Tumgik
#yaratılışçı
pateralba · 10 months
Text
Tumblr media
KÖLE
Din, ilkel komünal toplumda, bilimin boşluğunda ve bilimden ayırt edilemediği süreçte, katkısız doğayı anlama aracı olarak, doğa ve toplum arasındaki ilişkilere bağlı kalınarak toplum yetkesiyle belirlendi. Doğada, doğanın insan bileşeni dışında, belirleyici bilinç yoktur. Toplum yetkesiyle belirlenen din, ileride edineceği başka olgularının dışında, yönetme-tapınma olgusundan ayrı olduğu için buraya değin insana yabancı değildi. Doğa, göçer yaşamda, üretim araçları üzerindeki konumlandırma yetkisini, doğal gözlem yapan insana öngörüsüz sundu. Buraya değin din, toplum için katkısız doğayı anlama aracı olarak, doğal ve toplumsaldı. Doğal olarak ilkel komünal toplum, altyapı ve üstyapı arasındaki ilişkilerde, kendi konumunu belirledi. Ancak din, yerleşik yaşamda, göçer yaşamdan farklı olarak, konumu yönetilen doğa ile ilgilendi ve doğal gözleme devam etti. Dini idealist yapan ve buna bağlı olarak insana yabancılaştıran ilk olgu, yerleşik yaşamla birlikte yönetilen kendi ilgi alanıdır. İdealist dine göre, yerleşik yaşamda, doğayı konumlandırma yetkisiyle yönetebilen insan, doğanın görüngüsünün yalnız kendisi için var olduğunu düşündü. Bu yanılgı ile din, ilk fırsatta yönetme aracına dönüştü. Üstün yaratılış düşüncesine bağlı olarak, yönetme-tapınma olgusu ile, görüngüde konumlandırıcı oldu. Üstün ve doğaüstü yaratılış düşüncesine bağlı yönetme-tapınma olgusu ile yabancılaşan din, üretim ilişkilerinde, ahlakta, hukukta, gelenekte, kültürde belirleyici oldu. Yaklaşık 10.000 yıl önce sınıf tarihini başlatan idealist din, artık doğadaki görüngüyü insana yabancılaştırma aracıdır.
Artı değer üretebilen ve sorunların çoğaldığı ilkel komünal toplumda, beslenme ve savunma için metal işleme ve çömlekçilik ile yeni işlevler gelişti. Sorunlardan biri, biriken yıllık artı değerin korunmasıydı. İdealist din, bu noktada yönetmek için fırsat buldu. Bilimin boşluğunda din ile çözüm arayan insan için din adına konuşan birey, artı değer üzerinde yetkileri belirledi. İdealist din, bu işi organize edecek insanları ve karar alma yetkesini belirledi. Yaratılışçı yanılgıya bağlı olarak din adına konuşan birey, ürünün birikmesi ve planlanmasından sorumlu oldu. Bedeni kuvvetli olan birey, ürünün korunmasından sorumlu oldu. Irkçılığın kökenleri tam da bu noktaya (üretim ilişkilerindeki konumun tarihteki yerine) dayanmakta. Buraya değin yetki belirleyen, din adamıydı. Başlangıçta, yetkiler toplumda üstünlük sağlamadı. Fakat idealist dinin iş bölümü üzerindeki etkisi büyüdükçe ilk aylak-asalak birey (din adamı) ortaya çıktı ve sınıflı toplumun temeli atıldı. Artı değer büyüdükçe din adamı çözüm üretemedi. Biriken artı ürünün yönetimi, ölçülüp biçilmesi, korunması, daha da büyümesi için din adamı sorunun çözümü için yaratıcı ya da yaratıcılarla ilişki kurulmasına karar verdi. Fakat din adamı, ileride yaratılışçı mantığa göre bedeni kuvvetli olanın tek yetke olacağı zor tekelini öngöremedi. Din adamının tekelinde din, topluma da yabancılaştı. Din adamının, görünen-bilinen doğa yerine doğaüstü bilinmez güç veya güçlere dayandırdığı yaratılışçı söylemler sonucu bedeni daha güçlü olan ikinci aylak-asalak birey (silahşör) kendisi için ürün depoladı ve bu güçle üretim araçlarına el koyarak toplumu kendisine muhtaç etti. Bu noktadan sonra ilk aylak asalak din adamı, ikinci aylak asalak silahşöre göre konumlandı. Din adamı, ahlak, hukuk, gelenek ve kültürü silahşörün isteklerine göre dini temsil ederek değiştirdi. Köleler, din adamları aracılığıyla kendilerini köle yapan aylakların zor tekelini ve yaptırım gücünü onadı. Din artık sınıf dinidir.
Efendi, üretim araçları üzerindeki egemenliğe ve buna bağlı artı değere sahip olduğu için kölenin kendine çalışmasını sağladı ve ilk sınıflı toplum (köleci toplum) ortaya çıktı. Sınıfsız eşitliğe son veren aylak-asalak ilk sınıf, kendisini yok edecek sınıfı da var etti. Üretim araçlarının özel mülkiyetine bağlı üretim biçiminin altyapısını oluşturduğu ve buna bağlı olarak dinin üst yapısını belirlediği köleci toplum, ilk sınıflı toplum oluşunca, yaratılışçı mantığın üst yapıda etkin oluşuyla ilk olarak kadın sorunu (cinsiyetçilik) ortaya çıktı. Üretim ilişkilerinde etkinliğini kaybeden kadınla birlikte toplumda ağır işleri erkeğin yapması, gelecek ile ilgili kararları erkeğin vermesi sonucu toplumda kadının hakları azaldı. Özel mülkiyet, kadını insana yabancılaştırdı ve kalıt babadan oğula geçmeye başladı. Ailenin kökeni tam da bu noktaya dayanmakta. Ulus içinde ve uluslar arasında eşitsizlik oluştu. Ticaret, uluslar arasında din aracılığıyla gelişti. Dinler, uluslar arasında rekabet ve diğer uluslar üzerinde egemenlik aracına dönüştü. Bu süreçte takas etme başladı ve ticaret düzenli eylem oldu. Metal az bulunuyordu ve en önemli varlıktı. Başlangıçta ürünün kendisi değerdi. Ticaret düzenli duruma geldikçe, nesne olarak kolayca takas edilebilen ve genel olarak bir değer ölçütü kabul edilen para ortaya çıktı. Ticaret hızla geliştiğinde, basılan ağır metal külçelerle, gereksinim daha uygun şekilde giderildi. Ulusun birikimi arttıkça, birikimi yönetmek zorlaştı. Ayrıcalıklılar, savaş ve yağma yoluyla tek yetke oldu. Artık ulusun gereksinimi korunmaydı.
İdealist dinlerin, görüngü farkını, doğaüstücü yönetme-tapınma bileşenine rağmen, maddi toplumsal koşullara göre değişen, ahlak ve hukuk bileşeni ile gelişen sorun çözme işlevi belirler. Gücünü bilinmezlikten alan doğaüstücü bileşen, toplumda sorun çözümüne ulaşmada geciktirici iken engel durumuna geldiğinde, artık din toplum için sorundur. Doğaüstücü yönetme-tapınma bileşeninin sorun çözmeyi geciktirmesine rağmen, ahlak bileşeniyle organizasyonu güçlendiren, hukuk bileşeniyle sorun çözen fakat çözümü doğaüstücü bileşenine dayandıran dinin başarısı, doğaüstü-bilinmeyen bir yöntemle sorun çözeceği yanılgısını gizler ve yabancı kültürün belirleyici bileşenidir. Toplumsal sorunların çözümüne, doğaüstücü tapınma-yönetme bileşeniyle engel olan din, yabancılaşmış dindir. Yaşamını, insana yabancılaşan dinin belirlediği ulus, kendine yabancılaşmış ulustur. Bilinmezlikten güç alan din, efendilerin çıkarları için ahlakta, hukukta, gelenekte ve kültürde belirleyici oldu. Zor tekelinin varlığı, din adamı aracılığıyla köleler tarafından yeterince onandığında, köleci toplumun üstyapısı oluştu. Artı değer sömürüsü, efendi ile köle sınıfların köleci toplumunu var etti. Köle emeği ile üretilen artı değer, efendi sınıf için önemli olduğundan dolayı köleci devlet kuruldu. Devletin kökeni tam da bu noktaya dayanmakta. Savaşlar sonucunda artık sadece ürün değil, insan da ganimet olarak toplandı ve köle olarak kullanıldı. Köleci toplumda sınır tanımayan sömürü, bir süre sonra kendi sınırlarına dayandı, artı değer satacak efendi kalmadı. Bu süreçte, tanrı-krallar ve köle imparatorlukları ortaya çıktı. Buraya değin, kurulmuş köleci devletler kölelerin özgürleştiği ayaklanmalar ile yıkıldı. Göçer toplum, avcı-toplayıcı işleviyle doğaldı ve sınıflara ayrılmamıştı. Hepsi demir silahlar kullandı ve zamanlarında yenilmezdi. Sınıflı topluma geçiş sürecinde, sınıfsız toplumun varlığını sürdürdüğü arkeolojik bulgulara dayanmakta. Fakat unutmamalıyız ki insanlığın ilerleyişi düz bir şekilde değil, eşitsiz ve bileşik gelişme yasasına uygun olarak sürdü.
Toplulukları farklı gösteren kültürün her yabancı öğesi, sorun çözülmediğinde başvurulan doğaüstücü bilinmezliğe inançtan güç alan ve yaşanılan bölgeye bağlı oluşan dilin kullanım farkı ile kendisine inandırmaya çalışan idealist din aracılığıyla oluştu. Üstyapı, altyapıya bağlı olarak değişir ve altyapı toplumu kendine uygun duruma getirir. Üretim araçlarının özel mülkiyette olması demek, mülkiyet sahibinin kendi çıkarı için bu araçları kullanması demektir. Yukarıda konu edindiğimiz gibi üretim araçlarının özel mülkiyeti ile sınıflı toplum ve buna bağlı olarak aile, devlet ve cinsiyetçilik, ırkçılık oluştu.
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'dan alıntı:
- İnsanlar, sürdürdükleri toplumsal üretimde, isteklerinden bağımsız ve vazgeçilmez olan belirli ilişkilere girerler; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretim güçlerindeki belirli bir gelişme aşamasına denk düşer. Bu üretim ilişkilerinin toplamı, toplumun ekonomik yapısını oluşturur: yani, hukuki ve siyasi üstyapıların dayanağı olan ve belirli toplumsal bilinç biçimlerinin denk düştüğü gerçek temeli. Maddi yaşamdaki üretim biçimi, toplumsal, siyasal ve içsel yaşam süreçlerinin genel niteliğini belirler. İnsanların varoluşunu belirleyen, bilinçleri değildir; tam tersine, toplumsal varoluşları bilinçlerini belirler. Altyapı olarak ekonomik temelin değişmesiyle, bütün o çok güçlü üstyapı değişime bağlı olarak hızla dönüşür.
0 notes
olumsuzsozler · 11 months
Text
Tumblr media Tumblr media
Paul Zachary Myers (d.1957) Pharyngula bilim blogunu kuran ve yazan Amerikalı bir biyologdur. Gelişim biyolojisi alanında çalıştığı Minnesota Üniversitesi'nde biyoloji doçentidir. Akıllı tasarımın, yaratılışçı hareketin ve diğer s��zde bilimsel kavramların eleştirmenidir. Wikipedia
PZ Myers Sözleri: İnsanoğlu hala balıktır. PZ Myers Sağduyu - o kadar nadir ki, kahrolası bir süper güç. PZ Myers Nedensizce iğrenç olmamalıyız, bilerek iğrenç olmalıyız. PZ Myers Dünyada olup bitenlerin çoğu, doğal, evrensel yasaların bir sonucudur. PZ Myers Bir insan olarak kozmik açıdan önemli olduğunu düşündüğünüz her şey bir tesadüftür. PZ Myers Biz dünyanın prensleri değiliz, solucanların torunlarıyız ve her türlü asalet kazanılmalıdır. PZ Myers Bilim, doğruluğunun ve öneminin somut kanıtlarını sağlar. Din, aynı şeyin yokluğuna bahaneler üretir. PZ Myers Doğaüstü ve/veya yüce bir varlığın hipotezi belirsizdir, temelsizdir ve hiçbir pratik şekilde uygulanamaz. PZ Myers Hayatımızı, öldükten sonraki ödüller ve tatminle ilgili yanılsamalar için değil, hayatımızın iyiliği için yaşarız. PZ Myers Çok zeki insanlar genellikle çılgınca inançlara yönelik rasyonelleştirmeler yaratma konusunda çok akıllıdırlar. PZ Myers Hastalık sefaletin nedeni olduğu gibi, din de kadın düşmanlığının nedenidir; tek neden değil ama önemli bir etkendir. PZ Myers Bilim yanılmaz değildir ancak dinde eksik olan bir şeye sahiptir: iddiaları gerçek dünya gözlemleriyle test etme süreci. PZ Myers Sessizlik statükonun lehine bir argümandır. Bir eşitsizliği gidermeyi reddetmek, bu eşitsizliği sürdürmeye yönelik bir stratejidir. PZ Myers Biz tanrısızlar bu kesinlikten yoksunuz ve dünyanın uzlaşma gerektiren ve ahlaki bir güç tarafından yönetilmeyen karmaşık bir yer olduğunu biliyoruz. PZ Myers Din, akla karşı bir fitne eylemidir. Hangi din en baştan çıkarıcıysa ve mağdurları şüpheciliklerinden vazgeçmeye ikna etme olasılığı en yüksek olanıdır. PZ Myers Eğer doğal dünyaya ilişkin gözlemler karşısında sönen bir dini inancınız varsa, inançlarınızı yeniden düşünmelisiniz; dünyayı yeniden düşünmek bir seçenek değildir. PZ Myers Din, göğsümüzün üzerinde duran barbar bir obsidyen bıçağıdır, onu bir dolaba koyun ve bir sanat eseri olarak hayranlıkla izleyin, ama o lanet şeyi bir daha asla kullanmayın. PZ Myers Din savunucuları, ister yamyamlık ritüeli olsun, ister ruhlara dua etmek olsun, ister kadınlara menkul kıymet muamelesi olsun. Ve bunu her zaman sahte öncüllerden oluşan korkunç, sallantılı bir temel üzerine inşa ediyorlar. PZ Myers Sıradanlık ilkesi basitçe özel olmadığınızı belirtir. Evren senin etrafında dönmüyor; bu gezegen hiçbir şekilde ayrıcalıklı değil; ülkeniz yönlendirilmiş, kasıtlı kaderin mükemmel bir ürünü değil; ve öğle yemeğinde yediğin ton balıklı sandviç sana hazımsızlık yaşatmak için plan yapmıyordu. PZ Myers İNANÇ. Hiçbir kelime, dinin mutlak en kötü ve en kötü özelliklerini bundan daha iyi temsil edemez. İnanç zihni çürütür. Eleştirel düşünceyi yok eden, kanıtları baltalayan ve insanları saçmalıklara adanmış hayatlara yönlendiren zehirdir. Bir erdem sayılan bir parazittir. Ateizmin bilimsel kanadının bir temsilcisi olarak konuşuyorum: Bu kesinlikle taviz veremeyeceğimiz bir şeydir. İnanç yanlıştır. PZ Myers https://i.ibb.co/HHLmQQz/PZ-Myers-S-zleri.gif
Tumblr media
youtube
……………………………………….. ╚►Tumblr: https://olumsuzsozler.tumblr.com/search/PZ%20Myers ╚►Twitter: https://twitter.com/pusula1sozler ╚►Pinterest: https://tr.pinterest.com/szler/pz-myers-s%C3%B6zleri/ ╚►Site arşiv: https://pusulasozler.tr.gg/ ╚►Sözler Gif: https://i.ibb.co/HHLmQQz/PZ-Myers-S-zleri.gif ……………………………………….#PeterAtkinsSözleri #ÖlümsüzSözler
0 notes
Text
1999 KAN KAMPANYASI TAMAMEN MEŞRU VE LEGAL BİR ORGANİZASYONDUR
Tumblr media
Dr. Oktar Babuna'nın Adıyla Anılan, 1999 Tarihindeki Kan Kampanyası Tamamen Resmi Makamların Kontrol ve Denetiminde, En Küçük Bir Şaibeye Dahi Yer Bırakmayacak Bir Titizlik İçinde Gerçekleştirilmiştir!
Yeniçağ gazetesi yazarlarından Sayın Burhan Ayeri, 4 Şubat 2020 tarihli köşe yazısında, camiamız mensuplarından Dr. Oktar Babuna’nın 1999 yılında geçirdiği çok ağır bir kan kanseri (lösemi) hastalığı vesilesiyle düzenlenen "kan kampanyası" organizasyonuna hatalı bazı yorumlar atfetmiştir.
Bilgi eksikliğinden kaynaklandığını düşündüğümüz bu hatalı yorumla ilgili bazı önemli gerçekleri açıklamak gerektiğini düşünüyoruz.
Ne yazık ki dönemin bir kısım medya ve siyasileri tarafından son derece çarpıtılarak olmadık hayali ve gerçek dışı yorumlarla kamuoyuna yansıtılmaya çalışılan söz konusu "kan kampanyası" tümüyle meşru, legal ve her türlü şaibeden uzak bir organizasyondur.
Kampanya 21 yıl önce, Mart 1999’da Dr. Oktar Babuna’nın Kronik Lenfositik Lösemi (KLL) hastalığı vesilesiyle, Türkiye'de eksikliği gündeme gelen "KEMİK İLİĞİ BANKASI" OLUŞTURULMASI için, bir tür sosyal sorumluluk projesi mahiyetinde düzenlenmiştir. İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi tarafından başlatılan kampanya, gerek halkımızın gerek en üst düzey devlet yöneticilerimizin gerekse siyasi, akademisyen ve bilim adamlarımızın yoğun ilgi ve teveccühüne mazhar olmuştur.
Bu itibarla, söz konusu organizasyon kapsamında devletimizin görevlendirdiği kurumlar tarafından toplanan kanların, ülkemizde yeterli teknik imkan bulunmadığı için YİNE BU KURUMLARIN YÖNLENDİRMESİYE, analiz için yurt dışına gönderilmelerinde hiçbir art niyet, tehlike veya risk söz konusu olmamıştır.
Bu aşamada bazı önemli detayların hatırlanması, konuyla ilgili somut gerçeklerin yeniden ortaya konmasında ve net olarak anlaşılmasında faydalı olacaktır. Şöyle ki:
Dr. Oktar Babuna 1999 yılında Kronik Lenfositik Lösemi teşhisiyle tedavi görmeye başlamış ve bir süre sonra kemik iliği nakli olması gerektiği ortaya çıkmıştır. Bu ilik nakli gerçekleşmediği takdirde en fazla 3 ay gibi bir süre yaşayabileceğinin belirtilmesi üzerine uygun kemik iliği donörü bulunabilmesi için bir arayış başlamıştır.
Beyin Cerrahı olan Dr. Oktar Babuna vesilesiyle gündeme gelen ülkede kemik iliği bankasının bulunmaması gerçeği kamuoyunun büyük ilgisini çekmiştir. Bunun üzerine İstanbul Valiliği'nden alınan izinle İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Dekanlığı tarafından ülke çapında “Ulusal Kemik İliği Bankası Kurulması Kampanyası” başlatılmış ve kampanyanın tamamı devlet makamlarınca yürütülmüştür.
Dr. Oktar Babuna daha sonra ilki Amerika’nın Teksas eyaletindeki MD Anderson Cancer Center’da, ikincisi yine Amerika’nın Washington Eyaleti’ndeki Seattle Cancer Care Alliance’da olmak üzere iki ayrı kez kemik iliği nakli geçirmiştir. Yıllar süren yoğun tedavilerinin ardından iyileşerek KLL ve Richter transformasyonu geçiren ve hayatta kalan ilk ve tek hasta olarak tıp literatürüne geçmiştir.
Dr. Oktar Babuna’nın rahatsızlığıyla gündeme gelen, İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi tarafından yürütülen Ulusal Kemik İliği Bankası oluşturma kampanyasında, Sayın Ayeri’nin iddia ettiğinin aksine kök hücre TOPLANMAMIŞTIR. Kök hücre toplanması için çok daha ileri düzeyde bir çalışma gerekmektedir. Kampanyayla toplanan 5-6 cc’lik bir tüp kan ile kök hücre toplanmasının mümkün olmadığını bilmek için basit bir tıp bilgisi yeterlidir: Kök hücre toplama işlemi için kök hücreleri toplanacak kişiye, kök hücrelerin bulundukları kemik iliğinden kana dökülmesini sağlayabilmek amacıyla, belirli bir süre boyunca bir takım özel ilaçlar verilmesi ve bir süre sonra vericinin kanının basit bir tam kan tahlilinin gerektirdiğinden çok daha fazla miktarlarda alınarak kök hücrelerin toplanması ile gerçekleştirilir. Ancak söz konusu kampanyada sadece basit bir kan alma işlemi gerçekleştirilmiştir.
Kampanya tamamen legal yollarla, devletin bilgisi ve kontrolünde yürütülmüştür. Kampanyanın sahibi, para toplama ve harcama yetkilisi olarak İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Vakfı tespit edilmiştir. Vakfın o dönemki Başkanı ve aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı olan Prof. Dr. Faruk Erzengin tüm çalışmaların başında yer almıştır. Dr. Oktar Babuna ise yalnızca, hastalığı nedeniyle bu kampanyanın başlamasına ve kamuoyunun dikkatinin bu yöne çekilmesine vesile olmuş bir kişidir.
Tumblr media
Ulusal Kemik İliği Bankası oluşturma kampanyası kısa zamanda yardımsever Türk halkının büyük desteğiyle olağanüstü bir sivil hareket haline dönüşmüştür. Kampanya dönemin hükümetinden gazetecilerine, bakanlarından il sağlık müdürlerine neredeyse Türk halkının tamamının yoğun desteğiyle yürütülmüştür. 3 ay gibi kısa bir sürede yaklaşık 150.000 kişi kan taramasından geçirilmiştir.
Kampanyanın en önemli destekçisi bizzat dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel olmuştur. Merhum Demirel 28 Mart 1999 tarihli demecinde şu sözleri sarf etmiştir: “ İlik Bankası’nın kurulmuş olması fevkalade iyi olur. Ben hem her türlü himayeyi, hem her türlü desteği veririm, yapılacak her kampanyaya katılırım. Nihayet bu bir milli dayanışmadır, bir sosyal olaydır. Temsil ettiğim devletin başı olarak her türlü desteği vermeye hazırım. Benden ne zaman ne isterseniz yanınızda bulacaksınız. Bu hareketi başarıya ulaştıralım. “
Tumblr media
Sayın Demirel’in desteği sadece beyanat vermekle sınırlı kalmamış, toplanan kanların tahlil için yurtdışına gönderilmesi ile ilgili gümrük işlemlerinin kaldırılması ve kanların Türk Hava Yolları uçakları ile ücretsiz taşınması gibi pek çok konuda kendisi bilfiil müdahale ederek yardımcı olmuştur.
Sayın Demirel 27 Mart 1999 tarihinde, Oktar Babuna'nın babası Prof. Dr Cevat Babuna ve amcası Prof. Dr. Cahit Babuna’yı Cumhurbaşkanlığı makamında kabul etmiş ve ilerlemelerle ilgili bilgi almıştır.
İstanbul’da düzenlenen ilk büyük kan alma organizasyonu Abdi İpekçi Spor Salonu’nda gerçekleşmiştir. Mesut Yılmaz, eşi Berna Yılmaz ve ANAP yöneticileri bu organizasyonu sahiplenmiştir. Mesut Yılmaz’ın özel kalemi Sema Erdem ve ANAP Basın ve Halkla İlişkiler Danışmanı Hale Dicleli, kan alma organizasyonunda her şeyin bizzat kendileri tarafından planlandığını ve organize edildiğini çeşitli defalar kamuoyuna açıklamışlardır. Bu organizasyon için gereken tüm Valilik izinleri de yine ANAP yetkilileri tarafından alınmıştır.
Tumblr media
Dönemin İstanbul Valisi Erol Çakır, Bursa Valisi Orhan Taşanlar gibi devletin en üst kademelerinden isimler bizzat kampanyaya katılıp kan vermişlerdir.
Tumblr media
Eski Başbakan ve dönemin DYP Genel Başkanı Tansu Çiller TGRT Televizyonu’na 15 Nisan 1999 tarihinde verdiği röportajda kan kampanyası için parti olarak nasıl seferber olduklarını anlatmıştır.
Dönemin İçişleri eski Bakanı Meral Akşener de, 26 Nisan 1999’da İzmit’te düzenlenen organizasyonda kan verirken, “biz Oktar Babuna’ ya bu manada çok şey borçluyuz, o bir rahatsızlığı gündeme getirdi” şeklinde konuşmuştur.
Tumblr media
İstanbul’un dışında 12 ayrı ilde de İl Sağlık Müdürlerinin izinleri ve katkıları ile kan alım organizasyonları düzenlenmiştir.
Genelkurmay Başkanlığı, tüm Silahlı Kuvvetler genelinde gönüllü olan kişilerin kan vermelerini sağlamak için talimat yayınlamıştır. Hatta Karadeniz Ereğlisi’nde düzenlenen organizasyon için askeri spor salonu tahsis edilmiştir. Karadeniz Bölge Komutanı Tuğamiral Özbek Görgün Paşa da kampanyaya katılarak kan vermiştir.
Eskişehir Hava Kuvvetleri Komutanlığı, İzmit Jandarma Komutanlığı, İzmit 15. Kolordu Komutanlığı ve Gölcük Donanma Komutanlığı da kampanyaya katılarak binlerce gönüllü askerimizin kan vermesine vesile olmuştur.
Tumblr media
Dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem, başta Almanya olmak üzere Türk vatandaşlarının yaşadığı ülkelerdeki büyükelçiliklerimize ve konsolosluklarımıza talimat göndererek kampanyaya destek vermelerini talep etmiştir.
Tumblr media
Toplanan kanlar Emniyet müdürleri talimatıyla polis eskortları eşliğinde havaalanına götürülmüş, ANAP yöneticilerinin tahsis ettiği özel uçaklarla Almanya ve ABD’deki dünyanın en iyi ve ünlü laboratuvarlarına gönderilmiştir. Çünkü o dönemde, Türkiye’de bu kanların analizini yapacak laboratuvarlar çok kısıtlıydı. Örneğin Çapa Tıp Fakültesi’nin laboratuvarı günde sadece 4 kan örneğini analiz edebiliyordu. Ankara’daki laboratuvar da benzeri kapasitedeydi. Bu da toplanan yüzbinlerce örneğin analizinin on yıllara yayılması demekti. Oysaki kan örneklerinin ömrü sadece 24 saattir, öyle günlerce, senelerce bekletmek bunları ziyan etmek anlamına gelecektir. Bu nedenle, kampanyanın karar mercii olan İstanbul Tıp Fakültesi Vakfı kararıyla analizlerin yurt dışında yapılması planlandı.
YANİ, "KANLARIN ABD'YE GÖNDERİLEREK ANALİZ ETTİRİLMESİ" KONUSUNA KARAR VEREN OKTAR BABUNA YA DA BİR BAŞKASI DEĞİL İSTANBUL TIP FAKÜLTESİ VAKFI'DIR.
Tumblr media
Bu çapta büyük bir organizasyonun hiçbir aşamasının devletin bilgisi, kontrolü, izni olmadan yürütülemeyeceği açıktır. Nitekim yukarıda sunmuş olduğumuz belgeler de durumun tam olarak bu şekilde olduğunu, kampanyanın her aşamasının en üst düzey devlet makamlarının bilgisinde yürütüldüğünü ispatlamaktadır.
Kampanyanın ilerleyen aşamalarında lösemi hastalarından büyük kazançlar elde eden, bu nedenle kampanyadan maddi çıkarları zedelenen bazı çevrelerce çeşitli asılsız dedikodular çıkarılmıştır. Amaçları kampanyayı sabote edip gerçek dışı şaibeler yayarak eski rant sistemlerinin çarklarını döndürmektir. Bu sebeple, kampanya, kampanyanın düzenleyicileri ve para toplamaya yetkili olan İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Vakfı çeşitli denetimler ve soruşturmalardan geçmiş, tüm bunlardan hep aklanarak çıkılmıştır. Yürütülen 3 ayrı soruşturmanın hepsi takipsizlik kararlarıyla sonuçlanmıştır. Bu kararlar kesinleşmiştir.
Kampanyanın yarıda bırakılmasından sonra dönemin Fazilet Partisi’ne mensup 20 milletvekili, bir Meclis Araştırması Önergesi ile gelmiştir. 22.07.1999 tarihli bu önerge metninden kısa bir alıntı şöyledir:
Ulusal kemik iliği bankası kampanyası, devlet tarafından desteklenmiş olup, sivil insanlar tarafından da çok büyük bir ilgiyle karşılanmış bir kampanyadır. Bu kampanya ile ilk aşamada lösemi hastası Dr. Oktar Babuna’ya uygun bir kemik iliği vericisinin bulunması, daha sonraki aşamada ise, Türkiye’de ulusal kemik iliği bankasının kurulması hedeflenmekteydi. Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanlığı, Sağlık Bakanlığı, İstanbul Valiliği, İstanbul Üniversitesi gibi, devleti temsil eden kişi ve kurumlar tarafından desteklenerek, 160000 doku tahliline ulaşan ve kemik iliği bankasının fiilen kurulmasını temin ederek, sayıları 8000’e varan lösemili Türk vatandaşlarının ilik bulma ve yaşama şansını yüzde 70’lere çıkaran böyle bir kampanyanın, Sağlık Bakanlığı tarafından durdurulması, halkımız arasında hayret ve şaşkınlık ile karşılanmıştır.
Ülkemizde, lösemi hastalarına yardım etmek için yıllardır faaliyet gösteren Lösemili Çocuklar Vakfı’nın yakalayamadığı başarıyı, birkaç ay içinde yakalayarak, onu çok gerilerde bırakan böyle bir kampanyanın Türkiye’ye sağlayacağı imkânlar, kampanyanın durdurulmasıyla heba edilmiş ve sayıları 8000’e varan lösemili Türk vatandaşlarının hayal kırıklığına sebep olmuştur, belki de onları ölüme mahkûm etmiştir.
Ülkemiz insanları için hayırlı ve onurlu bir hizmeti hedef alan bu kampanyaya engel olmak için eldeki delillerin daha tatminkâr ve açık olması gerekmez miydi?
1999 yılında toplanan kanların tahlillerini yapan Almanya’daki Stefan Morsch Vakfının kurucularından Susanne Morsch’un Temmuz 2018 tarihinde, Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarına yönelik yapılan operasyonun hemen ardından, ortaya atılan iddiaların, komplo teorilerinin anlamsızlığına ışık tutan açıklamaları şunlardır.
“Çok fazla kurum işin içindeydi. Çünkü örnekler o kadar çoktu ki tek bir laboratuvar başa çıkamadı. Biz gönderilen örnekleri test ettik, bu kadar. O dönem ödemeyle ilgili bir sorun çıktığını hatırlıyorum çünkü o kadar çok örnek vardı ki. Yanlış hatırlamıyorsam İstanbul Üniversitesi'nin hastanesi ödeyebilmek için para toplamaya çalıştı. Kan örnekleri için izin formlarını da onlar toplamıştı.”
…Testten sonra örneklere ne oluyor?
Morsch “Belirli bir yasal süre var. O dönemin mevzuatına göre ne kadardı hatırlayamadım. Örnekleri tutmak zorundasınız. O süre geçtikten sonra örnekleri imha ettik" diyor…
Akıllardaki diğer sorular da test talebinin resmi olarak kimden geldiği, sonuçların kiminle paylaşıldığı…
Vakıf yetkilisi Morsch o dönem Sağlık Bakanlığı ve İstanbul Üniversitesi'nden yetkilililerle temasta olduklarını söyledi:
"İstanbul Üniversitesi'nden yetkililer izin formlarını kimden aldıklarını, sonuçlarla ne yaptıklarını size anlatabilirler, onlara sormalısınız. Hatırladığım kadarıyla, yaptığımız anlaşma uyarınca, bu İŞİN SORUMLUSU İSTANBUL ÜNİVERİSTESİ'YDİ, BAKANLIĞIN DA BİLGİSİ VARDI.
"Sonucu paylaşamam, hasta gizliliği kapsamında" (https://t24.com.tr/haber/oktar-babuna-icin-toplanan-kanlara-ne-oldu,671142)
Daha önce, Dönemin Sağlık Bakanı tarafından da mesnetsizce ve hiçbir bilimsel temeli olmaksızın ortaya atılan "genetik haritamızın çalınacağı" şeklindeki gülünç komplo teorilerine ilişkin, Alman vakfın başkanı tarafından verilen cevap ise şu şekildedir;
"Bu nedenle kötüye kullanabileceğini düşünmüyorum… Bakın prosedüre göre bize gönderilen örnekler bir donör koduyla geliyor. Yani, laboratuvarlar örneklerin kime ait olduğunu bilmiyor. Bu bilgi sadece kampanyayı düzenleyen ve izin formlarını toplayan kişilerde var. Bizdeki uzmanlar sadece donörlerin hastayla uyumlu olup olmadığını tespit etti." (https://t24.com.tr/haber/oktar-babuna-icin-toplanan-kanlara-ne-oldu,671142)
Kan örneklerinin Türk halkı aleyhine bir şekilde kullanılacağı, gen haritamızın çıkarılacağı, gibi iddiaların ne kadar akıl dışı olduğunu anlayabilmek için bazı önemli gerçekleri hatırlatmakta yarar var:
T.C. Dış İşleri bakanlığının verilerine göre hali hazırda yurt dışında 6.5 milyon Türk vatandaşı yaşamaktadır ve bunların yaklaşık 5.5 milyonu Batı Avrupa ülkelerine yerleşmiş bulunmaktadır. (http://www.mfa.gov.tr/yurtdisinda-yasayan-turkler_.tr.mfa)
Yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın tamamı sağlık hizmetlerini bulundukları ülkelerde almaktadır ve tüm sağlık taramalarını, kan tahlillerini bu ülkelerin kuruluşlarında yapmaktadırlar.
Yani yaklaşık 6.5 milyon Türk vatandaşına ait kan örnekleri ve diğer bilgiler zaten hali hazırda dışarıda yabancı ülkelerin sağlık kurumlarında mevcuttur.
Sonuç olarak, söz konusu "kan kampanyası"nın, bugüne kadar öne sürülen tüm mesnetsiz, uydurma ve saçma iddialara rağmen, kapsamlı resmi denetim ve incelemelerle hiçbir şaibeli ya da esrarengiz yönü olmadığı açık ve net bir biçimde ortaya konmuştur.
Kamuoyunun bilgilerine saygılarımızla sunarız.
0 notes
INDEPENDENT-TÜRKÇE'NİN MÜSLÜMANLARA EVRİM TEORİSİNİ KABUL ETTİRME TAKTİĞİ
Tumblr media
Independent-Türkçe’nin Müslümanlara Evrimi Kabul Ettirme Taktiği Deşifre Oldu...
İngiliz yayın organı Independent'ın Türkçe versiyonunda  31 Mayıs 2020 tarihinde “Evrim ve din birbiriyle çelişir mi?” başlıklı bir makale yayınlanmıştır. Makalede, evrimci düşünceyi Müslümanlara kabul ettirmek için 9. Yüzyılda yaşamış Arap kökenli edebiyatçı yazar El-Cahiz, “biyolojik evrim teorisinin esas kurucusu” olarak tanıtılıyor ve sözde örnek alınması gereken bir “İslam alimi”ymiş gibi övülmektedir.
Evrim teorisi bilimin her dalında olduğu gibi özellikle paleontoloji alanında büyük darbe yemiştir. Sayın Adnan Oktar’ın seri şekllinde yayımlanan Yaratılış Atlası adlı eserinde fosiller kapsamlı bir şekilde sergilenerek canlı türlerinin ilk ortaya çıktıkları halleriyle çağlar boyunca sabit kaldıkları ve değişmedikleri sayısız örnekle kanıtlanmıştır. Bu durum paleontolojide “staz”, yani türlerin değişmemesi olarak bilinen bir gerçektir. Bununla birlikte tesadüflerle cansız maddelerden canlılığın ortaya çıkamayacağı, canlılığın yapıtaşı tek bir proteinin tesadüflerle ortaya çıkamayacağı da ispatladığımız bilimsel bir gerçektir.
Ne var ki, kitlelerin aydınlanması ve evrim teorisine inananların neredeyse kalmaması karşısında evrim taraftarları dogmalarını kabul ettirmek için klasik aldatmaca yöntemlerine tekrar başvurmak zorunda kalmışlardır: İslam dininin evrim teorisine karşı olmadığı kandırmacası. Bu konuda Sayın Adnan Oktar’ın KURAN DARWINİZM'İ YALANLIYOR adlı eseri bu aldatmacaya detaylı bir cevap olarak yayımlanmış, hatta CNNTurk ve HaberTurk TV’deki canlı tartışma programlarında arkadaşlarımız, evrimci ilahiyatçıları Kuran’dan ayetlerle ve güncel bilimsel delillerle çürütmüş, iddialarını en uygun şekilde cevaplamışlardı.
Independent haber sitesi tüm bunlara rağmen, Evrim teorisinin ilk olarak İslam dünyasından çıktığını öne sürerek Müslümanların bu teoriyi kabul etmesi gerektiğini savunmaktadır. Oysa bu çok mantıksız bir önerme şeklidir. Çünkü hem referans verdiği yazarlar din alimi değildir, hem de bahsi geçen eserlerin günümüzde bilimsel bir değeri tabi ki artık kalmamıştır. Bununla beraber, makalede başka pek çok gerçek dışı, çarpık bilgiye de yer verilmiştir. Aşağıda bu hatalı anlatımları cevaplarıyla bulabilirsiniz.
Evrim Teorisinin Esas Kurucusunun El-Cahiz Olduğu İddiası Yanlış Bir Bilgidir
Makalede 9. yüzyılda yaşamış olan Arap kökenli edebiyatçı, hicivci, araştırmacı yazar El-Cahiz evrim teorisinin ilk ortaya atan kişi ve evrimci fikirlerinin kabul edilmesi gereken bir “İslam alimi” olarak tanıtılmaktadır. Ancak burada bir kelime oyunu vardır; Herhangi bir konuda bilgili olmak ayrıdır, din alimi olmak ise apayrıdır. İslam dünyasından çıkan her yazar İslam alimi yani “din alimi” olmaz. Bugün Hristiyan çoğunluğu barındıran Avrupa topraklarında ateistler de vardır, deistler de. Nasıl ki Hristiyan isim taşıyan her kişi Kilise ve Hristiyanlık adına konuşmuyorsa, Arap topraklarından çıkan her araştırmacı-yazar da İslam alimi kabul edilemez. Bu yüzdendir ki, El-Cahiz’in İslam alimi olarak tanıtılması yanlıştır, art niyetlidir. El-Cahiz pek çok konuda kitaplar yazmış, Basra doğumlu tanınmış bir Arap edebiyatçısıdır, dindar ve bilim adamı bir kişiliği ise yoktur.
Tumblr media
9. YY.da Yaşamış Bir Arap Edebiyatçısı EL Cahiz
Söz konusu makalede El-Cahiz dünya tarihinde ilk olarak evrim teorisini ortaya atan kişi olarak tanıtılmıştır. Bu tamamen yanlış bir bilgidir, evrim teorisini ilk olarak El-Cahiz ortaya atmamıştır. Bu anlatım evrimci felsefeyi Müslümanlara hoş göstermeye çalışan, tarihi gerçeklere tamamen ters bir iddiadır. Sayın Adnan Oktar’ın pek çok eserinde de delillendirdiği üzere, evrim teorisi ilk kez Darwin tarafından da ortaya atılmış bir iddia değildir. Her şeye muktedir, yoktan var eden Allah’ın varlığının reddi, insanlık tarihi kadar eskidir. Allah’ın varlığının inkarı, söz konusu inkarcılar için başka sahte güçler bulmayı gerektirmiş, bu da onları doğadaki nesnelere güç atfetmek gibi bir mantıksızlığa sürüklemiştir. İşte Darwinizm de çağlar boyunca Paganizm olarak bilinen putperest tabiatçılık felsefesidir.
Spontane jenerasyon, yani kendi kendine meydana gelme bu felsefenin temelini oluşturur. Kendi kendine canlanma şeklindeki anti-bilimsel inanç Allah inancının karşısında yer almış ve bir kısım materyalistler tarafından nesiller boyunca aktarılagelmiştir. Canlıların kademeli bir şekilde birbirlerinden türediği masalına yazılı haliyle Mısır hiyeroglifleri, Babil ve Sümer yazıtlarında dahi rastlanır. Eski Mısır’da canlıların Nil’in çamurlu sularında “spontan” olarak meydana geldiğine inanılıyordu. Sümerlerde ise canlılığın, aynı şekilde cansız su kaosundan kendiliğinden oluştuğu inancı vardı. Kendi kendine canlanma ve evrim fikri, silsile şeklinde Eski Yunan filozoflarına, daha sonra da Araplara kadar ulaşmıştır.
Epikür ve Lucretus evrim fikrinin önde gelen savunucuları olan Yunan felsefecilerdi. Kendiliğinden oluşum yanılgısı başta Aristoteles olmak üzere pek çok Yunanlı felsefeci tarafından destekleniyordu. Aristoteles’in anlatımıyla güya “hayvanlar, özellikle de bazı kurtlar, böcekler ve bazı bitkiler, döllenme veya benzer üreme tarzına ihtiyaç duymadan, doğada kendi kendilerine oluşuyorlardı”.
Independent makalesinde “evrimin ilk kaynağı” diye gösterilen El-Cahiz’e ait “Kitabul Heyevan” adlı hayvanlar ansiklopedisi de Aristoteles’in “Historia Animalium” (Hayvanlar Tarihçesi) adlı 550 hayvan türünü sınıfladığı ansiklopedik eserinden esinlenmiştir. El-Cahiz ve eserleri hakkındaki bilimsel bir inceleme bu gerçeği gözler önüne sermektedir:
“Câhiz, Kitâbu’l-Hayevân’ı yazarken çeşitli kaynaklardan yararlanmıştır. Bunları Arap şiirleri, haberleri, darb-ı meselleri, Kur’ân ve hadis şeklinde sıralayabiliriz. Bunların yanı sıra Câhiz, Tevrat, İncîl ve çeviri kitaplardan –özellikle Aristoteles’in kitaplarından, hayvanlar hakkındaki görüşlerinden ve ona nisbet edilen sözlerden– nakillerde bulunmuştur. Câhiz, eserinde yararlandığı kaynakları açık ve anlaşılır bir şekilde ifade etmemiştir. Bazen Arapça kaynaklara ve Aristo’nun “el-Hayevân” adlı eserine işaret etmekte, bazen de Aristo’yu “Sâhibu’l-Mantık” olarak isimlendirmektedir.” (CÂHİZ ve EDEBÎ GÖRÜŞLERİ, Dr. Mustafa AYDIN, Syf 23, İstanbul Aydın Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2018)
Görüldüğü gibi, El-Cahiz evrim fikrini ilk olarak ortaya atan kişi hiç değildir, yazdığı ansiklopedi ise Aristoteles’in hayvanlar hakkında yazdığı eserleri ve türler üzerinde yaptığı sınıflamayı temel almaktadır. Kendisi yalnızca Yunan felsefecilerin evrimci fikirlerini İslam dünyasına aktaran bir yazardır.
0 notes
epifizz · 4 years
Note
Evrim teorisini kabul eden birisi teist olabilir mi?
Olabilir. Evrim türlerin nasıl çeşitlendiğini anlatır, canlılığın nasıl başladığı abiyogenezin konusudur evrimin değil. Bu sebeple yalnız evrim özelinde bakacak olursak bu tavır yaratılışçı inancı dışlamayı gerektirmez. Darwin tanrısından çok uzaklaşmış ancak onunla bağını asla kaybetmemiştir mesela. Ancak bana soracak olursan evrim ve abiyogenez ışığında bir yaratılış önermesine gerek kalmamaktadır, bu yine de eklenemez demek değildir.
1 note · View note
e-pifiz · 7 years
Note
Bir felsefe hocasi neden müslüman olur
İlahiyat okuyan ateist, evrimsel biyoloji okuyan da yaratılışçı olabilir. Bu insana ne öğretilmeye çalışıldığıyla ilgili değil, insanın ne öğrendiğiyle ilgilidir :)
8 notes · View notes
harungormus · 3 years
Text
Dinozor Yalanı
“Biz her-şeyi bir ölçüye göre yarattık” (Kamer 49).
Dinozor kelimesi TDK sözlüğünde şu anlamlardadır:
1-Dinozorlar takımından, ilk çağlarda yaşamış, günümüze “taşılları” (taşlaşmış kalıntıları H.G.) kalmış, boyu yirmi metreyi bulabilen, uzun kuyruklu, iri gövdeli, uzun boyunlu, küçük başlı, sağlam omurgalı ve boyundan kuyruk sonuna değin omurlu, iki art ayağı öndekilerden daha uzun, karada yaşayan sürüngenlerin ortak adı.
2-Gelişmelere ayak uyduramamış, çağın gerisinde kalmış veyâ mevcut durumu korumak isteyen kimse.
Dinozorlardan (yada dinazor) ilk-defâ 1.800’lü yılların başlarında bahsedilmiştir. Bir yayında bu, şu şekilde açıklanır:
“Dinozorların keşfedilmesinin öyküsü 1820’lerde başlar. İngiliz bir doktor olan Gideon Mantell bir taş-ocağında bâzı sıra-dışı dişler ve kemikler bulur. Dr. Mantell, bulduğu bu hayvan kalıntılarında çok değişik özellikler olduğunu fark eder. Bütünüyle yeni bir sürüngen türü bulduğuna inanır. 1841’e dek bu değişik sürüngen türlerinden yaklaşık dokuz çeşit ortaya çıkarıldı. Bunlar arasında Megalozorus ve İguanodon olarak adlandırılan türler de vardı. Tam o sıralarda yaratılışçı ünlü bir İngiliz bilim-adamı olan Dr. Richard Owen, ‘korkunç kertenkele’ anlamına gelen ‘Dinosauria’ adını türetti. İri kemikler onun bu adı düşünmesine yol açmıştır”.
Dinozorların “mezozoik zaman” denilen 251-65 milyon yılları (?) arasında yaşadığı söylenir. Bir yazıda bu, şu şekilde yalanlanır:
“Filmler, televizyon, gazeteler ve bir-çok dergi ve ders kitaplarından hepimizin duyduğu öyküye göre, dinozorlar milyonlarca yıl önce yaşamış. Evrimcilere göre, dinozorlar yeryüzünde 140 milyon yıl boyunca ‘egemenlik’ sürdükten sonra yaklaşık 65 milyon yıl önce ortadan kayboldular. Buna karşın bilim-adamları araştırmaları sırasında yaptıkları kazılarda bu kadar eski yıllardan kaldığını gösteren hiç-bir etiket bulabilmiş değiller. Sâdece ölü dinozorları (daha doğrusu, kemiklerini) buluyorlar ve bulunan kemiklerde hangi yıldan kaldıklarını kanıtlayacak hiç-bir etiket yoktur. Milyonlarca yıl süren evrim iddiası da evrimcilerin geçmişle ilgili kurdukları uydurma bir öyküden başka bir şey değildir. Dinozorların, ileri sürüldüğü gibi ‘dinozorlar-çağı boyunca’ yaşadıklarını gören hiç-bir bilim-adamı yoktur. Açıkçası, Dünyâ’nın ve bulunan fosil tabakalarının milyonlarca yıllık olduğunu gösteren kanıt da bulunmamaktadır. Dinozorların öldüğünü gözlemleyen hiç-bir bilim-adamı yoktur. Bilim-adamları kemikleri sâdece kendi yaşadıkları çağda bulmakta ve bir-çoğunun evrimci olması nedeniyle de dinozorlarla ilgili öyküyü kendi görüşlerine uygun duruma getirmeyi denemekteler”.
Dinozor denilen şey, Paleontologların işgüzarlığı ve saçmalamalarından başka bir şey değildir. Yaptıkları şey, buldukları ıvır-zıvırlara isim vermek ve masa-başında onlara baka-baka bir senaryo yazmak ve masal anlatmaktır.
Dinozor fosili denen şeyler hayvan dişleri yada kemikleridir. Yumuşak dokular değildir. Dinozorlar kalça şekillerine göre ikiye ayrılırlar. “Kuş kalçalı dinozorlar”, “sürüngen kalçalı dinozorlar”. İsimlerini Yunanca yada Latinceden alırlar. “Korkunç kertenkele” gibi isimleri vardır. Aslında saçma-sapan ve çok zor söylenen isimleri olmasına rağmen bu isimlendirmelerin bile bir anlamı olduğunu söylerler. Hâlbuki bu isimler, bir gizem yaratmak ve sözde bilimselmiş havası vermek içindir.
Saçma-sapan bir mantıkla şöyle derler: “Kuşlar dinozorlardır, fakat kuş kalçalı türünden değil, sürüngen kalçalı türünden dinozorlardır”. Hattâ tavukları bile dinozor olarak kabûl ederler. Böyle olunca biz de “mangalda dinozor kebabı” yapmış oluyoruz.
Kuşların dinozor olduğunu söylediklerinden olsa gerek, “kuşların ve timsahların çiftleştikleri gibi çiftleşiyorlar ve yumurtluyorlardı, hattâ kuluçkaya da yatıyorlardı” diyorlar. Bu hayvanlar öyle çok hızlı koşabilen hayvanlar da değilmiş. Meselâ T-Rex saatte 18 mil koşabiliyormuş yâni 29-30 km kadar. O hâlde bir-çok hayvanı yakalayamıyordu.
Dinozor-bilimcileri ve dinozor hakkında konuşanları dinlediğinizde bilimsel bir-çok şey söylediğini zannedersiniz ama söyledikleri şeyler kayda değer şeyler değildir ve sürekli olarak varsayımlardan bahsederler. Öyle tam delillerle sâhip olduklarını falan sanmayın. Hep farazi konuşurlar: “Elimizde yeterli delil yok”, “olabilir”, “sanıyoruz-sanmıyoruz”, “öyle olduğunu düşünüyoruz”, “yeterli çalışma yok”, “var sayıyoruz”, “tahmin ediyoruz” vs. bitmek bilmeyen laflar.
Neyin kemikleri olduğu belli olmayan ufak-tefek kemik parçalarını birleştiriyorlar ve istedikleri şekle sokarak istedikleri şekilde bir yaratık ortaya çıkarıyorlar. Buldukları şeyler hep toprakla iç-içe geçmiş ufalanmış küçük kemik parçalarıdır. Zâten “çok nâdir olarak büyükçe kemikler bulabiliyoruz” diyorlar. Dinozorun anatomisini ve iskelet sistemini işte bu parçalara bakarak anlıyorlarmış. O müzelerde gördüğünüz dinozor iskeletleri var ya; işte bu küçük kemiklerin bir şekilde birleştirilmesi ve onların maketleştirilerek gösterime sunulmasından başka bir şey değildir. O gördükleriniz dinozor falan değil yâni. Onların maketleri. Sözde dinozor kemiklerinin hayâli iskeletlerinin maketi. Yâni suyunun suyu.
Dinozor maketlerini dinozor diye yutturuyorlar insanlara. Ortalık çok profesyonelce hazırlanmış maket dinozorlarla dolu. Silikon kauçuğu ve reçinelerle istedikleri kemik şeklini yapabiliyorlar. Müzelerde dinozor diye gösterilenler aslında dinozor maketleridir ve gerçek değildirler. O maketler de binlerce sözde dinozor kemiğinin kişilerin kafalarına göre bir-araya getirerek oluşturdukları hayâli şekillerdir. Barnum Brown, Tyrannosaurus Rex (T-Rex) dinozorunu, bir-çok parçayı bir-araya getirerek yapmıştı. Kemikleri istediğiniz gibi bir-araya getirebilirseniz, hayâl ettiğiniz şekilde bir yaratık çıkar ortaya.
Şöyle derler: “Fosil hazırlama uzmanları, doğada parçalanmış hâlde bulunan fosil kemiklerini ve dişlerini restore eden oldukça yetenekli teknisyenlerdir. Yaptıkları iş bir-nevî sanat-eseri koruma uzmanlarının hasarlı resim ve heykelleri restore etmesine benzer”.
Sözde dinozor kemiklerini topraktan çıkarırken gösterilen resimler ve videolar da, aslında kendilerinin toprağa koyup “dinozor bulduk” diyerek yeniden topraktan çıkardıkları maketlerdir. Biraz dikkatli bakıldığında, buldukları şeyin, yeryüzünün hemen 5-10 cm. altında olduğunu görürsünüz. Buna rağmen çok ilginçtir ki, buldukları şeylere yıllarca hiç-bir zarar gelmemiştir.
Dinozorların kemiklerinden kopyalanmasını falan da beklemeyin. Bu aslâ mümkün değildir. O kadar zamanda üzerlerinde DNA’dan eser kalmaz çünkü. Zâten Dünyâ’nın üzerinden o kadar uzun bir zaman da geçmemiştir.
O kadar büyük cüsseli hayvanlar için; “yumurtlamayla ürüyorlardı” deniliyor. Memeli değiller yâni. Yumurtaların da belli bir büyüklüğü olduğuna göre yumurtadan çıkan dinozor yavrularının hayatta kalma şanları çok-çok azdır ve hattâ mümkün değildir. Bilinen en büyük yumurta köpekbalığı ve devekuşu yumurtasıdır ki bu yumurtalar “dinozor yumurtası” denilenlerden bile daha büyüktür ve cüsselerine de uygundur. (“Filkuşu” denilen sözde nesli tükenmiş bir hayvandan da bahsedilir fakat bu hayvan büyük ihtimâlle “deve kuşu” yada iri bir devekuşu çeşidiydi). Yâni en büyük yumurta dinozor denilen en büyük hayvana âit değildir. Peki cüssesi oranında belli bir hacimde yumurtlaması gerekmez miydi dinozorların?. Ne de olsa yumurtadan çıkacak hayvan “Dünyâ’nın en büyük hayvanı” olacak.
Peki neden dinozorlar için “yumurtlayarak ürüyordu” deniyor?. Dinozorlara “sürüngen” dedikleri için. Tüm sürüngenler yumurtlamayla çoğalır. Dinozorlar “balık değildir, kuş değildir, o hâlde sürüngenlerdendir” mantığı var. Peki dinozorları neden sürüngen sınıfına sokuyorlar ve yumurtlamayla çoğaldığını söylüyorlar?. Dinozorların görülen resimlerine bakıldığında onların bir sürüngen olmadığı çok net olarak görülür. Bâzıları dinozorların sürüngen olarak kabûl edilmesini istiyor. Zîrâ başka türlü “taşlar” yerine oturmuyor. Acaba dinozorlarda, -çizimlerde gördüğümüz üzere- (zâten başka şekilde görülemez) görülen şey, yâni dinozor iddiâsını ortaya atanların dinozorların hayâl ettikleri yapıları, doğurarak üremeye elverişli olmadığından olabilir mi?. Çünkü yapıları hem cinsellik yönünden, hem de emzirme yönünden uygun değildir. Böyle olunca da, belki de bu sorunu sonradan fark edenler sürüngen sınıfına sokmuşlardır dinozoru. Tabi çiftleşme durumu sorun olarak hâlen devâm eder. Dinozor diye çizimlerini gösterdikleri hayvanların mevcut yapıları, başta çiftleşme olmak üzere hiç-bir şey için uygun değildir. Dinozorların anatomik yapıları hiç-bir şey için uygun değildir. Bu nedenle böyle bir canlı, yaşamını sürdüremez.
25-30 ton, hattâ 80 ton ağırlığında; 15-20 metre, hattâ 90 metre uzunluğunda (Spinosaurus, Tyrannosaurus, Carnotaurus) gibi dinozorların bâzıları son derece büyükken; Compsognathus (yaklaşık 5,5 kg ve 60 cm) gibileri de son derece küçükmüş!. Bir yayında şöyle denir:
“Bâzıları bir tavuk kadar, bâzıları da daha küçüktü. Öte-yandan bâzı dinozorlar yaklaşık 80 ton ağırlığında ve 13 metre uzunluğunda çok büyük yapıdaydılar. Dinozorların ortalama büyüklüğü büyük olasılıkla küçük bir at kadardı. Boyu 90 metreye kadar çıktı bu dinozorların, hızları saatte bilmem kaç km. oldu ve vahşi kükremeler eklendi. Ancak bu devâsâ dinozorların varlığına ilişkin en ufak gerçek bir delil yoktur. Dinozor-bilimcilik başlı-başına fantazyadır”.
Dinozorların bir kısmı inanılmaz derecede ve 20 yıldan kısa bir süre içinde büyük boyutlara ulaştılar. Bunlar günde 100 ton yiyecek tüketiyorlardı. Peki, sözgelimi uzun boyunlu Sauropodlar, hem günde en az 100 ton yiyip yâni bitki örtüsünü tüketip, hem de çevrelerini kurutmamayı nasıl başarmışlardı?. Tonlarca ağırlıktaki vücutlara ve metrelerce uzunlukta boyunlara sâhip olan Sauropodlar’ı ele alalım.. Bu kadar iri bir hayvan -ki başı gözdesine göre çok küçüktür- o koca vücûda nasıl oksijen yetiştirebiliyordu?. O kadar iri bir vücûda oksijenin yetmesi mümkün değildir. Yine o kadar iri bir hayvanın hareket etmesi de zordur ve bu nedenle beslenme ve avlanma zorlukları ve imkânsızlıkları olur. Bu sorunu, dinozorların yaşadığı(!) zamanki çevre farklılığı, oksijen bolluğu ve oksijenin yapısı ile açıklamaya çalışıyorlar. Besinin ve oksijenin günümüze göre çok bol olduğunu söylüyorlar. Peki bu kadar bol oksjen miktârı başka canlılara zarar vermiyor muydu?. Bu soru(n)lara şu masallarla ve zırvalıklarla cevap vermeye çalışırlar:
“2.5 milyar yıl kadar önce, siyanobakterilerde oksijen üretebilen fotosentez sürecinin evrimleşmesi sonucunda atmosferdeki oksijen miktârı pratik olarak 0 düzeyinden, bir-kaç milyar yıl içerisinde %32 dolaylarına kadar ulaşmıştır (özellikle de karasal bitkilerin de, siyanobakterilerden yüz milyonlarca yıl sonra evrimleşmesi sonrasında). Görebileceğiniz gibi %32 oranı, günümüzdeki %20.9 oranından fazlasıyla yüksektir. Bu sâyede, o dönemdeki hayvanların, bitkilerin ve mantarların neredeyse hepsi, günümüzdekinden çok daha iri boyutlara sâhip olacak biçimde evrimleştiler. Günümüzde yusufçuk (Anisoptera) olarak bildiğimiz ufacık canlılara benzer bir-çok böcek bile, onlarca santimetre büyüklüğe erişebiliyordu. İşte dinozorları da devâsa boyutlara eriştirmeyi başaran temel çevresel faktör, bu yüksek oksijen oranıydı. Bugün, keşfedilen fosiller üzerinde uzun yıllar boyunca yapılan çalışmalar ve ‘çeşitli bilgisayar programları yardımıyla geliştirilen modellemeler sâyesinde’ biliyoruz ki, Sauropodlar bahsedilen tüm donanımlara sâhipti”
.
Peki bu Sauropodlar suyu nasıl içiyorlardı?. Bildiğimiz gibi zürâfalar uzun boyunları nedeniyle su içmekte çok zorlanırlar. Bu nedenle büyük bir kâlpleri vardır. O hâlde Sauropodların kâlbinin çok daha büyük olması gerekir. Fakat o zaman da fazla kan basıncından dolayı dokular ve damarlar zarar görür. Bu nedenle belki de bütün Sauropodlarlar tansiyon hastasıydı.
“Yumurtlayarak çoğalıyorlardı” demeleri, o kadar iri hayvanların memeli hayvanlar gibi hâmile kaldıklarında ağırlıklarının çok daha fazla artması, çok daha fazla oksijene ve besine ihtiyaç duyacakları fakat hareket zorluğundan dolayı bunu sağlayamayacakları için yaşayamayacaklarından dolayıdır. O yüzden dağa fâre doğurturlar ve o çok iri hayvanlara ufacık yumurtalar yumurtlatırlar.
Hayâl kurduğunuzda tüm sorunlara çözüm buluveririsiniz. Çünkü oturduğunuz ve yattığınız yerden hayâlinizi istediğiniz gibi şekillendirebilirsiniz. Böylece o devâsa hayvanın iskeletinin tonlarca ağrılığı nasıl taşıdığına, nefes alıp-vermesinin nasıl olduğuna, üremesine, beslenmesine, çiftleşmesine vs. her türlü çözümü getirirsiniz. Tabi kitlelerin bu cevaplara inanması için ilk önce sinema, medya, yayınlar, modern-bilim ve şişirilmiş bilim-adamlarıyla iyice bir ayara getirmeniz gerekir. Sonra gerisi kolayca gelir. Ne derseniz gider. Minâreyi çalan kılıfını da hazırlar elbette. Fakat dinozorlara uygun kılıf yoktur. Sahih bir bakış-açısına sâhip olanlar kılıfın açıklarını hemen göreceklerdir.
Rengarenk dinozorlar çiziyorlar, peki dinozorların hangi renkte olduğunu nereden biliyorlar?. Açın bakın internete, rengârenk dinozorlar var. Dergilerde, internette ve diğer yerlerde ne kadar dinozor resmi görüyorsanız, tamâmı uydurmadır. Hayâl ürünüdür. Renkler canlıların “yumuşak dokularıyla” ilgilidir ve sözde dinozorların ve yok olup gitmiş canlıların yumuşak dokularının nasıl olduğu bilinemez. Yumuşak dokular yâni canlının şekli ve rengi değişik şekillerde olabilir. Yumuşak dokuların şekli/hatları belirlenemez, her-hangi bir şekilde ve renkte olabilir.
Görülen resimlerde bir uygunsuzluk daha vardır ki o da kesinlikle o dev cüssenin sâhip olduğu minicik ellerdir. Bu şekilde bir denge sağlamaları çok zor, hattâ olanaksızdır.
Dinozorların yaşaması için bol besine ihtiyaçları vardır ki Dünyâ’nın her yeri ormanlarla ve bitki örtüsü ile çevrili değildir. Üstelik söylendiğine göre bir zaman önce buzul-çağı da yaşanmıştır. O hâlde bu hayvanlar dev cüsselerini doyurabilecek kadar besini nereden buldu?.
Peki bu dinozorlar ne ile besleniyorlardı?. “Dinozorların yaşadığı zamanda boyları 30 metreyi bulan eğrelti otları vardı” diyorlar. Tabi minâreyi çalanlar kılıfını da buluyorlar.
Dinozorlara bakınca çok biçimsiz ve uygunsuz bir yapıya sâhip oldukları görülür. Oysa Allah, evrendeki yarattığı her varlığa yapısına-hareketine uygun şekil, biçim, özellik ve yetenek vermiş; onların yaratılışını bir-takım amaç ve hikmetlere dayandırmış, boş ve yersiz hiç-bir şey yaratmamıştır. Bu konuda Allah Kur’ân’da şöyle der:
“…Her-şeyi yaratan ve bir ölçüye göre düzenleyen Allah’tır” (Furkân 2).
“...O’nun katında her-şey bir ölçü (miktar) iledir” (Ra’d 8).
“Biz her-şeyi bir ölçüye göre yarattık” (Kamer 49).
Peki nesli tükenen bir hayvan yada canlı var mıdır?. Nesli tükendiği söylenen hayvanların aslında sâdece varyasyonları tükenmiş olabilir. Zâten yeni varyasyonlar da ortaya çıkıp duruyor. Meselâ at ile eşeğin çiftleşmesinden katırlar ortaya çıkıyor fakat katırlar kendi arasında üremesini devâm ettiremiyor. Katırların soyu, insan etkisi olmadığında bir-zaman sonra tükenebilir. Zâten artık katırlara fazla ihtiyaç duyulmadığından sayıları azalmıştır. Fakat bir “tür” olarak nesli tükenen hiç-bir hayvan ve hattâ hiç-bir canlı yoktur. Neslinin tükendiğini söyledikleri şu hayvanlara bakar mısınız?: Dinozor, mamut, moa, Tazmanya kaplanı ve kurdu, Hazar kaplanı, Pers kaplanı, Anadolu aslanı-kaplanı-panteri, mersin balığı (Karadeniz’de hâlâ yaşıyor), çizgili sırtlan.. Bunlar ana türlerin çeşitleri ve varyasyonlarıdırlar ve nesillerinin tükendiği de kesin değildir. Belki azalmış olabilir. Bâzıları gözlemleyemedikleri canlıları “nesli tükenmiş” olarak kabûl ediyor. Zâten modern düşünce, kendi kontrôlünde ve gözetiminde olmayan her varlığı ve her-şeyi “yok” sayar ve öyle kabûl eder.
Allah, canlı türlerini potansiyel varyasyonlarıyla birlikte yaratmıştır. İnsanlar da potansiyel varyasyon gereği çeşitli renklerdedirler. Varyasyonların (esas tür tipine göre belirli karakterlerde görülen ayrılıklar) nesli tükense de sorun teşkil etmez, zîrâ onlar doğal olarak değil de, -katırlarda olduğu gibi- ya insanın müdâhelesiyle ortaya çıktılar yada sonradan çeşitlendiler. Orijinâl varlıklar değildirler yâni.
Günde 20.000 çeşit canlı türünün yok olduğu gibi aptalca bir söz söyleniyor. Hâlbuki nesli tükenmiş “orijinâl” bir varlık yoktur. Her-gün yeni keşfettikleri varlıklara da, “yeni tür ortaya çıktı” diyorlar. Hâlbuki onlar ilk baştan bêri vardırlar. Amerika ilk keşfedildiğinde çıkmadı ki ortaya!.
Yaratılışı ve âhireti kabûl etmeyen bilim-adamları, zamânı çok-çok uzağa atarlar ve zamânı kendi kafalarına, hevâ-heveslerine ve kendilerinden istenen ve beklenen şekilde biçimlendirirler, şekillendirirler. Bu amaçla gerekirse olmayan bir şeyi bile îcâd ederler. Bunun için onlara küçük önemsiz ve belirsiz bir parça bile yeterlidir. Evrim Teorisi’nde meselâ; yaptıkları kazılarda kime âit olduğunu bilmedikleri bir “diş” bulurlar. Bu dişi incelerken çeşitli hayâller kurarlar. En yakın dostları olan şeytan da onları vesveseleriyle destekler ve böylece masal başlar… İlk önce bu dişin ... yıl önce yaşamış olan ... atamıza âit olduğunu düşünürler, sonra bu diş üzerinden sözde sâhibinin bir resmini çizerler, hem de yumuşak dokularıyla berâber, (yumuşak dokuların şekli/hatları belirlenemez, her-hangi bir şekilde olabilir). Diş’in sâhibi atamız! belirlendikten sonra sıra gelir atamızın karısına, sonra oğluna, tabi bir de kızına. Artık âile tablosu ortaya çıkmıştır. Evet-evet; sâdece bir “diş”ten yola çıkarak mutlu bir âile tablosu çizilmiştir. Bunu, o mutlu âile tablosunun reklâmını yapıp cicili-bicili sözlerle çeşitli kanalardan câhillere anlatmakla tamamlarlar. Evrim Teorisi bunun gibi masallarla doludur. Eskiden anlatılan “dev masalları” da, modern zamanlarda “dinozor masalları”na dönmüştür. Böylece arzularının salıncağında sallanıp dururlar.
Bir dişten bir insan çıkartabilenler, bir-kaç kemik parçasından “on numara” bir dinozor çıkarmakta hiç de zorlanmazlar. Hem de “yumuşak dokuları”yla berâber. Oysa yumuşak dokuların ne şekilde olduğu belirlenemez. O hâlde dinozorlar neden o şekilde olsun?. Yumuşak dokuların ne şekilde olduğu bilinemeyeceğinden, o şeyin boyu-posu, kilosu ve rengi tam olarak belirlenemez-bilinemez. Tahminde bulunabilir sâdece. Fakat tahminler gerçeğin yerini tutmaz.
Bir-çoğu, onlarca dinozor fosili olduğunu sanır, hâlbuki müzelerde sergilenen dinozor iskeletleri bir yada bir-kaç kemik üzerinden yapılan rekonstrüksiyonlardır (yeniden kurma). Dünyâ’nın hangi büyük doğa-târihi müzesine giderseniz-gidin, hemen hepsinde sizi eski kemikler değil, “antika modeller” karşılayacaktır. Örneğin bir ön ayak kemiğinden; koca bir kafatası, uzun ve çivi gibi dişler, kocaman kuyruklar, boynuzlar, inanılmaz büyük arka ayaklar ve çelik sertliğinde plâka deriler ile hattâ kanatlar tahayyül edilerek canlılar üretirler müzelerde. Bir sürüngen türü olmasına rağmen çoğu rekonstrüksiyonda kasıtlı olarak gergedana, zürâfaya, kuşlara vs. çeşitli hayvanlara benzetilen rekonstrüksiyonlar mevcuttur. (domuz dişinden hesperopithecus yapmak gibi).
Bir yazıda, bir kemik parçasından yola çıkılarak o şeyin özelliğinin bilenemeyeceği şu şekilde anlatılır:
Bu kemik parçasından bir dinozor üretildi.
“Özbekistan’da at büyüklüğünde bir Tyrannosaur fosili bulunduğu anlatılıyordu. Bu fosilin devâsâ boyuttaki dinozorlarla küçük dinozorlar arasındaki sözde evrimsel dönüşüme şâhitlik ettiği öne sürülüyordu. Tahminlerde öylesine ileri gidilmişti ki, canlının kilosu ve boyutları bile hesaplanmış, nasıl işittiğinden tutun, avını yakalamadaki kâbiliyeti üzerine spekülasyonlara kadar varılmıştı. Oysa ki gerçekler bunlardan çok farklıydı: Elde fosil olarak yalnızca canlının beynini muhâfaza ettiği düşünülen 7 cm. büyüklüğünde küçük bir kemik vardı. Özetle tek bir kafatası kemiği parçasından yola çıkılarak tam bir dinozor resmedildi. Binlerce parçadan oluşan dev bir yap-boz bulmacası düşünelim. Parçaları dikkatle birbirlerine uyacak şekilde yerleştirirseniz tam resme ulaşabilirsiniz. Bir iki parça kayıp ise bunların tahmin edilmesinde sakınca olmaz. Ancak elinizde yalnızca ve yalnızca tek bir parça varsa ve siz de diğer tüm parçaları bu parçadan yola çıkarak ‘tahmin’ ediyorsanız, ortada hayret verici bir durum söz-konusudur. Yukarıda gördüğünüz tek kemik parçasından yola çıkarak tamâmen hayâl-gücünün ürünü olan bir dinozorun ağzı, burnu, elleri, kolları, ayakları, kuyruğu dâhil tüm gövdesi, boyu ve kilosu ve hattâ tüylerinin varlığı bile kurgulanmıştı. Dolayısıyla burada ‘bilimsel delillere dayalı’ bir fosil inşâsından söz edilemeyeceği açıktır, çünkü tek bir kemik parçasından yola çıkılarak çizilen iskelet tamâmen hayâl ürünüdür.
‘Farklı kemikleri getir senin de fosilin olsun’ mantığı evrime bir fayda sağlamaz. Makâlede iddia edilenin aksine bulunan kemik, yeni bir fosil de değildi. Edinburgh Üniversitesinden Stephen Brusatte 2014 yılında Rusya’da bir müzeyi ziyâret ettiği sırada bu kemikle karşılaşmıştı. Aynı bölgede daha önce bulunmuş kemiklerden yararlanılabilir umuduyla, farklı kurumlarda dağınık hâldeki başka kemik parçaları bir-araya getirildi. Bunlar farklı zamanlarda, 1997 ile 2006 yıllarında çıkarılmış fosillerdi, yâni dağınık hâldeki 7’si omurga kemiği olmak üzere, 15 adet eksik kemik parçasıydı.
Farklı canlılara âit olan çeşitli kemik parçaları bulunup bir-araya getirilerek bir dinozor oluşturuluyor.
‘Bu birbiriyle alâkasız kemik parçaları ile ne yapılabilir ki?’ demeyin. Darwinistlerin her zaman yaptıkları gibi siz de hayâl-gücünüzü yüksek tutarsanız üstteki resimdekine benzer, başından kuyruğuna kadar tüm vücûduyla bir dinozor ‘çizimi’ ortaya çıkarabilirsiniz. Yapabilirsiniz yapmasına ancak bu çizim sırasında kullanılan kemik parçalarının birbirleriyle bağlantılarının olmadığını göz-ardı etmeniz ve tabî ki oldukça fazla hayâl-gücü kullanmanız gerektiğini tekrar hatırlatalım.
Nitekim kemiklerin aynı bireye âit olmadığı söz-konusu makâlede de şöyle îtiraf edilmişti:
Kemikler, Özbekistan Bisetski formasyonunda yüzeyden izole (birbirinden ayrı) örnekler olarak toplanmış, tek-başlarına farklı bireylerden gelmişlerdir. Biz, en katı şekliyle bu örneklerin aynı canlı sınıfına (takson) âit olduğunu kabûl ediyoruz.
Makâledeki îtiraflar bununla da sınırlı kalmıyordu. Farklı canlılara âit bu fosillerin aralarında nasıl olup da böylesine garip bir bağlantı kurulabildiğine dâir gelebilecek îtirazlara; ‘sonraki keşifler bunun yanlışlığını gösterirse T. Euotica ismi yalnızca bir beyin kemiğine âit olur’ gibi bir anlatımla cevap veriliyordu”.
Şu söze bakın: “Devâsâ dinozor Arjantinazorus bir-kaç kemikten tanınıyor”.
Modernite, bâtıl ve gerçek-dışı şeyleri insanlara kolayca benimsetebilmek için medyayı, fakat özellikle de sinemayı çok yoğun kullanır.
Yine bakıldığında, dinozorların dev cüsselerine rağmen kafalarının çok küçük olduğu görülür. Zâten bu yüzden beyinlerinin de küçük olduğundan dolayı “aptal hayvanlar” olarak isimlendirilirler.
65 milyon yıl önce! neden sâdece dinozorlar yok oldu?. Eğer bütün bu soy tükenmeleriyle ilgili tek bir neden bulacaksak, bu karada ve denizde yaşayan hayvanların aynı zamanda birlikte ölmeleri için geçerli bir neden olmalı. Ne var ki, hem karada hem de denizde tüm yaşayanların ölmeleri için bir neden olamaz. Çünkü hem karada hem de denizde yaşayanların bir çoğu yaşamlarını bir sonraki dönemde de sürdürmüşlerdir. Bütün hayvanlar tâ o zamandan bêri yaşamını sürdürüyor da, dinozorlar niye yok olmuş gitmiş?. Kargalar, papağanlar ve diğer kuşlar hep “dinozorların torunları” olarak gösterilir. Aslında dinozorların hepsinin yok olmadığı, kurtulanlarından bâzılarının evrilerek ve de küçülerek binlerce kuş türüne dönüştüğü palavrası ortaya atılıyor. Sürekli olarak buna benzer hipotezler ve yeni teoriler ortaya atılsa da, iknâ edici bir açıklama yapılmamıştır, yapılamaz da. Çünkü “dinozor” denilen bir hayvan yeryüzünde hiç-bir zaman yaşamamıştır.
Bu resimde, bulunan iskeletin nasıl da taş-toprak hâline geldiği çok net olarak görülüyor.
Yukarıdaki resimde gördükleriniz, sözde dinozor fosilleridir. İşte bu taşlaşmış yapıları yorumlayarak 65 milyon yıl önce yaşayıp yok olduklarını söyledikleri “dinozor” diye bir hayvan türü olduğunu söylüyorlar. Bakmayın siz müzelerdeki kusursuz görünen dinozor şekillerine. Sergiledikleri şeyleri, fosilleştikleri yerden, -hem de en ince kemiğine kadar- her nasılsa taşlaşmadan, erimeden, yok olmadan bulmaları ve yerinden çıkararak birleştirip mevcut şekilde sergilemeleri imkânsızdır. Yukarıdaki resim, dinozor fosiliymiş. Kim bilir hangi canlıya âit bir fosil. Fakat fosilin ne hâle geldiğine bir bakar mısınız?. Artık ortada bir fosil de kalmamış aslında. Taşlaşmış (taş olmuş) yapılardan başka bir şey yok. O hâlde o müzelerde sergilenenler, bulundukları yerden hiç parçalanmadan ve zarar verilmeden nasıl çıkarıldı ve en ince ayrıntısına kadar eksiksiz bir şekilde birleştirildi de sergilendi?. Bunlar göz boyamadan başka bir şey değil. Bir zaman gelir, bir bilim-adamı onların gerçek fosiller olmadığını ortaya koyar. Aynen evrimcilerin îcât ettikleri uydurma ara-türlerde olduğu gibi. Sonunda da haber ve gazete manşetlerini; “meğerse dinozor diye bir varlık hiç-bir zaman yaşamamış” başlıkları süsler.
Sağdan-soldan topladıkları kemikleri atölyede çeşitli işlemlerden geçirdikten sonra, hayâllerinde uydurdukları şekillere sokuyorlar ve de “işte dinozor iskeleti” diye yutturuyorlar insanlara. O müzelerde sergiledikleri kemiklerden müteşekkil dinozor şekilleri var ya; işte onlar, sağdan-soldan toplanmış bildiğimiz-tanıdığımız hayvanların kemik yığınları ve eksik olan tarafları da fiberglas-plastik vs. malzemelerle tamamlanmış hilkat garîbesi tarzında üretimlerden başka hiç-bir şey değildirler. O kemik gibi görünenler kemik değildir yâni. 65 milyon boyunca kemik-memik kalmaz ortada. Fosiller kemik değildir. Bir şey fosilleşmiş ise orada kemik falan kalmamıştır. O şey artık taş-toprak hâline gelmiştir. O “dinozor fosili” dedikleri şeyler, ne olduğu yada hangi varlığa âit olduğu bilinmeyen ve de bilinemeyecek olan taşlaşmış yapılardır ve onları bir-araya getirip sergilemeyi bırakın, fosil hâlde bulundukları yerden, dağılıp toz-toprak olmadan çıkarılması bile mümkün değildir. Onlar artık fosil değildirler, “resimli taşlar”dır. Yâni ortada ne kemik var ne de kemik hâlinde fosiller. Zîrâ kemikler o kadar yıl sağlam kalamazlar. Onlar sâdece taşlaşmış fosillerdir ama o fosiller de dinozor denilen varlıklara âit değil; at, deve, zürâfa, fil, gergedan, bufalo, kanguru, komodo ejderi ve belki balina, gibi hayvanların kısa bir süre önce fosilleşmiş yapılarıdır. Zâten yeryüzünde yaşamakta olan cüsseli (en az bir ton ağırlığında) kara hayvanlarının sayısı dördü geçmez: Filler, gergedanlar, hipopotamlar ve zürâfalar. Bu her zaman böyleydi. Ve bu hayvanlar belki bir zaman önce bir miktar daha iri yapılı idiler hepsi bu. Bu fosilleri “dinozor fosili” diye yutturmaya çalışıyorlar. Amaçları, hem zamânı çok geriye atarak insanları âhiret bilincinden uzaklaştırmak; hem de evrimin mutlakâ ihtiyâcı olan “eski zaman” ihtiyâcını karşılamaktır. Zamânın uzaması âhiret bilincini blôke eder ve unutturur. Bu, şeytanın bir uzaklaştırma taktiğidir. Çünkü “uzun zaman” uydurmaları insanları âhiret bilincinden uzaklaştırır.
Filler, yaratılmış canlılarda büyüklüğün zirvesidir. Fillerin büyüklüğü ve ağırlığı; “bundan daha büyüğü olmaz” mesajı verip durmaktadır. Ondan büyük bir canlı, Dünyâ’ya yakışmaz ve uygun olmazdı. Zâten Dünyâ da, çok daha büyük canlıları milyonlarca yıl besleyecek imkân yoktur. Fillerden daha büyük canlıların yâni dinozorların olduğunu söylemek ve buna inanmak, Dünyâ’nın formatını ve yapısını es geçmeden mümkün değildir.
Dinozor iskeleti diye gösterilenler, bildiğimiz-gördüğümüz hayvanların iskeletleridir. Bir-çok hayvanın iskeletini -sözde- dinozor iskeletine benzetebilirsiniz. Deve kuşu, deve, fil, ve at iskeletlerini dinozor iskeleti sanıyorlar yada öyle gösteriyorlar. Benzetmeye kalktığınızda en basit bir hayvanın iskeletini bile “dinozor iskeleti” diye yutturabilirsiniz. Fakat modern-bilim ve teorilerle beyni sulanmamış olup aklı başında olanlar o iskeletlerin dinozorla falan alâkası olmadığı hemen anlarlar. Olar çeşitli hayvanların iskeletleri ve iskeletlerin birleştirilmesinden oluşturulmuştur. Bir-çok hayvanın iskeleti -aslında olmayan- dinozor iskeletine benzer. Bunun için internette hayvanların iskeletlerini incelemeniz yeterlidir. Biz aşağıda bir-kaçının örneğini veriyoruz.
Fil İskeleti
Su Aygırı İskeleti
Deve Kuşu İskeleti
Timsah İskeleti
Dinozorların fosilleri de her nedense genelde batı’da yada batı zihniyetine sâhip coğrafyalarda bulunuyor. Türkiye’de ve İslâm coğrafyasında yok. “Dinozorlar 65 milyon yıl önce yok oldu. Ama Anadolu yarım-adası 30 milyon yıl önce oluşmaya başladı. 2 milyon yıl önce de bugünkü şeklini aldı. Doğal olarak Türkiye’de dinozor fosili bulamazsınız” deniyor. İslâm coğrafyasında dinozor fosilinin olmaması, müslümanların ve inançlı kesimin, “yaratılışın başlangıcının çok da fazla bir zaman önce olmadığına” inanmalarıdır. Dinozorların yaşadığı 65 milyon yıllık uzun bir geçmiş yok ki 65 milyon yıl önce yaşadığı söylenen dinozorlara inansınlar ve de bunu “kabûl ettikleri için” kendi coğrafyalarında da dinozor fosili-kemiği bulsunlar. Modern-seküler insan, ne hayâl ediyorsa, neye ihtiyâcı varsa onu arıyor ve ne hikmetse genelde de buluyor. Bulamazsa da bulduğu zırvalıkların aradıkları şeyler olduğunu söylüyorlar yada buldukları şeyleri, “aradıkları şeyler”e dönüştürüyorlar.
Dünyâ’da sözde dinozorların yaşadığı bölgelerin haritası.
Dinozor iskeleti üretmek sanıldığı kadar zor bir şey değildir ve bu zâten yapılıp durmaktadır. Aşağıdaki örnekler, -sözde- gerçek(!) dinozor iskeletleri ile “yapay” dinozor iskeletleri karşılaştırmalarıdır.
Bu, -sözde- gerçek bir donozor fosili-iskeletidir.
Bu gördüğünüz ise, yapay bir dinozor iskeletidir ve satış fiyatı da 2.000 $’dır.
Bu da; -sözde- gerçek bir dinozor iskeletinin 3 boyutlu üretilmiş hâlidir.
Bu iskelet hakkında şöyle deniyor: “Stegosaurus dinazor iskeleti tarandı ve belirli parçalar orjinâline zarar gelmemesi veyâ gelecekteki olası kayıplar nedeniyle koruma amaçlı 3D yazıldı”.
Fiberglastan yapılma yapay bir dinozor iskeleti.
Dinozor denilen sözde varlık hiç-bir zaman yaşamamıştır. Zâten Dünyâ’da “65 milyon yıl öncesi” diye bir zaman da olmamıştır. Evrenin yaşı 13.8 milyar yıl ve Dünyâ’nın yaşı 4.5 milyar yıl değildir ki!. O kadar uzun bir zaman yoktur. Dünyâ’da ve de kâinatta hiç-bir zaman bir ilkellik yaşanmamıştır. Her-şey Hz. Âdem ile yaşıttır ve Âdem’in yaşı da yaklaşık 10.000 yıldır.
Dinozorcular kendi-kendileriyle de çelişiyorlar. Dinozor kemiklerinde hemoglobin bulunduğunu söylüyorlar. Bu durum, yaşayan bu sözde canlıların bir-kaç bin yıl önce yaşadığını gösterir, çünkü hemoglobin bir-kaç bin yıldan fazla dayanamaz.
13.8 milyar yıllık bir evren-yaşı ve 4.5 milyar yıllık bir Dünyâ-yaşı kabûl edildiğinde, istediğiniz kurguları yapabilirsiniz. İstediğiniz hayâlleri kurabilirsiniz ve olmayacak şeyleri bile oldurabilirsiniz. Ne de olsa o kadar çok zaman içinde “bir-şekilde” olur. Bunu profesyonelce çeşitli kanallarla yaydığınızda bir-çoklarını hattâ hemen-hemen Dünyâ’nın tamâmını o saçmalığa inandırabilirsiniz. Meselâ çok uzun bir zaman varsa; bir fil ile bir karıncanın ilişkisi sonucu o karıncadan bir balinayı bile doğurtabilirsiniz. Yeter ki böyle bir şeye ihtiyaç olsun. Ne de olsa yeterli! bir zaman vardır. Zaman yetmezse “0”ın yanına bir “0” daha koyuverirsiniz canım!. Ne olacak?; sıfırdan bol ne var?.
“O Allah ki, yeryüzündeki şeylerin hepsini sizin için yarattı”.. (Bakara 29).
Allah her-şeyi bizim emrimize verdiğine göre ve her-şeyi bizim için yarattığını düşündüğümüzde, dinozorların bize ne yararı vardır?. Bize yararı olmayan bir varlık mı yaşamıştır bir zaman önce?.
Kur’ân ve diğer semâvi kitaplar neden dinozorlardan hiç bahsetmiyor?. Bu kadar uzun süre yaşamış bir varlıktan neden hiç bahsedilmez?. Bahsedilmemesi, böyle bir varlığın yaşamadığının kanıtlarından biridir. Çünkü kutsal kitaplarda at-deve-fil gibi büyük hayvanlardan bahsediliyor. Tevrat’ı aşırı zorlayarak alâkasız âyetleri dinozorlar olarak yorumlamak bir dinozor olduğunu zinhar göstermez. Tevrat’ta “leviathan” olarak geçen bir ifâde vardır ve “deniz canavarı”, “dev gemi”, “ada balığı”, “iri balina” anlamlarına gelir. Tevrat’ta Yehova’nın Rahab, Rahav veyâ Levyatan diye farklı biçimde adlandırılan bir ejderha ile savaşı yer almaktadır: Eyyüb: 26, İşaya: 50-51).
Dinozor iskeletleri, fiberglas-plastikten îmâlatlardır ve dinozor uydurması plastiğin îcâdından (19. yy.’ın ilk yarısı) sonra ortaya atılmıştır. Dinozor diye bir şey yoktur. Darwinist’lerin zihnimiz üzerinde oynadığı oyunlardan biridir, aldatmacadır, aklımızla alay etmedir.
Fiberglas-plastik malzemelerden yapılan dinozor iskeletleri parçalanıp yeniden monte edilebilmektedir. Montajları, kuruldukları ve sergilendikleri yerde sök-tak şeklinde yapılabiliyor. Peki topraktan çıkarıldıklarını söyledikleri kemikler müzelere nasıl ulaştırılıyor?. Bunlar kemik ya; kırılmasın diye daha kırılmadan önce alçıya alıyorlarmış kemikleri. Müzelere de o şekilde taşıyorlarmış. Fakat buldukları kemikler neyin kemiğidir?. Sağdan-soldan buldukları kemikleri istedikleri gibi bir-araya getirerek dinozor denilen varlığa benzeterek birleştiriyorlar. Biraz uğraşsanız bunu siz de yapabilirsiniz. Bunun için Kurban Bayramı uygun bir zaman olur.
Dinozorlar, Evrimcilerle Hollywood’un ortak üretimidir. Günümüzde dinozorlardan bu kadar çok bahsedilmesi, “Steven Spielberg’in Jurassic Park filmi gişe yapsın” diyedir. Bu film, dinozor inancına tüy dikmiş ve insanların dinozorlara inanmasını çok kolaylaştırmıştır.
En önemlisi de Evrim Teorisi’nin mutlak gereksinimi olan “zaman ihtiyâcı”nı karşılamak için uydurulmuştur. Nasıl ki milyonlarca(!) yıl önce yaşayıp ölmüş bir hayvan kemiğini ve dişini “insan” zannediyorlarsa; büyük bir hayvan fosilini de (at, deve, zürâfa, fil) dinozor zannediyorlar.
Gerçek şu ki, aslında dinozorlar hakkında pek de bir şey bilinmiyor. Çünkü olmayan bir şey hakkında ne kadar bilgi sâhibi olunabilir ki?.
Birileri TDK sözlüğündeki dinozorun ikinci anlamını, “irticâcı” dedikleri inançlılar için kullana-dursunlar, bu ancak bir esprinin konusu olabilir. Zîrâ dindarların çoğu 65 milyon yıllık bir zamânı kabûl etmiyor. Dolayısıyla aklı modernist teorilerle bulanmamış olan müslümanlar, “dinozor” diye bir varlığın yaşadığını kabûl etmezler. Bu nedenle “dinozor kafalı” tanımlamasının “inançlı” insanlar için kullanılması uygun değildir. Eskiden dinozor yoktu ama, bu zamanda “yiyip-yiyip şişen modern dinozorlar” ortalıkta cirit atmaktadır.
Evet; dinozorlar hayâli mitolojik varlıklardır. Bir hayâl-gücünün ürünüdürler. Dünyâ’da hiç-bir zaman bulunmadıkları gibi, yaşadıkları söylenen “eski çağlar” diye bir çağ da hiç-bir zaman olmamıştır. Gösterimde olan dinozor şekilleri ise, ya fiberglas/plastik-merkezli üretilmiş rekonstrüksiyonlardır, yada genelde, kısa bir süre önce yaşamış olan bildiğimiz-tanıdığımız hayvanların kemikleridir.
Evet; dîni “zor” bulanlar, dinozoru kolay buluyorlar. Zîrâ dîne inanmak ağır bir bedel gerektirebilirken, dinozorlara inanmak hiç-bir bedel gerektirmez.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2017
0 notes
pdfdunyasi · 7 years
Text
Bilim Ve Yaratılışçılık
Son yıllarda Türkiye’de de yoğun bir biçimde evrim kuramım sorgulayan ve yaratılışçılığı savunan bir kampanyanın başladığı görülmektedir. Bilim dışı çevreler tarafından yürütülen ve Hıristiyan-Yaratılışçı doktrinin çevirilerinden oluşan bu kampanya, evrimin eğitim programlarından dışlanması, evrimi benimseyen bilim insanlarına saldırılması ve evrim yanlısı yayınların engellenmesi çabalarıyla…
View On WordPress
0 notes
godandhuman · 12 years
Photo
Tumblr media
7 notes · View notes