmalı, değil mi? Her şeyi kendi başlarına yapmaları mümkün değil, amaçları neydi?”
“Amaçlarını bana söylemişlerdi? Silahlı Dedektiflik Ajansı Yokohama’daki işlerine köstek oluyordu bu yüzden bizden kurtulmak için bu planı hazırladılar.”
“Evet ve muhtemelen onlar da buna inanıyor. Ama gerçekten Ajanstan kurtulmak zorundalar mıydı?”
“…Ne demek istiyorsun?”
“Mavi Kral olayından sonra Dedektiflik Ajansının tehdit oluşturduğunu anladılar ama yollarına çıkabilecek tek silahlı organizasyon biz değiliz. Ordu ve Sahil Güvenliğe karşı da temkinlilerdi ve yetenek kullanıcılarından endişeleniyorlarsa, İçişleri Bakanlığı Doğaüstü Yetenekler Özel Birimi vardı. Sırf Dedektiflik Ajansının peşine düşmek için olay yaratmaları fazla maliyetli olmadı mı sence?”
“Konuya gir.”
“Birisi suçluları manipüle etti, kendilerine en büyük tehdidin Dedektiflik Ajansı olduğuna inandırdı.”
Öyleyse gerçek Mavi Haberci hala dışarıda bir yerlerde miydi?
“Öyleyse anlat Dazai, Mavi Habercinin kim olduğu hakkında bir fikrin var mı?”
“Evet.”
“Kim?!”
Dazai’yi yakasından kavramaktan kendimi alıkoyamadım ama gözünü dahi kırpmadan bana baktı.
“Mavi Haberciye mail atıp buraya gelmelerini istedim. Gerçek suçlu olduğuna dair kanıtım olduğunu söyledim. Her an gelebilir.”
Ne?
Odayı inceledim.
Oldukça sıradan, diğerlerinden farksız bir hasta odasıydı. Giriş ön tarafta olup karşısında bir pencere vardı. Yanımızda boş bir ecza dolabı bulunurken önümüzde iki adet paslanmış yatak çerçevesi vardı. Başka hiçbir şey yoktu. Oda boş sayılırdı, zemin çok toz ya da kir bile tutmamıştı… Gerçek suçlu buraya mı gelecekti cidden?
“Ayak sesleri duyuyorum.” dedi Dazai aniden.
Refleks olarak kapıya baktım. Birbiri ardına yavaşça buraya doğru ilerleyen ayak seslerini ben de duyabiliyordum. Dazai’nin sıkıca silahı tuttuğunu fark ettim. Demek bu yüzden tabancayı getirmişti. Çoktan elimdeki silahı geri teslim etmiştim. Defterimi kullanarak yenisini yapmalı mıydım? Hayır, yeterli zamanım yoktu.
Alnımdan umulmadık terler aktı. Ayak sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Her an burada olabilirdi. Ayaklarını gördüm, bedenini, sonra yüzünü-
“Burada ne işin var dört göz?”
Girişteki kişi…
“Asıl senin… burada ne işin var?”
“Aynı şeyi benim sana sormam lazım. Sen de mi gerçeği öğrenmeye geldin?”
Kapıda duran kişi genç hacker, Rokuzo’ydu.
-Tüm bunların ardında sen mi varsın?
Mavi Haberci sen misin?
Beynim bir düşünceden diğerine atlıyordu. Rokuzo, Dazai’nin bilgisayarına uzaktan erişip e-postayı gönderebilirdi. Yalnızca bu da değil, Dazai hakkındaki kuşkularımı körükleyen bilgileri Rokuzo vermişti. Ayrıca yabancı yeraltı örgütleriyle iletişime geçmek ve taraflı bilgi sağlamak illegal bir hacker için pek de zor olmazdı. Ve her şeyden öte… sebebi vardı. Dedektiflik Ajansından nefret etmesi -bana kin duyması için bir nedeni vardı.
“Neden Rokuzo? Benim yüzümden mi? Babanın ölmesi benim suçum olduğu için mi… benden bu kadar nefret ettin?”
“Babam mı? Doğru, babamı öldüren adamdan nefret ediyorum. Orası kesin. Ama dört göz-“
Dazai aniden araya girdi. “Sanırım hacker’ın teki maillerimi okuyordu, huh?”
Ne?
Dazai… gerçek suçluya mail attığını sanmıştım?
Tam o esnada…
Silah sesi duyuldu.
Rokuzo’nun göğsünde geniş bir delik açıldı.
Yaradan taze kanlar akmaya başladı.
“___”
Rokuzo bir şey söylemeye çalışıyormuş gibi ağzı açıkken öne doğru düştü.
Vurulmuştu.
Gözlerimi Dazai’ye çevirdim ama silahını kaldırmamıştı. İfadesi de soğumuştu. Rokuzo’nun bedeninin arkasından, girişten gelen bir ses duydum.
“Dedektif Kunikida… özür dilerim.”
Kapı aralığından bir gölge görüldü.
Uzun siyah saçlar, narin dudaklar, beyaz kimono… elinde ise hafifçe tüten bir silah.
Bize yaklaşırken Rokuzo’nun bedenine doğru yürüdü.
Garip.
O kadar… güzeldi ki.
“Mavi Haberci sensin demek.” Sesim odada başka birisininkisiymiş gibi yankılandı.
“Evet.”
Çan kadar ağırbaşlı sesi kalp atışlarımı hızlandırdı.
“Sasaki Hanım… öyleyse tüm bu yaşananların sorumlusu olduğunuzu kabul ediyor musunuz?” diye sordu Dazai.
“Dedektif Dazai, yalvarırım. Lütfen… silahınızı bırakın. Bırakmazsanız…”
Namlusunu Dazai’ye doğrultmuştu.
“Şöyle yapalım, birkaç soruma cevap verirseniz silahı bırakırım. Anlaştık mı?”
“Tabii, istediğinizi sorun.”
“Tamam, şimdi silahımı bırakıyorum.” Dazai silahı tak sesiyle yere düşürdü.
“Sasaki Hanım, neden Dedektiflik Ajansını hedef aldınız?”
“Nedenini bildiğinize inanıyorum Dedektif Dazai.”
“Etkilendim. Biz yanınızdayken saklamaya çalışsanız da keskin bir zekânız var. Yaşınıza rağmen neden böylesine ünlü bir adli psikoloji araştırmacısı olduğunuzu anlayabiliyorum.” Uysal bir şekilde devam etti, “Yapmak istediğiniz iki şey vardı: birincisi suçluları cezalandırmak ikincisi ise Dedektiflik Ajansından intikam almak. Yanlış mıyım?”
Suçluları cezalandırmak mı? Aynı-
“Düşünebildiğim tek yol… buydu.”
“İntikam almanızın bir anlamı var mıydı?”
“Dedektif Dazai, tüm intikamlar anlamsızdır. Sadece… yapmak zorundaydım. Yanlış olduğunu bilsem de onun için yapmak zorundaydım yoksa kendi kontrolümü kaybedecektim.”
İntikam mı?
Dedektiflik Ajansına kin besleyen pek çok insan vardı. Bizden intikam almak isteyenlerin sayısı uçsuz bucaksızdı.
“Haklısınız. İntikam, anlamsız olduğunu bilmenize rağmen alınan bir şeydir. Ve ne yazık ki... sizin intikam alabileceğiniz belli birisi yoktu.
               “-Aslında öldü.”
               “-İdeallerinin adamıydı.”
“Yalnız ve çaresiz olmanıza rağmen zekânız ile suçlular hakkındaki bilgileriniz sayesinde suçluları yanlışları için defalarca cezalandırabildiniz. Bu yüzden Mavi Haberci planını uygulamak zorundaydınız”
Dazai durakladı, yeniden konuşmaya başlamadan önce bana baktı.
“Her bir eyleminiz ölen sevgiliniz Mavi Kral için kinci mücadelenizin bir parçasıydı.”
Mavi Kral.
Suçluları cezalandırmak için suç işleyen sıra dışı bir terörist.
Saklanma yerini Dedektiflik Ajansı öğrenmişti ve… artık ölüydü.
“İşlediği suçların karmaşıklığı göz önünde bulundurulunca geçmişte bir iş ortağı olabileceğine dair söylentiler dolaşıyordu. Fakat yetkililer o dönemde suçlarına yardım etmesi için birilerini tutmuş olabileceği sonucuna vardılar, görüşlerini paylaşan gerçek bir iş ortağı olduğuna dair kanıt yoktu. Sonuçlarını, suçluların genelde iki neden yüzünden iş birliğinde bulunmasına dayandırdılar: ya siyasi görüşleri ortaktı ya da suçlarından elde ettikleri ganimeti paylaşırlardı. Ama Mavi Bayrak Teröristi olayı siyasetle ya da parayla ilgilenmiyordu… Kimse Mavi Kralın kendisinden çok daha iyi bir stratejist olan romantik bir ortağı olduğunu düşünemezdi.”
“Soylu bir karakteri… vardı. Her tarafa yayılmış suçlar yüreğini sızlatırdı. Kimsenin acı çekmediği ideal bir dünyayı yaratmanın yolunu araştırırken kendine eziyet ederdi. Hukuka uymanın herkesi kurtaramayacağını fark ettiğinde hukuku yaratanların arasına karışmayı, hükümet memuru olmayı arzuladı.”
Sasaki-san bastırılmış duygularını serbest bırakır gibi kayıtsız bir tavırla devam etti. “Ama yine de zor bir yolda ilerliyordu. Yozlaşmış sistem, meslektaşlarının müdahalesi, patronunun yanlış anlamaları altında eziliyordu. Tüm bunlardan acı çekti ve ne zaman ayağa kalksa yine düşüyordu. Onu izlerken seçtiği yolun çivili yatak üzerinde çıplak ayakla yürümekten farksız olduğunu görebiliyordum. Sonra bir gün canına tak etti. İdeallerinin gerçekleştiremeden yolunu kaybetti, karnını deşip kendisini öldürmeye çalıştı. Bu haline dayanamayarak… akıl almaz bir plan tasarladım.”
Yozlaşmışları cezalandırmak için kendi ellerini kirletmek…
İdeallerini gerçekleştirmek için katliam yolunda ilerlemek…
“Sasaki Hanım, Mavi Kralın işlediği suçların çoğunluğunun sizin fikriniz olduğunu varsaymakta haklı mıyım? Sevdiğiniz adam için yaptınız.”
“Ve pişman değilim.” diye belirtti açıkça. “Onun idealleri benim ideallerimdir. Sırf sevdiğimin ideallerini gerçekleştirmek için kanlı ellerimle saf kötülüğün eylemlerini işlemekten çekinmem.”
“Ama Mavi Kral öldü. Dedektiflik Ajansı tarafından köşeye sıkıştırılınca Rokuzo’nun babasıyla beraber kendini öldürdü. Noktanın o zaman konulması gerekilirdi.”
“Hayır, duramazdı. O esnada plan yalnızca yarısına kadar tamamlanmıştı. Hala cezalandırılması gereken suçlular kalmıştı. Ve… belki bana güleceksiniz ama ölümünün farkındalığıyla vurulunca hiçbir şey yapmadan duramazdım.”
“Bu yüzden Dedektiflik Ajansımızın cezalandırması için kalan suçluların kendi iradeleriyle suç işlemeleri için bir plan hazırladınız. Bir skandal yaratırsanız suçluları kovalayıp tutuklayacağımızı varsaydınız.”
Taksi şoförü insan kaçırırken ardında kanıt bırakmamıştı, bombacı Alamta kayıtlara göre Japonya’da bile değildi ve organ mafyalığına karışan silah tüccarları gizlice silah ithal etmeye çalışıyordu. Her bir dava, şu anki yasa ve yönetmelikle mahkemeye taşınması zor olan görünmez suçluları içeriyordu.
“Planınızdaki en güzel şey ise asla ellerinizi kirletmek zorunda kalmamanızdı. Hatta bahse varırım ki gözetleme kameralarını yerleştiren, kaçırılan kurbanların hapsedilmesi için yer hazırlayan ve bombacı Alamta ile anlaşmaya varanlar silah tacirleriydi. Eminim ki parmağınızı dahi oynatmadınız. Sonuna kadar silah tüccarı ve grubu her şeyi kendi özgür iradeleriyle yaptıklarını düşünüyordu. Bu yüzden kanıt yoktu. Silah tüccarları bile bilgilerin baş kaynağı sizin, durumu kasten nasıl saptırdığınızı fark edemedi. Bu nedenle yetkililerin varabildiği tek sonuç silah tüccarlarının elde ettikleri bilgileri kötü idare etmesiydi.”
Kaçakçıyı takip ederken ve Dazai’yi sorgularken anlamıştım, tüm bunların arkasındaki kişi kendi ellerini kirletmiyordu. Suç işlemeyen bir suçlu yasalarla yargılanamazdı.
-Doğrusu bu muydu?
-Böyle bir adaletsizliğe izin veren dünya affedilebilir miydi?
“Sonra kaçırılan kurbanlardan birisinin kılığına girdiniz, böylece sizden şüphelenmeyecektik bile. Ayrıca bu şekilde Dedektiflik Ajansıyla iletişim başlatabildiniz. Taksi şoförünün kaçırmadığı tek kişi sizdiniz. Her şey mantıklı gözüktüğünden o sırada sizi cevaplar için zorlamadık ama insan kaçakçısının tren istasyonunda bayılan bir kadını kaçırmak için yolundan sapmasının, özellikle bu kadar fazla tanık varken, hiçbir nedeni yoktu. Zaten otel yolunda insanları kaçırmak gibi işe yarayan düşük riskli bir planı vardı. Ayrıca sizi tanımadığını kabul etti, basitçe diğer kurbanları bildiğini itiraf ediyordu ve bu yüzden hiçbir şey anlatamıyordu. Ve böylece Dedektiflik Ajansına zekice bir yolla girene kadar herkesin duygularıyla oynadınız.”
Artık Dazai kaşlarını sertçe çatıyordu.
“Sasaki Hanım, anlamıyorum. Sizin gibi akıllı birisi adli psikolojide büyük başarılara ulaşabilirdi. Hatta hükümetin adli soruşturma sistemine katılıp daha gelişmiş bir suçla mücadele organizasyonu bile kurabilirdiniz. Mükemmel olacağını söylemiyorum ama en azından dünyayı daha iyi bir yer haline getirirdi. Ve buna rağmen…”
“Benim… kendi hırslarım yok. Sadece onu acı çekerken görmek istememiştim.”
Neden?
Kafamda tek bir soru dönüp dolaşıyordu.
Neden?
Hatalı olan kimdi? İdeallerine kim ihanet etmişti?
“Sasaki-san, bitti artık. Görünmez olabilmek için ellerinizi kirletmemenize karşın Rokuzo’yu öldürmekten kurtulamazsınız. Suçunuza tanığız ve mevcut tüm yasalar altında yargılanacaksınız.”
“Öyle bir şey olmayacak.”
Silahı Dazai’ye doğrulttu.
Saçmalık… Tüm bu olanlardan sonra bizi tehdit edebileceğini mi sanıyor?
“Tanık falan olmayacak ve siz de şahitlik edemeyeceksiniz. Çünkü burada olanları başkasına anlatacak olursanız Dedektiflik Ajansına karşı saldırılarıma devam ederim.”
Bizi tehdit ettiğinde Sasaki-san’ın gözleri güldü. Bunu bile önceden tahmin etmiş miydi?
“Dur.”
Kurumuş boğazımdan boğuk kelimeler çıktı.
“Dur. Bitti. Bir daha Dedektiflik Ajansına saldırmana izin vermeyeceğim.”
“Lütfen, Dedektif Kunikida. Hareket etmeyin.”
“Dur! Neden?! Neden bunu yapıyorsun?! Silahını doğrultman gereken kişiler biz değiliz!”
“O zaman söyleyin, kime doğrultacağım? Kimden nefret edeceğim?”
“Şey-“
Kimse var mıydı? Tüm bunların nedeni olan birisi? Herkesin kurtulacağı ideal bir dünya ve o dünyaya ulaşmayı engelleyen bir günahkâr olmalıydı. Eminim… bir şey olmalıydı…
Belki de tereddüdümü cevap eksikliği olarak algılayıp kaşlarını çattı ve gözlerini çevirdi.
“Geçmişteki gibi Mavi Kral’ın idealleri için savaşmaya devam edeceğim. Ve siz, Dedektiflik Ajansı beni durduramayacaksınız. Bu yüzden…”
Sasaki-san yavaşça silahını indirdi.
“Bir anlaşma yapalım. Beni yalnız bırakacağınıza söz verin, ben de Ajansa saldırmayacağıma dair söz vereceğim. Başka bir yere gidip başka bir organizasyonu kullanacağım ve aynı şeyleri yapacağım. Sonra yine yapacağım ve ondan sonra yine… Yoluma çıkmanıza göz yummayacağım.”
“Bitti mi?”
Dazai keskin bakışlarını Sasaki-san’a doğrulttu.
“Herkesten çok siz anlamalısınız, Dedektif Dazai. Hep bir adım ilerisini düşünüyorsunuz, duygularınıza kapılmadan en iyi sonuçları ne elde edecekse onu yapıyorsunuz. Yani burada tek bir seçenek olduğunu bilmeniz gerek.”
“Haklısınız. Hiçbir şey yapmayacağım.”
“…Elveda.”
Sasaki-san gözlerime bakıp belli belirsiz gülümsedi. Başkalarını kandırmaya, suçluları manipüle etmeye ve bir hayaletin adımlarını takip edip Mavi Haberci adı arkasında sayısız cesedi bırakmaya devam edecek miydi gerçekten?
- “Ölüler için zaman durmuştur ve onları neşelendirmek ya da güldürmek için yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. “
-“Yoruldum artık”
Daha fazla öldürmesine izin veremezdim. İdeal olan bu değildi ve ideal bir dünya şüphesiz vardı. Burada kim suçluydu? Cevabı bulmak için ne yapmalıydım? Bu ideallere nasıl ulaşabilirdim?
“Dedektif Kunikida,” fısıldadı. “Bodrum katta beni kurtardığınızda… su tankından beni çıkarmak için bir an olsun tereddüt etmediniz. Sizi kandırıyor olsam da… yaptığınız… beni mutlu etmişti. Görüştüğümüz son sefer olduğundan size söylemek istediğim son bir şey var Dedektif Kunikida.”
Silah ateş etti.
Sasaki-san’ın göğsüne üç kurşun isabet etti.
Göğsündeki deliklerden kan fışkırdı.
Beyaz kimonosu içinde rüzgarda savrulan bir çiçek yaprağı gibi döndü.
Sonra, tıpkı ipleri kesilen bir kukla gibi-
“Sasaki!”
Hızla yanına koşup bedenini kaldırdım. Hafif, porselen bir bebeği andırıyordu. Yaralarından akan kan kimonosunu kızıla boyuyordu.
“Siktir… git…”
Sese döndüm. Yerde uzanan Rokuzo’nun elinde siyah bir tabanca vardı.
“Sen… ve Mavi Kral… babamı… öldürdünüz…!”
Silahtan çıkan duman havaya karıştı. Kendi kanından biriken gölette yatarken Rokuzo’nun solgun dudaklarında delici bir gülümseme belirdi.
“Babam için… yaptım…! Babam… adalet uğrunda savaşmıştı! Siktir git ve… geber…!”
Silah, Rokuzo’nun elinden kaydı ve yüzü kızıl gölete düştü. Bedeni hafifçe seğirdikten sonra… hareketsiz kaldı.
“Dedektif… Kuni… kida…”
Kollarımın arasındaki Sasaki Hanım fısıldadı. Ağzının kenarından bir damla kan zarifçe aktı.
“Bana onu… anımsatıyorsun…”
Koyu kahverengi gözleri ışığı yansıtırken titriyordu.
“Lütfen… ideallerinin… seni… öldürmesine… izin verme… Ben… bundan… hoşlanırdım…”
Ölmüştü.
“Kunikida, çok fazla insanı öldürdü. Böyle olması gerekiyordu.”
Kan beynime sıçradı.
“DAZAİ!”
Dazai’yi yakalarından kavradım ama gözünü dahi kırpmadı. Sadece öfke dolu gözlerimin içine baktı.
“Kunikida, peşinde olduğun ideal dünya yok. Pes et.”
“Kapa çeneni! Silah kullanmayı bile zar zor bilen bir kadındı sadece! Onu öldürmek için hiçbir sebep yoktu! Bize plan yapmamız için biraz vakit tanısaydın kimsenin ölmek zorunda kalmadığı bir yol bulabilirdik! Neden…?!”
“Sasaki-san’ı ben öldürmedim. Rokuzo öldürdü.”
“Fark etmeyeceğimi mi sandın?!” Rokuzo’nun yanında duran siyah silahı işaret ettim. “Senin silahındı! Sasaki ile konuşurken tabancayı Rokuzo’ya doğru tekmeledin çünkü onu öldüreceğini biliyordun!”
Dazai durduğu yerden silahı, Sasaki-san’ın dikkatini çekmeden Rokuzo’ya itebilirdi.
“Onu ben öldürmedim.”
“Dolaylı olarak öldürdün!”
“Özür dilerim ama öyle bir niyetim olduğunu kanıtlayamazsın. Silahı eline alıp Sasaki-san’ı öldürmek için tetiği çeken Rokuzo’ydu. Benim tek yaptığım yerde duran bir silaha takılmaktı.”
Kendi ellerini kirletmeyen bir katil…
Birisinin kendi art niyetlerin için başka bir cana kıymasına sağlamak… Dazai’nin yaptığı Sasaki Hanımın yaptığından farksızdı. Mevcut yasalar ve düzene göre cinayetlerini kanıtlamanın hiçbir yolu yoktu ve cezasız kalacaklardı.
“Kunikida, onu kurtarmanın tek yolu buydu. Yapabileceğimiz en iyi şeyi yaptık.”
“Yapmadık!” Bağırdım. “Yaptığımız ideal değildi, hatta iyi bile değildi! Elimizden gelen başka bir çare olmalıydı. Temelde yatan göremediğimiz bir problem olmalı! Çünkü…”
Eğer Sasaki-san dünyaya kin besliyorsa…
Eğer gerçekten bizden kurtulmak istemişse…
O zaman zehirli gazın arasına ilerlemeye kalkıştığımda beni durdurmazdı. Beni durdurmasaydı zehri ciğerlerime çeker ve ölürdüm. İntikam isteseydi o sırada beni kolayca öldürebilirdi. Kaza gibi gösterir, kimse ondan şüphelenmezdi.
Ama beni kurtardı. Neden? Anlık bir içgüdüyle mi yaptı? Ya da refleksle?
Konuşmakta zorlanırken Dazai’ye gerçekleri anlattım. “Çünkü aslında bunların hiçbirini yapmak istemedi! Suçluların suçları yüzünden öldürüldüğü bir dünyayla ilgilenmiyordu! Sadece…”
               -“ Sadece onu acı çekerken görmek istememiştim”
               -“Kilide dokunmamalısın!”
“Söyle, vurulup öldürülmesi doğru muydu?! Aradığım ideal dünya bu muydu?!”
Dazai bana usulca bakıp sözlerini bir araya getirdi.
“Kunikida, doğru ve yanlışın varlığına inanan insanlar, ideal dünyanın var olduğuna inanlar istedikleri olmayınca dünyaya öfkelenen ve etrafındakilere zarar veren insanlardır… örneğin Mavi Kral gibi. Bu idealler ve inançlar gerçekleştiğinde ise kurbanlar zayıf ve savunmasız kalır.”
Gözü uzaklara daldı.
“Doğruyu aramak, iki ucu keskin kılıca benzer. Zayıfa zarar verebileceği gibi onları koruyup kurtaramaz. Sasaki-san’ı öldüren Mavi Kral’ın doğruluğuydu.”
Dazai’nin eleştirisi içime işledi. Doğrunun ve idealin peşinden koşuyordum. Bunları gerçekleştirebilmek için tüm zorlukların üstesinden gelebiliyordum.
“Kunikida. Bu idealleri kovaladığın ve yoluna çıkanları kaldırdığın sürece bir gün sen de Mavi Kral’ın öfkesini taşıyacaksın. Ve işte o zaman etrafında külden başka bir şey kalmayacak. Bunun yaşandığını çok gördüm.”
Yalnızca kendisinin görebildiği bir şeye, anlayışımın ötesindeki bir şeye; her insanın kalbinde yer edinen dipsiz bir karanlığa bakıyormuş gibi baktı.
“Ben…”
Dazai’yi bıraktım. Ne demek istediğini anlıyordum. Belki de doğruluk başkalarında değil, kendi içinde araman gereken bir şeydi.
Ve yine de…
Sasaki Hanım ölmüştü. Rokuzo da.
Kendi içimde aradığım doğrulukta yalnızca umutsuzluğu bulmuştum.
“…”
Terk edilmiş hastanenin penceresine baktım. Kırmızı örümcek zambakları ön tarafta çürüyen bahçede sallanıyordu. Gözlerimi kapatsam da çiçekler hala orada kalacak, Sasaki-san’ın gülüşünün izleriyle… hafızama kazınacaktı.
10 notes · View notes
amezhu · 2 months
Text
Heaven Official's Blessing▪︎
215. BÖLÜM - Yol Sapmaz Ama Emirler Hep Aynıdır -
Ancak Feng Xin çok da uzun bir süre şaşakalmadı ve cevapladı. Ama tam cevaplamadan Jian Lan küçümseyerek gülerek konuştu, “Unut gitsin, bir şey demek zorunda değilsin. Şu an başkasının mahkumusun zaten, çocuğun olarak kabul etmeye cesaret etsen bile hepsi tamamen boş sözler olacak, dediğin hiçbir şeye inanmayacağım. Daha fazla konuşma. Sen istekli olsan bile ben olmayabilirim.”
Cenin ruhu kollarına sarılmış, Feng Xin’e dil çıkartıyor ve yetişkin bir sesle kıs kıs gülüyordu. Jian Lan ona güçlü bir şekilde şaplak attı ve arkasına bir tokat attı, azarlayarak, “Hala ne şekil yüzler yapıyorsun sen? Sana kaçmamanı söylemiştim, beni delirtiyorsun!”
Ceninin küçük çirkin yüzü buruştu ve öyle kalmaya devam etti. Feng Xin arkalarından bağırırken anne ve çocuk hızla Nan Yang sarayından çıkmak için acele ediyorlardı, “JİAN LAN! JİAN LAN!” cevap yoktu. Sonunda, Nan Yang sarayında tek kalan yine o olmuştu, Feng Xin oturduğu yere geri düştü, büyük beyaz turpun üzerinde kalan sıra sıra çarpık diş izlerine kötü kötü baktı. Biraz baktıktan sonra sağ elini başının arkasına alarak yere uzandı, küfretmeye bile enerjisi kalmamıştı.
Nan Yang sarayının üzerindeki Xie Lian da iç çekti.
Tam o sıra Hua Cheng aniden konuştu, “Gege, Yu Jun dağında cenin ruhunun yine ortaya çıktığı geceyi hatırlıyor musun?”
Xie Lian onun konuyu kasıtlı olarak değiştirdiğini biliyordu, ayrıca cenin ruhunun Yu Jun dağında ortaya çıkması sorgulanabilir başka bir meseleydi, Xie Lian iş birliği yapmak ve olayı aydınlatmak için kendini zorladı, “Hatırlıyorum. Evlilik tahtırevanına biniyordum ve o hayalet damat Xuan Ji’yi bulmam için çocuk şarkısıyla bana ipuçları veriyordu. Ayrıca sadece benim duymama izin verdi, başka kimse duymadı, neden merak ediyorum.”
“Muhtemelen Jun Wu’nun emriyle” dedi Hua Cheng.
“O zaman bilmecenin cevabı Jun Wu'nun hedefi olacaktır.” Dedi Xie Lian. “Ve Jun Wu'nun emri altında şiddetli bir ruh haline gelmesinin nedeninin cevapları Guoshi’nin söylemesi gereken şeyler.”
“O zaman gidip soralım.” Dedi Hua Cheng, “Gege için iyi haberlerim var. hayalet kelebekler çoktan Guoshi’nin tutulduğu yeri buldu.”
Xie‌ Lian'ın ruhu anında yükseldi, “Nerede?”
Ling Wen sarayı.
Sarayın içinde ve dışında, ellerinde dağlar kadar yüksek parşömenlerle içeri girip çıkan sayısız sivil tanrı yoktu, onun yerine yeni eklenen şey, sert bir şekilde devriye gezen ifadesiz Cennet Savaş Muhafızlarıydı. Ses çıkarmadan çatılardan birinin köşesine indiler ve Xie Lian konuştu, "Guoshi burada kilitli mi? Ling Wen onu izliyor mu?"
"Doğru." diye yanıtladı Hua Cheng, "Üzerindeki brokarlı Ölümsüz ile Ling Wen şu anda hem bir sivil tanrı hem de bir savaş tanrısı olarak kabul ediliyor."
Etraftaki şeyleri hızlıca inceledikten sonra Xie Lian yorum yaptı, “O zaman biraz çetrefilli olacak.”
Brokarlı ölümsüz onlara eş olamazdı, hala yüksek miktarda kültivasyonu vardı, ayrıca Cennetin büyük caddesinde devriye gezen muhafızlardan daha keskin gözleri olmalıydı.
Eğer Xie Lian ve Hua Cheng dikkatsizce bu şekilde Ling Wen sarayına girerlerse brokarlı ölümsüz onları yenemese de yine de onların yerini tespit edebilirdi ve bunu yaptığı an Ling Wen de nerede olduklarını anlardı.
“Ling Wen ve Jun Wu birbirleri ile ruhsal iletişim rününü kullanabiliyor olmalı. Ling Wen bizi fark ederse Jun Wu da bizi fark etti demektir.” Dedi Xie Lian, “Brokarlı Ölümsüz şu anda onun üzerinde değilse o zaman sadece bir sivil tanrı ve yerimizi tespit edemez; giyilmediğinde brokarlı ölümsüz sadece bir cübbe olarak kaldığından Jun Wu’Yu uyaramaz. Onları ayıracak bir yol bulmalıyız.”
Ancak Hua Cheng cevapladı, “Özellikle bir şey düşünmemize gerek yok, er ya da geç o cübbeyi çıkartacak.”
Hiçbir açıklama gerekmeden Xie Lian anladı.
Sonuçta brokarlı ölümsüz iyi bir şey değildi, aurası karanlık ve ağırdı. Ling Wen resmi olarak hala sürülmediğinden cennet mensubu olarak sayılıyordu ve sürekli onu giymek sağlığına zarar verirdi. Ayrıca onun ruhsal gücünü tüketen erkek formunda kalmaya devam etmesi gerekirdi ve o yorgunlukla devam edebilecek pek kişi olması mümkün değildi. Her gün belli zamanlar çıkartıp dinlendiği bir zaman olmalıydı.
İkisi birbirine planla ilgili fısıldarken elleri arkasında siyah giyimli bir adam Ling Wen sarayından dışarı çıktı. Dışarıdaki korumalara birtakım emirler verip yan odalara yöneldi. Bir süre sonra, yan odalardan tek başına çıktı ve yeniden ana salona girdi.
O adam Ling Wen’di. İçeri girdiğinde erkek formundaydı, dışarı çıktığında ise orijinal formunda. Üzerindeki siyah dış cüppe de ortadan kaybolmuştu, adımları erkek formunda olduğu zamanki kadar dövüş sanatlarında gözle görülür şekilde becerikli, hafif ve enerjik değildi.
Sahiden cübbeyi çıkartmıştı ve şimdi brokarlı ölümsüz yan odadaydı.
İkisi birbirine baktı. Hua Cheng, “Artık ayrıldılar. Gege oldukça iyi şansın var.”
Xie Lian da bir nefes aldı ve ona bir bakış attı, “İyi olan San Lang’ın şansı.”
Hua‌ Cheng‌ sırıttı, “Ana salon mu? Yan oda mı?”
Biraz düşündükten sonra Xie Lian karar verdi, “Yan odaya gidelim! Ling Wen sarayının içindeki durum kim bilir nasıldır, eğer Guoshi Ling Wen'in hemen yanında korunuyorsa o zaman onun etrafından dolaşamayız. Ama brokarlı ölümsüzü ele geçirirsek belki hâlâ konuşacak yerimiz olabilir.”
Böylece ikisi biraz bekledi, muhafızlar nöbet değiştirirken o şansı kullanıp çatıya atladılar, odanın içine gizlice sızdılar.
İçeri atladıkları anda Xie Lian soğuk terlerini sildi.
Ne olursa olsun bir hanımın odasına gizlice sızmak pek de gurur duyulacak bir şey değildi. Ancak odadaki durumu görünce gerginliği yavaşça azaldı.
Xie Lian’ın eski odası bundan daha şaşalıydı, Feng Xin’inki daha dağınık, Mu Qing’inki daha zevkli ve zarifti. Her halükarda bu oda hiç de bir hanımın gizli odası gibi değildi, bu yüzden Xie Lian o kadar gergin değildi.
Odanın içinde fazla mobilya olmadığından bir şeyler saklamak zordu. Xie Lian’ın el yordamıyla bir sandığı bulup çıkartması uzun sürmedi. Ancak sandığı açar açmaz gözleri kararmıştı. Sebebi sandığı açtığında yüzüne vuran karanlık enerji değil, sandığın içinin tıpatıp aynı siyah cübbelerle dolu olmasıydı.
Yine aynısı!
Yine aynı şeyler olmuştu, geçen sefer de binlerce cübbe arasından gerçek brokarlı ölümsüzü aramak zorunda kalmışlardı. O şeyi aramak tam bir karmaşaydı, hatta bir kabustu. Bu sefer çok fazla set yoktu, birkaç düzineydi ama her birinin sadece küçücük farkları vardı. Hangi durumun daha moral bozucu olduğunu söylemek cidden zordu. Gerçek brokarlı ölümsüz burada mıydı?
Başının zonkladığını hisseden Xie Lian perişan bir halde sordu, “San Lang… Jun Wu şu an ne yapıyor? Yeterince zamanımız var mı?”
Hua Cheng her yerdeki tüm hareketleri yakından izliyordu, Xie Lian’ın sorusunu duyduğunda yavaşça cevapladı, “Gege, sakinleş. Oldukça zamanımız var. Jun Wu henüz kaçtığını fark etmedi. Şu an büyük dövüş holünde Mu Qing’i getirtmiş sorguluyor. Görünüşe bakılırsa, biraz zaman alacak.”
Xie Lian bunu duyunca şaşırmıştı, “Mu Qing? Mu Qing’i mi sorguluyor? Neden?”
“Hayalet kelebekler büyük dövüş holüne giremiyor, tam olarak duyamıyorum.” Dedi Hua Cheng, “Ama bilirsin” Xie Lian’a baktı, “İyi bir şey olmadığı kesin.”
Xie Lian, Jun Wu'nun Yin Yu'ya nasıl davrandığını hatırladı ve belli belirsiz endişeli hissetti. Ne kadar endişelense de anlamsız olduğunu biliyordu ve kararlılıkla konuştu, “O zaman acele edelim. Her bir cübbeyi deneyeyim. San Lang, hadi bana emirler ver.”
Eğer brokarlı ölümsüz fark edilmek istemiyorsa ya da onu giyenin canını almak istemiyorsa sıradan bir kıyafet gibi giyilebilirdi. Ancak biri onu giymesini sağlar ve ona emir verirse o kişinin emirlerine uyması gerekirdi. Bu yolu kullanarak gerçek olanı açığa çıkartabilirlerdi, tek dezavantajı biraz tehlikeli olmasıydı. Hua Cheng konuştu, “Ben yaparım.”
Xie Lian kafasını salladı, “San Lang, sen daha önce brokarlı ölümsüzü giymiştin ama hiçbir etkisi olmamıştı. Beki de hayalet krallara karşı etkisizdir? Bunu yalnızca ben yapabilirim.” Dış cübbesini çıkartırken ve ayağının kenarına doğru koyarken bunları söyledi. Hua Cheng kaşlarını kaldırdı ve ona vermek için siyah bir cüppe seçti. O zaman teklifini kabul ediyorum.”
Xie Lian hızla cübbeyi giydi. Tanrıya şükür, tanrıya şükür, Ling Wen’in siyah cübbesinin göğüs kısmı açık değildi ve hiçbir şekilde şehvetli değildi. Oldukça muhafazakar ve düzgün olduğundan giymesi zor değildi. Xie Lian yukarı baktı, “Pekala, şimdi bana emir verebilirsin.”
“…”
Hua Cheng’in sağ eli sol dirseğinin altında, sol eliyle çenesinin altından kafasını destekliyordu, Xie Lian’a baktı, ciddi bir şekilde düşünüyordu ve konuştu, “O zaman, Gege, sana emrediyorum ki…”
Bir dakika sonra beklenen komut geldi. Hua Cheng mutlu bir şekilde gülümsüyordu, “—Ruhsal güçlerimden ödünç al.”
“…”
Tabii ki Xie Lian “ruhsal güç ödünç almak” derken ne kastettiğini çok iyi biliyordu ve neredeyse kafasından dumanlar çıkacaktı. Xie Lian hızlıca cübbeyi çıkarttı, “Bu, bu yanlış olanmış.”
“Ah, ne yazık. Yanlış olan olması.”  Hua Cheng Yakındı.
Xie Lian ifadesini düzeltti, “San Lang, sen… bu doğru değil. Biraz daha ciddi olmalısın, böyle emirler verme.”
Hua Cheng mütevazılıkla cevapladı, “Yeterince ciddi değil miyim? Peki ne tür emirleri kastediyorsun? Gege bu konuda biraz daha spesifik olabilir mi?”
“…” Xie Lian iki kez hafifçe öksürdü ve ciddilikle cevapladı, “Her halükarda beni senden ruhsal güç aldıramazsın. Bunun dışındakiler olur, etrafında dön, iki kez zıpla gibi, ne istersen.”
Hua Cheng bir kaşını kaldırdı, “Bunun dışındakiler olur, değil mi? Pekala, anladım.”
Ardından Xie Lian’a başka cübbeler verdi, hızlıca giydi ve Hua Cheng’e baktı.
Hua Cheng bir süre ona baktı, “Gege…”
Kısa bir süre sonra kocaman gülümsedi, “Benden ruhsal güç ödünç alma.”
“…”
Çok dikkatsizdi! Hua Cheng bunu nasıl yapar?
Xie Lian hızla cübbeyi çıkarttı, “TAMAM! Bu da değilm…” ama Hua Cheng onu durdurdu, “Bekle, Gege, kim demiş bu olmadığını? Hala kanıtlamadın.”
Hua Cheng’in emri “benden ruhsal güç ödünç alma”ydı. Eğer Xie Lian o cübbenin brokarlı ölümsüz olduğunu kanıtlayacaksa Hua Cheng’in emrine uymalıydı. Yani brokarlı ölümsüz olmadığını kanıtlamak için dediğinin tersini yapmalıydı –Hua Cheng’den ruhsal güç almalıydı.
Sonuç olarak aynı yerde dönmüş ve aynı yere geri gelmişti!
Xie Lian, Hua Cheng'in ciddi yüzüne bakarken sarsılmıştı, “… Sen çok kurnazsın, bunu yapamazsın.”
Hua Cheng kollarını birbirine bağladı, “Neden yapamam? Gege, sen kendin söyledin. Benden ruhsal güç almak dışında diğerlerinin sorun olmadığını söyledin. Verdiğim emri beğenmediğinden ben de tam tersi emir verdim, hala nasıl kurnaz olduğumu söylersin? Senin dediklerine sadık kalmadım mı?”
“…”
Xie Lian karşılık verebilmek için ne demesi gerektiğini bilmiyordu, bir parmağını kaldırdı ve bir süre onu işaret etti, “Sen… sen, ah, sana karşı kazanamam, benimle oynamayı kes!” ardından hiç gecikmeden, aceleyle öptü. Açıkça kimsenin etrafta olmadığını bilse de sanki gözetleme ihtimali olan herkese karşı dikkatliymiş gibi öptükten sonra etrafına bakındı.
Hua Cheng’in yüzünde en küçük bir değişim olmadı, sakince konuştu, “Çok iyi, doğrulandı. Sahiden bu da değilmiş.”
Xie Lian o siyah cübbeyi çıkarttı, “…sakın o emri bir daha verme, tamam mı?”
Hua Cheng ona üçüncü cübbeyi verdi ve gülümsedi, “t-Tamam, tamam. Gege nasıl isterse.”
Xie Lian kendi kendine düşünürken verdiği cübbeyi hüzünle aldı, “San Lang'la baş etmek giderek daha zormuş gibi geliyor… ya da tamamen hayal gücüm mü?”
Hala Hua Cheng'in daha fazla şakacı emirler verebileceğinden endişeliydi ama iki kez ona takılınca Hua Cheng cidden de onunla uğraşmayı kesti. Artık ciddi oluyordu, Xie Lian ise garip hissetmişti.
Ancak sandığın içindeki birkaç düzine cübbeyi denese de Xie Lian hiçbir emre uymuyordu.
Acaba brokarlı ölümsüz burada olmayabilir miydi?
İmkansızdı. Ling Wen onu çoktan çıkarmış olmalıydı ve sandık şeytani bir aura ile lekelenmişti, bu yüzden burada olmalıydı.
Hua Cheng kapının kenarına yaslandı, “Gege, görünen o ki brokarlı ölümsüz bana karşı etkili değil, sana da işlemiyor.”
Sorun neydi?
12 notes · View notes
mnsrykt · 2 months
Text
"Mekke'nin fethinden sonra Efendimiz aleyhisselam Medine'ye dönüşü esnasında Huneyn adlı bir mevkide mola vermişti. Namaz vakti girince ashabın müezzinleri ezan okudular. Huneyn'in çocukları da ilk defa duydukları ve ne olduğunu tam bilmedikleri bu sözlerle alay eder gibi şakalar sarf etmeye başladılar. Müezzin bir kelimeyi okuduktan sonra onlar da değişik şekilde aynı cümleyi bağırarak tekrarlıyorlardı.
O çocuklardan Ebu Mahzure adlı bir zat anlatıyor:
Ashab-ı kiram çocukların yaptığını Efendimiz aleyhisselama haber verdiklerinde, Rasûlullah aleyhisselam çocukların getirilmesini emretmiş ve buluğ çağına yakını yaşlardaki o çocuklar getirilmişler. Efendimiz aleyhisselam az önce ne yaptıklarını sorunca hepsi boyunlarını bükmüş. Az önce söylediklerini tekrarlamalarını istemiş ve sırayla tekrarlamışlar. Sıra Ebu Mahzure'ye gelince, Rasûlullah aleyhissalatu ves selam, "senin sesin çok güzel" buyurmuş ve bir daha tekrar ettirmiş. Sonra da "Senin sesin çok güzel yavrum. Sen şimdi kalk ve Mekke'ye git. Attab bin Üseyd'e, 'beni Rasûlullah gönderdi. Mekke'nin hareminde müezzin olacakmışım de' buyurmuş. Ve mübarek elini de çocuğun alnına sürmüş.
Attab bin Üseyd, Resûlullah sallallahu aleyhi ve selle min henüz fethettiği Mekke'de bıraktığı valisiydi ve Efendimiz aleyhisselam Arabistan yarımadasını diz çöktürdükten hemen sonra, muzaffer bir komutan iken bu olay yaşanıyor. Rasûlullah aleyhisselamın gözü önünde dinin ezanıyla alay ediliyor ve on beş bin kişilik bir ordu orada bekliyor. Ezanla alay eden çocuğun alay ettiği sözleri bizzat Rasûlullah aleyhisselam tekrarlatıyor ve sesini beğendiğini söylüyor. En adi suçun sahibini, kâinatın merkezi olan Kâbe'ye müezzin olarak tayin ediyor!"
7 notes · View notes
delfin-s · 4 months
Text
Bugün okulda şöyle bir şey oldu daha doğrusu olmuş. @selenyumastatin sen daha iyi bilirsin SKSNDKXMDKX
Ben sıra arkadaşım ile matematik çözüyordum. Sıra arkadaşım da sınıfta matematiği iyi olanlardan biri. sonra bizim sınıftan bir çocuk sıra arkadaşıma soru sormaya geldi. O bizim arkamızda oturan iki kişiyle soru çözüyordu soruyu anlamamışlar Neyse kız soruya baktı baktı anlamadı. Bu sefer çocuk bana sordu. Soruda da bir bilgi bilmek gerekiyordu ben de o şekilde 1 dakika olmadan soruyu yaptım. Sonra çocuk arkadaşlarının yanına gitti. Ben duymadım ama "onun (sıra arkadaşım) çözemediği soruyu fatma iki dk de çözdü" gibisinden bir şey demişler. Arkadaşımın dediğine göre. Tabii ben bunu kendi soruma odaklandığımdan duymadım. Duysam epey şey derdim. O yüzden o an diyeceklerimi şu an diyorum.
Pardon da sen kimsin de öyle bir şey diyebiliyorsun Sanki kendisi çözmüş de kıza laf ediyor Eğer çok çözebiliyordun da neden tüm sınıfı dolaşmadan önce kendin çözmedin de millete sordun Sen ilk kendine bak sonra başkalarına laf söyle senin laf ettiğin kişi sınıftaki en iyi matematik çözen insanı ve küçük bir bilgiyi bilemedi diye çözemedi Eğer o bilgiyi sen çok biliyorsan çözseydin. Lan o bilgi zaten sorunun hemen yanındaki sayfada yer alıyordu azcık uğraşsan bulurdun ahmak. İnsan bu kadar mı düşük ıqya sahip olur Kendi bir halt bilmiyor geliyor millet soruyu çözemedi diye laf ediyor Bizim sınıftan ne beklenir ki Hepsi aynı
Bir tık rahatlamış olabilirim KDDNDKXNDKDS
9 notes · View notes
mirzablogg · 3 months
Text
Tumblr media
FECR-İ HÜSEYİN SURESİ 🌹
Bismillahirrahmanirrahim
1. Yemin olsun fecre,
2. On geceye,
3. Çifte ve teke,
4. Geçip gitmekte olan geceye!
5. Akıl sahibi olanlar için, bunlarda gerçeği kanıtlayan bir yemin değeri var, değil mi?
6. Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine?
7. Yüksek binalarla dolu İrem’e?
8. Ki, beldeler arasında onun eşi benzeri yaratılmamıştı.
9. Vâdilerde kayaları oyup yontarak sağlam evler yapan Semûd kavmine?
10. Büyük saltanat ve çok sağlam kaleler sahibi Firavun’a?
11. Bunların hepsi, yaşadıkları ülkelerde azdıkça azdılar.
12. Taşkınlıklarıyla oralarda çokça bozgunculuk yaptılar.
13. Bu yüzden Rabbin onlar üzerine azap kamçıları yağdırdı.
14. Çünkü Rabbin, kullarını devamlı sûrette gözetlemektedir.
15. Ama insan, Rabbi onu varlıkla sınayıp da kendisine ikramda bulunduğu ve bol bol nimetler verdiği zaman: “Rabbim beni şerefli kıldı” der.
16. Buna karşılık onu darlıkla sınayıp da rızkını kısıverince: “Rabbim beni rezil, perişan etti” der.
17. Hayır! Doğrusu siz, Allah’tan ikram bekliyorsunuz ama kendiniz yetîme değer vermiyor, ona ikram etmiyorsunuz.
18. Muhtaçları doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.
19. Mirastan ne gelse, helâl-haram demeden alabildiğine yiyorsunuz.
20. Malı mülkü de sınırsız bir sevgiyle seviyorsunuz.
21. Hayır! Böyle yapmayın! Yeryüzü birbiri ardınca şiddetle sarsılıp toz-toprak, dümdüz olduğu,
22. Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman!
23. O gün cehennem de bütün dehşetiyle getirilir. İnsan o gün, tüm yaptıklarını birer birer hatırlar; ama bu hatırlamanın ona ne faydası olur ki?
24. Ölümcül bir pişmanlık içinde: “Keşke sağlığımda şu ebedî hayatım için bir hazırlık yapmış olsaydım” der.
25. O gün Allah’ın vereceği azabı hiç kimse veremez.
26. O’nun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz.
27. Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra ermiş nefis!
🔴*****İMAM CAFERİ SADIK A.S BUYURDU;"ZİRA BU SÛRE HÜSEYİN BİN ALİ'NİN SURESİDİR. ONA RAGBET GÖSTERENİZ Kİ ALLAH SİZE MERHAMET EYLESİN.
Mecliste bulunanlarda Ebu Husame (gerekçesini ögrenmek kastıyla) Bu sure hiçte cihattan bahsetmedigi halde nasıl İmam Hüseyin a.s' a özgü olabilir?
İMAM A.S BUYURDU; "EY HUZURA KAVUŞMUŞ İNSAN! SEN HOŞNUT OLARAK RABBİNE DÖN. SEÇKİN KULLARIM ARASINA KATIL VE CENNETİME GİR" AYETİNE DİKKAT ETMEDİN Mİ?
28. Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!
29. Dürüst ve samimi kullarımın arasına katıl!
30. Cennetime gir!
📙 Kur'an'ı Kerim Meali ve Ehlibeyt Tefsiri Kitabimizdan..
Allahumme salli ala Muhammedin ve ala Al-i Muhammed tesliman ecmain.
@öne çıkar
Engin Yalçın
Seyyid Engin Yalçın
BAŞ PİR SERÇESME SEYYİD HÜSEYİN GAZİ & SEYYİD BATTAL GAZİ EHLİBEYT DERGÂHI
Nispetle;
Serçeşme İmam Ali Zeynelabidin Mürşid Pir Ehlibeyt Ocağı 19
Nispetle;
SAKALEYN YOL GRUP
14 notes · View notes
tutunsenbana · 5 months
Text
okul koridorunda hep baktın, baktın, yine baktın bana. Doğrusunu söylemek gerekirse aylar sonra çok umutlandım ben bu bakışlardan. Bişey olucak sandım, aptalmışım. Arkadaşlarım hep söyledi umutlanma belki sana öyle geliyordur diye ama ben çoktan sana 4. şansını vermiştim bile kendi içimde. 4. şans diyorum çünkü ben senin yaptıklarını hiçe sayarak sadece kalbimin sesini dinlemiştim, sana olan aşkımı bastırmamıştım aylar sonra ilk kez. Ama yanılmışım..
bakışların, izlemelerin hepsi yalanmış sen başka birine aşıkmışsın. Sadece keşke diyorum, keşke ara sıra bana kayan bakışlarına aldanıp beni hâla sevdiğini düşünüp umutlanmasaydım. Ama bu sefer bitti biliyomusun, gerçekten bitti. Sana olan aşkım, sevgim, yanında küçük çocuk gibi davranmalarım, senin yanında gerçekten kendim ola bilmem, tip meselesini hiçe sayıp seni kendi hayatımda dünyanın en yakışıklı erkeği gibi görmem, bütün problemlerinle, ailevi meselelerinle seni sevmem, içine kapanık olmana göz yummam, saçma hallerine katlanmam, geceler boyu senin için ağlamam, barışalım diye Allaha yalvarmam, durmadan seni arkadaşlarıma anlatmam, baş harflerimizi her yere yazmam... Tüm bunlar bitti artık benim için. Aylardır seni seviyodum ben, başka hiç kimse umrumda değildi sevdiğim ama artık bitti. Çünkü bende yoruldum, karşılıksız tek taraflı sevmekten. Seninle olan bütün anılarımı bir anda silip atamadım doğru, ve biliyorum seni tamamen unutmam zaman alıcak, belki çok üzülücem, çok yorulucam, çok ağlıycam ama artık seni severek kendime eziyet etmiycem...
Ben seninle yaşadım ilklerimi, seninle öğrendim aşkın, aşık olmanın nasıl bir şey olduğunu. Sen benim her şeyde ilkim oldun sevdiğim. Spor derslerinde sende gel spor salonuna diye dua ediyordum ben, sırf bakışalım diye. Uzaktan uzağa bakıyodum hep sana, belki bir gün cesaretini toplayıp gelirsin yanıma diye. Ama sen hiç gelmedin, hep çok cesaretsiz oldun bana karşı, bize karşı. Keşke gelseydin, barışalım deseydin, bir adım atsaydın. Yemin ederim sen bana 1 adım atsaydın ben seni eski haline getirmek için gerekirse gururumu hiçe sayıp (zaten hep gururumu hiçe saydım) sana 100 adım atardım. Ama sen yapmadın, sen barışalım istemedin, eskisi gibi olalım istemedin. Ben böyle anlıyorum ki sen beni, bizi hiç bir zaman özlemedin. Hatta belkide senin için hiç bir zaman biz diye bir şey olmadı balım...
sen bizi yarım bıraktın, ben sana yaklaştıkça sen benden uzaklaştın. Şimdi sıra bende, çünkü sende bende bittin artık)
9 notes · View notes
thbcway · 5 months
Text
TGCF Ekstra Bölüm 245, Fenerler ve Bilmeceler, Yuanxiao Gecesi - Yuanxiao'nun tadı yeniden birleşmenin tadıdır!
Yuanxiao Festivali, gün batımından beri güzel bir geceydi.
Her ne kadar baharın başlangıcı sayılsa da kış henüz uzak değildi ve rüzgar sert ve soğuktu. Xie Lian yolun kenarında yavaşça yürürken kocaman bir çuvalı kaldırdı, yüzünde rüzgardan dolayı hafif bir kırmızılık vardı.
Çuvalın içinde az önce topladığı bir yığın hurda vardı. Bunların bir işe yarayıp yaramayacağını bilmiyordu ama işe yarayıp yaramadığının önemi yoktu, bundan sonra tek geçim kaynağı bu olacaktı. Çok geçmeden yol kenarında bir tezgahla karşılaştı.
Tezgahın adı "Heji Xiaoshi" idi ve bazı atıştırmalıklar ve küçük tadımlık atıştırmalıklar satılıyordu.
Tezgah sahibinin üç kişilik ailesi, ara sokağa doğru yerleştirilmiş küçük bir masada oturuyordu.
İnce yapılı ve oldukça güzel bir bayan, sıra sıra masaların arasında koşuşturuyordu; Tezgah sahibi ona telaş yapmayı bırakıp masaya oturması için seslendiğinde onu dinlemedi, bunun yerine sadece "Yakında orada olacağım" dedi, sesi bir sarıasma kuşunun çağrısını andırıyordu. Müşteriler diğer masalarda ikişer üçer otursalar da, bir süre sonra eve dönmeden önce hepsi gelip geçen genç hanımlar için oradaymış gibi oturup rahat bir şekilde sohbet ediyorlardı. Sonuçta bugün Yuanxiao Festivali'ydi.
Tezgahın önünde küçük bir tencere vardı. Tencerenin içindekiler şunlardı - yüksek bir sıcaklıkta kaynayan beyaz, yuvarlak, parlak, küçük nesneler - onun adımlarını yavaşlatmasına neden oldu.
Xie Lian içinden şunları söyledi: "Ah, bu yuanxiao.”
Küçükken, her Yuanxiao Festivalinde, Xianle'nin kralı ve kraliçesi onunla birlikte bir Yuanxiao yemeği yerdi.
Xie Lian aşırı derecede seçici bir yiyiciydi ve Yuanxiao'yu sevmiyordu. Ünlü aşçıların yaptığı, altın ve yeşim tabaklarda kendisine sunulan minik lezzetler bile hoşuna gitmiyordu.
Çok tatlı olmalarından, onları yerken dişlerine tuhaf bir his vermelerinden hoşlanmazdı; bunu da yemezdi, onu da yemezdi; birkaç ısırık alırdı ve onlarla işi biterdi.
Daha sonra, biraz büyüdüğünde ve Taicang dağına kaçtığında, Yuanxiao Festivali için sadece ara sıra eve gitti ve sonuç olarak sadece birkaç öğün yemek yedi. Şimdi bunu düşünen Xie Lian, yuanxiao'nun tadının tam olarak nasıl olduğunu hatırlayamadığını fark etti.
Xie Lian tezganın yanından dikkatli bir şekilde birkaç bakış attı, büyük, çirkin çuvalı dikkatli bir şekilde omzundan indirdi ve sonunda dikkatli bir şekilde tezgaha doğru adım attı.
Hasır şapkasını çıkardı ve elinde tutarken şöyle dedi: "Patron, bir kase Yuanxiao alabilir miyim? Burada var mı ondan?”
Tezgah sahibi oldukça yaşlıydı ve Xie Lian'a baktı ama o cevap veremeden o ince yapılı, genç bayan gülümseyerek cevap verdi: "Evet, önce oturun!". Bunun üzerine aceleyle bir kase hazırladı. Xie Lian tezgah sahibinin başını salladığını gördü. Bunu tuhaf buldu ve bunun başkalarını rahatsız edecek kadar kirli göründüğünden mi olduğunu merak etti ve kıyafetlerini incelemek için kasıtlı olarak aşağıya baktı. Kirli olmadığından emin olduktan sonra biraz rahatladı ve "Neden öyle bakıyorsunuz?" diye sordu.
Eğer tezgahtar o çuvalı onun buraya getirmiş olmasından hoşlanmazsa, çuvalı dışarıya koyacağını düşündü. Ama tezgahtar ona bir kez daha baktı ve başını sallayarak şöyle dedi: "Çok yazık. Ne kadar acınası.”
Xie Lian dedi ki: “Ah? Ne Dediniz?”
Tezgahtar, "Yuanxiao Festivalinde, soğukta ve açık havadaki bir tezgahta sadece tek bir kişinin oturup, yuanxiao yemesi kesinlikle çok acınası bir durum." dedi.
“…..” Xie Lian, "Böyle olma.. İşinle neden ilgilenmiyorsun?" dedi.
Tezgah sahibi onunla daha fazla konuşmadı ve kaseleri toplamaya başladı. Bir süre hala orada oturduktan sonra Xie Lian etrafındaki insanların onu incelediğini, daha doğrusu onu ve yanındaki olağanüstü ve beklenmedik derecede büyük çuvalı incelediğini hissetti.
Tezgah sahibinin kızı, sanki içindeki büyük eşyaların ne olduğunu merak ediyormuş gibi çömelerek çuvalı kurcalamak için gizlice yaklaştı. ancak annesi onu birkaç kez çağırdıktan sonra geri döndü. O sırada Xie Lian, gelecekte sahip olabileceği, bıçakların ve mızrakların bile parçalayamadığı kalın deriyi henüz geliştirmemişti. (Kalın Derili olmak: Başkalarının yaptığı eleştirilere veya utanmaya karşı duyarsız olmak.)
Masanın altındaki devasa çuvalı, yoldan geçenlerin göremeyeceği bir yere tıkmayı umarak bacağını kullanarak onu tekmelemekten kendini alamadı.
Ne yazık ki, tezgah küçüktü ve masaları, sandalyeleri ve bankları da küçüktü, öyle ki böyle bir şeyi saklamak kesinlikle imkansızdı. Xie Lian'ın hafifçe öksürmek ve etrafındaki insanların bakışlarını görmezden gelmek için elinden geleni yapmaktan başka seçeneği yoktu.Buna alışacaktı. Önemli bir şey değildi. Aniden bir şey hatırladı ve aceleyle elini cüppesinin göğüs kısmına uzatıp etrafını yokladı. İfadesi şöyle düşünürken değişti: "Şimdi bu daha da acınası! Yuanxiao Festivalinde soğukta ve açık havada bir tezgahta tek başıma oturup sadece yuanxiao yemekle kalmıyorum, hatta yeterli param bile yok!!!”
Aceleyle sıvışmak istemişti ama tam o sırada tezgah sahibi büyük bir porselen kaseyle geldi ve onu masanın üzerine koyarak "Beş bit para" dedi.
“…..”
Xie Lian, sanki nefes alamıyormuş gibi hissetti ve şöyle dedi: "Uh...... ben...”
Birkaç kez öksürdü, yumruğunu ağzının önünde kaldırdı ve tezgah sahibinin "Yoksa sende yok mu?" dediğini duydu.
Xie Lian tam derisini kalınlaştırıp ayağa kalkıp koşmak üzereyken büyük porselen kasenin büyük bir gürültüyle önündeki masanın üzerine konulduğunu gördü.Dondu ve tezgah sahibinin şöyle dediğini duydu: "Unut gitsin. Ne kadar zavallı olduğunu gördüm yani sana bir kase vereceğim. Sen bunu bitirdikten sonra tezgahı kapatmam gerekecek, o yüzden acele et ve geri dön. Bugün Yuanxiao Festivali. ailenle birlikte olmalısın!”
"......”
Xie Lian tekrar oturdu ve kendi kendine iç sesi bu kase Yuanxiao'yu bitirdikten sonra geri dönecek hiçbir yeri olmadığını söylese de yumuşak, ve yüksek bir sesle, "Teşekkür ederim" dedi.
Tezgah sahibi ayrıca, "Çok geç oldu ve Yuanxiao Festivali'nde bu kadar geç geri dönmek uygunsuz!" dedi. Karısı şöyle dedi: "O da çok çalışmış gibi görünüyor ve yakında gidecek, onu azarlamayı bırak. Miao-er, Miao-er, ortalıkta dolanmayı bırak. Her zaman yardıma gelmen, bu kendimizi kötü hissetmemize neden oluyor. Buraya gelin ve bizimle yemek yiyin.”
O genç bayan, "Ben ortalıkta dolaşmıyorum!" dedi. Son masayı da kaldırdı ve oturup onlarla birlikte yuanxiao'nun bir kısmını içmeye gitti.
Dört kişi konuşup gülerken, başka birinin yanlarına katılmasını bekliyor gibiydi. Xie Lian onlara baktı, kasesini kaldırdı, bir parçayı ağzına attı ve tatlı çorbadan bir yudum içti.Ama tadının ne olduğunu hâlâ bilmiyordu.
"Gege, Gege?”
Ancak o zaman Xie Lian dikkatini çekti. Hua Cheng onun yanındaydı ve ona bakıyordu. Kırmızı cübbesi içinde, Hua Cheng'in kaşları ve gözleri daha da parlaktı ve fenerlerden gelen ışık, normalde solgun olan (cansız görünen noktaya kadar) yüzüne yumuşak bir renk katmanı veriyordu. Xie Lian bakarken biraz dikkati dağıldı ve "Ne?" dedi.
Hua Cheng, "Gege yorgun mu? Yoksa o yürüyemiyor mu?" dedi.
Xie Lian fazla düşünmeden başını onaylarcasına salladı. Hua Cheng, "Özür dilerim. Dün gece biraz abarttım." dedi.
Ancak bir süre sonra Xie Lian söylediklerine tepki gösterdi ve aceleyle ellerini sallayarak şöyle dedi: "...Ne diyorsun, öyle bir şey değil! Bunun onunla hiçbir ilgisi yok!”
Hua Cheng bir kaşını kaldırdı ve şöyle dedi: "Gerçekten mi? Bunun onunla hiçbir ilgisi yoksa bu, aşırıya kaçmadığım anlamına gelir değil mi? Yani, yapabilir miyim......?”
“…..”
Xie Lian birdenbire hâlâ Hayalet Şehrin ana caddesinin ortasında olduklarını hatırladı ve etrafa şaşkın, temkinli bir bakış attı. Ve görünüşe göre hepsinin gözleri aynı derecede açık olan, şekilsiz ve tuhaf yaratıklardan oluşan büyük bir kalabalık tarafından çevrelenmişlerdi. Xie Lian o kadar şaşırmıştı ki bir an ne diyeceğini bilemedi. Sonunda "San-lang ah!" diye haykırdı.
Hua Cheng hafif bir gülümseme verdi ona ve ellerini arkasına saklayarak şöyle dedi: "Tamam, tamam. Bu benim hatam, konuşmayı bırakacağım.”
Xie Lian da bakışlarını sokağın kenarındaki Yuanxiao yaratığının tezgahından çekmişti. Hayalet Şehrin ana caddesinin her iki yanında çok sayıda parlak kırmızı fener asılıydı ve fenerler bilmecelerle kaplıydı. Hayalet kalabalığı haykırdı, "Bir bilmece tahmin et! Bir bilmece tahmin et! Doğru tahmin edersen bir ödül alacaksın! Bir sürü ödül!”
Hua Cheng, Xie Lian'a şöyle dedi: "Gege, bir dene? Ödüller var." Xie Lian yaklaştı ve "Bi deneyeyim mi?" dedi.
Hayalet kalabalığı heyecanlandı, birbirlerini ittiler: "Şşş! Da bogong bir bilmece tahmin edecek! Da bofu bir bilmece tahmin edecek!!!” (Da bogong: bir saygı eki)
"......"
Kalabalığın ezici gürültüsüyle karşı karşıya kalan Xie Lian sanki dansa girmesini bekliyormuş gibi, gülse mi ağlasa mı bilemedi. Tam rastgele bir bilmece seçmeyi düşünürken, Tanrı bilir nereden gelen bir dokunaç onu bekliyordu, ona bir fener uzattı ve "Lütfen! Lütfen!” dedi.
Xie Lian için bunların hepsi aynı olurdu. Ve böylece feneri aldı ve ona bir baktı. Fenerin yanında bilmeceyle birlikte dört kelime vardı: "Beyaz bir kafa bul.”
Xie Lian'ın düşünmeye bile ihtiyacı yoktu ve şöyle dedi: "Ben." Hua Cheng ellerini çırparak övgüde bulundu, "Gege, sen harikasın." Etrafını saran hayalet kalabalığı da onunla birlikte gürleyerek alkışlıyordu, bağırıp uluyorlardı ve belirsiz, zifiri karanlık bir şekil de tezahürat yaparken havada taklalar bile attı ki bu biraz fazla hissettirdi. Xie Lian utanarak şöyle dedi: "Aslında bu... gerçekten çok basitti ah.”
Dokunaç yine ona ikinci bir fener uzatarak "Lütfen! Lütfen" dedi. Xie Lian feneri aldı ve bu kez bilmecede şunlar yazıyordu: "Bahar Şenliğinde bir gün." Benzer şekilde, Xie Lian düşünmeye bile gerek kalmadan "Koca" cevabını verdi. Hua Cheng bir kez daha ellerini kaldırdı ve alkışladı. Xie Lian, "Gerek yok. Bu da basitti." dedi.
Hua Cheng ona gülümsedi ve şöyle dedi: "Gerçekten mi? Ama ben içtenlikle gegenin muhteşem olduğunu düşünüyorum.”
Xie Lian içinden şunu söyledi: "Saçmalık, saçmalık. Eğer sen bizzat fenerle ilgili bir bilmece bulursan ve ben de bunu çözebilirsem, bu harika olurdu...”
O anda dokunaç yine ona üçüncü bir fener uzattı ve "Lütfen! Lütfen!" dedi.
Xie Lian baktı ve kaşları hafifçe kırıştı. Kalabalık da "Vay be! Bu sefer çok zor!" diye haykırdı.
Xie Lian başını onaylarcasına salladı. Aslında bu bilmece bir bakışta çözülemezdi: "Hayranlığını ifade etmek için utanarak başını eğmek.”
Ancak çok da zor olmadı.
Bir süre sonra Xie Lian şöyle dedi: "Utangaç” kelimesi mimoza bitkisini ifade eder, ; 'başını eğmek' ise 'aşağıya eğmek' kelimesinin baş harfini alır; 'hayranlık ifade etmek' ise 'dökmek' kelimesinin orta harfini alır. Bu üçünü bir araya koyunca, ortaya...... 'Hua' çıkar. Bilmeceye verilen cevap Hua'dır.” “bu...... 'Hua'. Bilmecenin cevabı Hua'dır."
Beklendiği gibi, bilmecenin cevabını verdiğinde, etraflarındaki hayaletler hiçbir kısıtlama veya terbiye olmadan, hareketleri neredeyse mide bulandırıcı olucak ve abartılı bir şekilde çılgınca dans etmeye başladılar. Hua Cheng ona bakarken gülümsedi ve şöyle dedi: "Gege, bu sefer gerçekten harikaydın.”
Dokunaç bir kez daha feneri kaldırdı ve tereddütle uzattı. Xie Lian gülümsemesiyle şöyle dedi: "Bende daha da muhteşem bir şey var. Bu sefer bilmeceye bakmadan bile cevabı tahmin edebileceğimi söylersem bana inanır mısın?" Hua Cheng gözlerini genişletti ve şöyle dedi: "Ah, gerçekten mi? Gege'nin çok özel bir hareketi mi var?" Xie Lian feneri aldı ve şöyle dedi: "Elbette. Bu sefer cevabın 'Cheng' olduğunu tahmin ediyorum. 'Hua Cheng'deki 'Cheng', değil mi?”
Feneri kaldırdı bakmak için, "Bir kez hançer sapı ve hançer bıçağı hareket ettiklerinde güney yönüne doğru sabitlenir." Xie Lian dedi ki, 'hançer ve sap hareket ettiğinde', 'sap' kelimesini ters çevirirseniz 'toprak' kelimesini elde edersiniz; 'bıçak' kelimesini koruyun; 'güney yönüne doğru sabitlenir', 'yön' kelimesini güney kısmı olarak alın, ve 'toprak' ve 'bıçak' kelimelerini merkeze yerleştirin, bu 'Cheng' olur. Bu en zor bilmece olurdu, ne yazık ki...... Ne yazık ki oyunun kurallarını ilk o tahmin etmişti. Dört cevabı bir araya getirin ve ne elde edersiniz? (Cevap: Hua Cheng benim kocam)
Xie Lian hilelerinin farkına varınca hayalet kalabalığı tezahürat yapmaya cesaret edemedi, bunun yerine öksürmeye başladılar ve her biri gökyüzüne baktı. Hua Cheng'in bakışları yavaşça üzerlerinde gezindiğinde, sanki çok korkmuş gibi görünüyorlardı, bazıları fenerlere daldılar, bazıları yere daldılar, her biri başlarını kucakladı ve bağırdı: "Cheng-zhu, lütfen kızma!!!”, “Bu benim fikrim değildi!!!, "Benim de değildi!", Hayalet diğer hayalete bağırdı. "Saçmalık! Bu fikirde olan sendin!!!"
Hua Cheng yumuşak bir sesle "Gidin buradan” dedi.
Bir anda sokaktaki her insan ve hayalet, rüzgârın savurduğu bulutlar gibi, geride kimse kalmadan ortadan kayboldu.
Xie Lian feneri tekrar rafa astı ve gülümseyerek şöyle dedi: "Hadi geri dönelim.”
İkisi birlikte omuz omuza Qiandeng Tapınağı'na doğru yürüdüler. Onlar yürürken Hua Cheng ciddi bir bakışla şöyle dedi: "Gege, lütfen bana öyle bakma. Gerçekten onlara bunu yapmalarına izin veren ben değildim.”
Xie Lian gülümsedi ve şöyle dedi: "Biliyorum. Eğer sen olsaydın bilmeceler kesinlikle bu şekilde tasarlanmazdı.”
Hua Cheng, "Ah? O halde gege benim bilmeceleri nasıl tasarlayacağımı düşünürdü?”
Xie Lian umursamaz bir tavırla şöyle dedi: "Tabii ki 'Benim Kocam San-lang' olurdu...”
Xie Lian ancak bu noktaya kadar konuştuktan sonra söylememesi gereken bir şeyi söylediğini fark etti ve aceleyle ağzını kapattı. Ancak artık çok geçti. Hua Cheng yüksek sesle gülmeye başladı ve şöyle dedi: "Gege, seni yakaladım! Çok güzel!"
"...... kurnaz, kurnaz.......”
Tam o sırada ikisi Qiandeng Tapınağına geri döndü. Büyük salona girdikten sonra Xie Lian, beklenmedik bir şekilde yeşim platformun üzerine bir masanın yerleştirildiğini keşfetti. Şaşırarak baktı onlara. Bunlar iki kase Yuanxiao idi.
Ona geri baktı. Hua Cheng platformda ona katılmıştı ve şöyle diyordu: "Biz dışarıdayken Gege'nin baktığı şey buydu, değil mi?"
Xie Lian başını onaylarcasına salladı.
Hua Cheng şöyle söyledi “Otur ve benimle ye, Gege”
“….”
Ama Xie Lian oturmadı, bunun yerine kendini Hua Cheng'e doğru atıp başını onun göğsüne gömdü. Kollarını Hua Cheng'e sıkıca doladı ve bırakmayı reddetti. Karşılık olarak Hua Cheng de ona sarıldı.Bunca yıldan sonra nihayet bir kez daha Yuanxiao'nun tadını hatırladı.
----
hualian için minik bir playlist yaptım, linki:
https://open.spotify.com/playlist/5aviXrGnX1JSH4k2x4C22v?si=Zeu4VAxcSKuv8ygelrNwSQ&utm_source=copy-link
11 notes · View notes