Tumgik
#kötücül ruh
adl1bbed · 2 years
Text
Chen Ruobing and I - 6. Bölüm
Bira şişesini kafasına indirdiğimde, on saatten fazla bir vakittir içimde birikip dolaşan öfke sonunda dağıldı, bu da gitmek bilmeyen bir kötücül ruhtan arınmak kadar ferahlatıcıydı.
O gün kimse ders dinleyecek halde değildi ve yaşanan bu kazaya rağmen herkes çabucak parti havasına girdi. O gün üç erkek ve benim dışımda bir kızla birlikte bir break dans gösterisi hazırlamıştık. Aslında iyi dans edemeyeceğim ve gevşeyemeyeceğim için endişelenip duruyordum. Sonuç olarak gece olduğunda ve müzik başladığında harika hissetmeye başladım— daha önce hiç hissetmediğim kadar iyi. Dansın her adımı tempoluydu ve bedenimin her hareketinin büyük bir uyum içinde olduğunu hissediyordum. Her ne kadar ben lider dansçı olmasam da herkesin gözleri benim üstümdeymiş gibi geliyordu, bu da müthiş bir duyguydu. Sonra Chen Ruobing'in aşağıda oturduğunu ve gülümseyerek beni izlediğini gördüm.
Tüm gösteriler bitmişti. Herkes pasta yemeye başladı, müzik çalmaya devam ediyordu ve ortam son derece canlıydı.
Arka plan müziği birden o berbat telaffuz edilmiş İngilizce şarkıya geçti. Başlangıç kısmı geldiği anda o olduğunu fark etmiştim. Şarkı kalp atışlarımla rezonans halindeydi, bedenimi dilsiz bir güzellik gibi terk ediyordu.
İçimden nasıl geliyorsa zıpladım ve ritimle beraber sallandım, sözcükler düzgünce telaffuz edilmediğinden, elimden gelenin en iyisini yaparak sözleri ben söyledim.
Birçok kişinin daha kalktığını ve sınıfın ortasında dans ettiğini fark ettim, herkesin yüzü ışıl ışıldı. Chen Ruobing de ayağa kalktı, bana doğru geldi ve şarkıyı söyleyişime eşlik etti.
Elimle bir parça kek aldım ve Chen Ruobing'in yüzünün sağ tarafına bulaştırdım. Hemen utanmış ve sinirlenmişti, eliyle yüzünü kapatıp pastayı silmeye çalıştı.
Bu yüzden pastayla kaplı elimle yüzünün sol tarafına ve alnına dokundum.
Chen Ruobing yüzünü gelişigüzel bir şekilde sildikten sonra sonunda karşılık vermek aklına geldi, kremadan bir çiçek çıkarıp benim suratıma vurdu.
Gülerek ezilen çiçeği sildim ve ağzıma attım. Yerken şarkı söylemeyi de ihmal etmiyordum, ama birden bir şeyi unuttuğumu hissettim ve köşede duran süpürgeyi alarak gitarmış gibi davranıp önümde tutmaya başladım.
Chen Ruobing kahkaha attı ve o an, onun böyle özgürce kahkaha da atabildiğini fark ettim.
Saçımdaki tokayı çıkardım, uzun saçlarımı serbest bıraktım.
Tavan ışıklarının arasında küçük altın yıldızlarla bezenmiş yılbaşı süsleri asılıydı. Chen Ruobing ve ben şarkı söyleyip dans ederken ve yıldızlar tepelerde uçuşan altın ışık demetlerine dönüşürken birbirimize bakıyorduk. Daha önce hiç uyuşturucu almamıştım ama o an hissettiklerimin uyuşturucu kullanmaya benzer olduğunu tahmin ettim. Oldukça iyi bir ruh halindeydim ve beni olduğumdan farklı birine çeviriyordu, daha doğrusu beden dışı bir deneyim yaşıyordum ve bu gerçek benliğim olmuştu.
Ruhum bedenimden kurtulup uçmuştu. Sonunda on altı yıl süren esaretten serbest bırakılmıştı. Chen Ruobing'e baktı ve  dans ederek yanına geldi. Şarkıcı tam da "Kaliforniya" kısmını söylerken, dudaklarına yumuşak bir öpücük kondurdu.
Chen Ruobing kısa bir süreliğine donup kalsa da çabucak eski haline dönmüştü.
Artık ruhum ve fiziksel bedenimden hangisinin gerçek ben olduğunu ayırt edemiyordum. Eğer ruhum gerçek bense, nasıl onun dudaklarını öpebilmiştim? Ve eğer bedenim —Chen Ruobing'e dokunmamış olan 'ben'— gerçek bense, neden o an elektrik çarpmış gibi bir çarpıntı hissetmiştim?
Elbette Chen Ruobing ve ben, sözsüz bir anlaşma yapmış gibi, partiden sonra bu olay hakkında konuşmadık; gece yarısını geçtiğinde Kül Kedisi'nin yaptığı gibi gerçek hayata dönmeye çalışıyorduk. Ama bu, o olayın benim ilk öpücüğüm olduğunun farkına varana kadar sürdü, nasıl öylece unutabilirdim ki?
Yang Xu'nun kafasına bira şişesini indirmemden sonraki üçüncü günde, öğretmen beni odasına çağırdı. Yang Xu'nun alnına üç dikiş atıldığını, yaptığım şeyin iğrenç olduğunu ve okul kurallarına göre ceza almam gerektiğini söyledi; ama her zaman geçinmesi kolay biri olduğumu hesaba kattığı için bana Yang Xu'dan özür diletip tedavi masraflarını karşılatacaktı. Ardından, Yang Xu'nun yalnızca okulda birkaç oğlanla kavgaya tutuştuğunu ve ne benim ne kendi ebeveynlerinin okula çağrılmasına gerek olmadığı söylediğini belirtti. İyi tavırlarımı koruduğum sürece bu olay kapanmış olacaktı.
O öğleden sonra okul bittiğinde kuaföre koştum ve saçlarımı şarap kırmızısına boyattım. 
Ertesi gün okula geldiğim zaman Chen Ruobing şok içinde, "Sekizinci sınıfa yeni mi geçtin?" diye sordu.
"Evet, ergenliğe yeni giriyormuş gibi hissettim," dedim.
O zamanlar, prangalarımdan kurtulma hissine bağımlı olmuştum. İster tuhaf ister başına buyruk olayım, yalnızca herkes gibi olmak istemiyordum. Bu, sıradan olmak ve kalabalığın içinde kaybolmak istemeyen on altı yaşındaki bir kızın istekleriydi.
Çoğu insanın o yaşta böyle istekleri olur ama büyüdükçe bu saçma fantezilerden vazgeçerler. Alelade hayatlarında sürekli mücadeleler veren insanlar, toplumun kalanından farklı olup olmadıklarını çoktan unutmuş olurlardı. Geçen yılların ardından asıl meselenin farklı olmayı istemek değil, yalnızca kendileri olmayı istemek olduğunu anlarlardı.
O öğleden sonra okul bittiği zaman öğretmenin odasında Yang Xu'dan özür diledim. Onun ne söylediğini pek hatırlamıyordum; tek hatırladığım, bir süre bir şeyler hakkında gevezelik eden öğretmendi. Benden saçımı tekrar siyaha boyamamı istedi, son zamanlarda notlarımın düştüğünü ve derslerime biraz daha özen göstermemi söyledi. Daha sonra ise birlikte bu kadar çok zaman geçirmemize rağmen nasıl Chen Ruobing'den bir şeyler öğrenemediğimi sormuştu.
Yang Xu ve ben ofisten çıktığımızda, aynı anda biraz ötedeki Chen Ruobing gözümüze ilişti. Koridordaki bir bankta oturuyordu, ayakkabılarını çıkarmıştı ve bacakları bükülmüştü. Dizinde bir defter ve elinde kalemle bir şeyler yazmaya dalmıştı. Arkasına yağlı boya tabloyu andıran gökyüzünü almıştı. Yeşile çalan bir tür maviydi. Chen Ruobing'in arkasındaki bu mavilik, yerini yavaş yavaş turuncu ve altın rengine bıraktı. Batan güneş ufukta yarıya kadar inmiş, bulutların bir kısmını kırmızıya boyamıştı. Bu nedenle, bu bulutlar yavaşça süzülürken bir yanı kızıl, diğer yanı ise siyahtı.
0 notes
seslimeram · 2 years
Text
Ezberler Yaşamı Çalarken
Tumblr media
Ezberler arasında seyrine devam ediyor bir menzil. Düpedüz, yalın ve kesintisiz bir biçim ve halde yalan ve riyanın refakatinde kotarılmış her tür ezberle bir menzilin dönüşümü bu sahnede var ediliyor. O ya da bu biçimlerde bir devinim sürdürülüyor. Biyopolitik cerahat sarmalına dönüşmüş yerde, her günü apayrı sınavlara dönüştürülen, günü, anı, şimdiden de yarınları rehin alınmış, ipoteklenmiş, karanlığa demirlemiş bir menzilde ezber hallerin sözcükleri sayıklanmaya devam olunuyor. Bir biçimde, binbir türlü halde / yönelim ve tavırla mutlak iktidar için yalanlar, edilen ezberler her dem yeniden kullanıla geliyor. Ol demokrasi gibi bir meselle bağı olmayan, derdi de olmayan, yıkım ve felaket mimarlığı üstünden ustalık dönemi denilen güncellik yepyeni yıkımları işaret ediyor. Duraksamadan imal olunan cerahat her güne içkin, tahakküm, bitimsiz denetim, gözetim ve yıldırı ile bir ve beraber bu sahnede kalıcı kılınıyor. Ezber yollar, ezber bozmaya hazır / nazır yepyeni cerahatleri imal ediyor onların sayesinde. Ezberden çıkagelen her yönelim bir biçimde bu aleni ve mutlak tahakküm ile tehdit dilinin şekli şemaili bu döngüyü tamamlıyor. Bir ülke bir yerin dönüşümü, mutlak çürümeyle ilintisi kesintisiz bir hakikat haline dönüştürülüyor artık. Yeni eskidir artık.
Yeni eskidendir artık. Ezberleriyle gününü geçiren muktedirin köşeleri hep ama her dem o muğlak kılınmış olagelen demokratik ülke tahayyülünü de kenara sallamasının ardından çıkagelen cerahatli yapının sunduğu şey bildiğimiz tüm anlamlarıyla eksikliktir. Eksikli bir menzilin var edilmesinin yol haritası güncellenirken olmakta olan / olsun diye açıktan dört dolanılan hallerle hayat hakkı yerle yeksan ediliyor artık. Ezberden kurumsallaşan ol dönüşüm çabalarının sunduğu eşikler artık mot-a-mot bir daraltımı bildiriyor. İki satır tüm o yaralara dair bir şeyler söylemenin önü alınıyor. Daha geçtiğimiz haftanın yaralarından birisi olarak var edilen Ermenistan topraklarındaki Azerbaycan devletinin sessiz patırtısız savaş pratiğinin yankısı, haydut devletler işbirliği toplantısında baş amirin suna geldiği ol iş bitti cümlesinden sonra kesilir. En azından işgal edilmiş Syunik’teki 4-5 km’lik bir alan dışında bir varlığı yoktur ol iki devlet tek millet ordusunun. Şimdilik iki yüzü aşkın Azeri ve Ermeni’nin canına mal olmuş, geçip gittiği zikredilen bir yıkımın artçı şoklarında tüm o ezberlerin nasıl yeniden şekillendirildiği de gözler önüne serilir. Ermeni her dem kötü, bet ve fecidir o algıya göre. Daha birkaç gün öncesinde içişleri nazırının huzurunda bir araya getirdiği ülkeli Ermeni temsiline güvence bahşettiği bir zeminde, hem kendi tabanı hem de bbp gibi ne idüğü belirsiz bir şablon / sülük sürüsü, hem de iyiden iyiye ivmesini sağlama almış ırkçı zafer mafer takımının küçük tefek ırkçılarının elinde bir sanal savaşın sürdüğü görülür.
Her ezberden vaazla, iki ülkedeki yaşanan kıyametin ta kendisi sorguya düşülmesin istenir. Bir hışımla Ermeni hizaya geçirilirken, Azeri petrolünden faydalanma gailesiyle kardeşlik naraları yeniden bildirilir. Oysa ne birisi ilelebet düşman, ne diğeri hiç kesintisiz dosttur. Devletlerin dostluğu, düşmanlığı çıkarlara kadardır. Biteviye süre giden bir linç döngüsünden sonra çıkagelen derin sessizlikte ne Ermeni, ne Azeri ne Türk ne o ne de buna tek bir iyi gün var edilmeyeceği artık bir kere daha kanıtlanır ki bu da zaten ezberciliğin kıyısında dolaşıma çıkan nefretin yönünü, keskin sirkenin küpüne zarar halini bir kere daha kanıtlar. Kim nasıl verecektir ki her kimlikte açılmış ol onca yaranın hesabını! Geçip gitmeyen bir ezberler sarmalı içerisinde Ermeni’nin daim düşman kılınması halini, alaşağı eden bir avuç Türkiyeli ve bir avuçtan fazla Azeri’nin varlığını kayda düşmek de lazım gelir. Her ne olursa olsun, bir biçimde ortak yolun aklın / fikrin barıştan gayrısından geçmediğini kanıtlayan teşebbüs ve tahayyüllerle bu döngüsü, yazgısı, algısı her şeyiyle o ezberciliği kırmaya çabalayan insanların varlığı söz konusuyken, iletişim için mucizeler lazım değilken var edilmiş karanlığa karşı seslerle, itirazlarla, doğrudan eylemlerle bütün o ezberci şablonlara karşı hayat mücadelesine devam olunur.
Anush Apetyan 36 yaşında, 3 çocuk annesidir. #Jermuk yakınında ölür. Güldüklerini duyduğumuz bir video yayınlayan Azerbaycan askerleri tarafından tecavüze uğradı (bacaklar ve parmakları kesildi, gözleri oyuldu). Sumgayit’ten Xocalı’ya süreğen bir kırım iklimine, otuz yıllık bir ayrışma ve eksiltme tahayyülünün, artık İrevan bizimdir bahsini açıkça dillendiren bir rövanşist tahayyülle çıkagelen son kırım, kırılma halinin belki de adı en çok duyulanı olur Apetyan. Katledilen bir düşmanın, ardından can vermiş olanın naaşına taarruz edilir. Hınçla canı çalınanın ruhu yaralarla bezenir. Tecavüz vardır, işkence edilmiş, bütünlüğü bozulmuş bir vücut vardır. Ne de olsa ötekidir. Ne de olsa bir cansız kadındır. Anush Apetyan gibi iki kadın askerin daha işkenceye tabi olduğu açıktan dillendirilir. Yaşatılan kör döğüşünden kimsenin faydasına dokunmayacak yaralar var edilir. Her şey yirmi dört saatte unutuşa mahkum edilirken, bunca can kırığına dair sözü, sesi ve nihai anlamda bu son olsun bahsini kim dillendirecektir sahi ne zaman? Bir kader değil kederin ta kendisine dönüştürülen kafkas coğrafyasında umalım ki geleceği bugünün ezberleriyle kotarılan o kirli / karanlıktan çok daha iyi, çok daha yaşanabilir bir hülyayı beraberinde getirsin umalım. Hakikat kılabilsin. Yas nihayet tutulabilsin. Bu defa cidden son olsun! Bir defa cidden yaraya merhem olmanın yolları var edilebilsin.
Bianet’e bağlanalım: “İran'da kadınların tesettüre uygun giyinerek başörtüsü [hicab] takıp takmadıklarını denetleyen "ahlak polisi"nce gözaltına alındıktan sonra komaya giren 22 yaşındaki Mahsa Amini’nin öldürülmesine Tevgera Jinên Azad’dan (TJA) tepki geldi.
“Bu düzeni tanıyoruz"
TJA açıklamasına şunları söyledi:
“Şeriat kanunu adı altında, İslami kurallar adı altında kadına yönelik bu yasakçı zihniyeti yakından tanıyoruz; Şeriata göre düzenlenen hükümlerle kadın iradesini bastırarak onları belli kalıplara sığdırmaya çalışan, kadınların verdiği kimlik mücadelesini görmezden gelerek onları adeta üzerlerinde düzenleme yapılan birer nesneymiş gibi gören İran’daki erkek egemen gerici zihniyete boyun eğmeyen biat etmeyen kadınlar daima var olmuştur ve olmaya da devam edecektir.
“Maç izlediği için yargılanan ve yargı önünde kendisini yakan Seher Hüdayari’nin isyanını;
Bir türbe önünde muska satan kişiyle tartışmaya girince ‘Kuran-I -Kerim’i yaktığı yalanı yayıldığı için linç edilen Ferhunde Melikzade’yi ve bu linçi izleyen İran ‘güvenlik’ güçlerinin sessiz tutumunu ve yalnızca saçları gözüktüğü için İran polisince işkence edilerek katledilen sevgili Mahsa Amini’nin ortaya koyduğu kadın iradesini; bağımsız birey olma ve vermiş olduğu kimlik mücadelesini unutmuyoruz!
“TJA olarak; sevgili Mahsa Amini’nin ailesine ve tüm kadınlara başsağlığı diliyor; üzüntülerini tüm yüreğimizle paylaştığımızı belirt istiyoruz.
“Ve diyoruz ki;
“Kadınların iradesini yok sayan; kadınların katledilmesini destekleyen düzenlemeleri var eden, bu düzenlemelerin arkasında duran ve ondan beslenen erkek egemen zihniyetin dayattığı ölüm politikasına karşı yürütülen kadın özgürlük mücadelesinin birbirine eklemlenerek daha da güçlenmesi tüm dünya kadınlarının kurtuluşudur. İran rejiminin tam 43 yıldır sistematik biçimde yürüttüğü kadın düşmanı politikalarını kınıyoruz. Yine tüm uluslararası insan hakları örgütlerinin ve kadın örgütlerinin bu katliamın takipçisi olmalarını talep ediyoruz.
“Tenimdeki yara izinden tekrar yeşereceğim; Varlığım için ki ben kadınım, kadınım, kadınım. Ses sese, el ele verirsek, beraber adım atarsak kurtuluruz. Başka bir dünya yaparız, eşit bir dünya, dayanışma ve kardeşlik içinde daha iyi ve daha mutlu bir dünya ne recm, ne darağaçları, ne tekrar tekrar gözyaşları, ne utanç başka bir dünya yaparız, eşit bir dünya, dayanışma ve kardeşlik içinde daha iyi ve daha mutlu bir dünya. Jin Jiyan Azadî!"
Ne olmuştu?
Doğu Kürdistan'ın Sakız kentinden başkent Tahran'a akrabalarını ziyarete gelen genç kadın erkek kardeşinin kullandığı aracı durduran ahlak polisince göz altına alınmıştı. Kardeşine, nasihat edilip serbest bırakılacağı söylenerek götürülen genç kadının, göz altına alındıktan iki saat sonra komaya girdiği ve kaldırıldığı hastanede öldüğü ortaya çıktı.
Devlet televizyonu Amini'nin dövüldüğü iddialarını yalanlayarak, polisin genç kadını "nasihat etmek ve eğitmek" üzere karakola götürdüğünü ve orada kalp krizi geçirdiğini söyledi. Akrabaları, kadının herhangi bir kalp rahatsızlığı olduğunu yalanladı.
Devlet televizyonu bir polis karakolunda Amini olduğu söylenen bir kadının oturduğu koltuktan bir yetkiliyle konuşmak üzere kalktıktan sonra yere düştüğünü gösteren güvenlik kamerası kayıtları yayınladı. Ancak görüntülerden kadının Amini olduğu doğrulanamadı.
Amini'nin dövülerek öldürüldüğü yolunda sosyal medyada yayılan iddialarını reddeden Tahran emniyeti açıklamasında, "Ayrıntılı araştırmalara göre, Amini'nin araca alınması sonrasında ve tutulduğu karakolda fiziksel bir temas olduğunu" reddetti.
Ancak, İran'ın yarı resmi Fars haber ajansı, Mahsa Amini'nin ahlak polisince dövülmesi nedeniyle komaya girdiğini duyurdu.
VoA'nın haberine göre genç kadının karakolda ölümünü eleştiren sosyal medya yorumcuları arasında, sözünü sakınmamasıyla tanınan reformcu eski milletvekili Mahmud Sadıki, Ayetullah Ali Hamaney'i olayla ilgili kamuoyuna açıklama yapmaya çağırdı.”
Ezberler karşımızda yükseltiliyor. Duraksamadan bir kadının canının çalınabilmesine bir başka hazin örnek var ediliyor İran’da, Mahsa Amini’nin hayat hakkının lağvedilebilmesi devletli eliyle birörnek yurttaş profilleri var etmek isteyen bir başka ülkenin utancı alenen karşımıza çıkartılıyor. Orası, burası, ötesi berisi hep ama hep bir biçimde can çalmaların ta kendisine rehin ediliyor. Geriye ne doğru bırakılıyor ne de tek bir adalet kırıntısı. Rejim olarak zorbalığı, fundamentalist bir dizginleme halini kendine tercih eden İran yönetiminin var ettiği şey de bu sınırlarda da arzulanan günbegün kovalanan o nefretin bir başka sureti, kadına yönelik şiddetin ta kendisini faş eder. Mahsa Amini kaçıncı kurbandır o düzen eliyle. Bir coğrafyada, örtülü ya da açık bir kadının üstüne tahakkümle o olur bu olmaz bahsini var edebilen bunu yirmi birinci yüzyıl şartlarında halen bir normatif addeden aklın kaçıncı kurbanıdır, yok ettiğidir. Düzenekler, devinimi sağlanan klikler üstü bir anormallik, sürekli denetim, gözetim ve baskılarla bir menzilin idaresinde canlar ayaklar altına alınırken hangi hayat bahsi söz konusu edilebilir ki? İran’ın dört bir yanı ve yöresinde itiraz sesleri yükseltilirken, kulaklarını kapatmaya devam diyen muktedirlerin dünyasında kimler güvendedir?
Ezberlerin konuştuğu bir coğrafyada yepyeni şeyler söyleyebilmenin erdeminden kaçımız haberdarız acaba? Bilindik değil, umulan ve bildirilen değil, her defasında başkalaşmış bir başka unsuru öne çıkartan, yaralara merhem olmayı tasavvur eden sözlerin, imecenin yolunda yürümek halen zor mudur uzak bir ihtimal midir? Bütünüyle ezberlerden mülhem olanın, var edilmiş katran karanlığının da mihmandarlığına vesile kılınmış olan her bir eylem / sözcenin karşısında bir biçimde insani olanı hatırlamanın vakti değil midir, hala değil midir?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Ali MIRAEE v/ Instagram
0 notes
sevenler-anlar · 4 years
Text
Şairane bir yalancılık söz konusu; süslü cümlelerin içine gizlenmiş bir sahtelik, tebessümlerin ardında kötücül bir taraf, her bakışta çürük bir ruh var sanki, çok değişti dünya ve çok yanlış bir asırda görmeye çalışıyoruz yıldızları.
517 notes · View notes
mantikutayr · 3 years
Photo
Tumblr media
‘’zerdüştlük -dünyanın en eski vahiy dini- yaklaşık mö altıncı yüzyıldan ms yedinci yüzyıla kadar yakın ve ortadoğu'nun büyük bir kısmında kesintisiz hüküm sürmüş olan üç lran impaatorluğunun dini idi. dinlerini behdin (beh-dın-'en iyi din'; av. dal nii'. phl. dl n; fars. din 'din') olarak adlandıran zerdüştlüğün takipçileri mazdacılar olarak da bilinirler. iran'ın ms araplar. tarafından işgal edilip zerdüştilerin islamiyete geçmeye zorlanmalarından sonra, zimmi statüsüne sahip oldular. on-onbirinci yüzyıllarda kaçıp batı hindistan'a yerleşen zerdüşti grubuna parsiler (var. parseler) ve iran'da kalan küçük zerdüşti grubuna da gabarlar (iranlı zerdüştiler için kullanılan küçük düşürücü bir isim) denilmektedir.’’
‘’ahura-mazda ve angta mainyu. ahura-mazda ilkin şefkatli ve kusursuzdur; bütün kötülükler ondan kaynaklanamaz. zerdüşt'ün öğretisi 'düalistik' olarak adlandırılır. zerdüştilikte, iki ilksel başlangıcın -iyi ve kötü başlangıçlar kabul edilir- karşıtlığı vardır: gerek ruhani gerekse maddi bütün alemler iyi ve kötücül başlangıçlara bölünmüştür. iyi güçler ahura mazda'nın (phl. a11ura mazda) ve kötü güçler onun ikizinin -angra mainyu (kelime anlamı "düşman{yıkıcı ruh"; phl. ahreman) başkanlığındadır. ‘’
‘’zerdüştilikte şahsa son derece önemli bir rol verilir, çünkü şahıs, ahlaki seçim yapmaya ehil olan biricik varlık savaşta can alıcı bir rol oynar. her şahıs yaşamında iyi ve kötü arasında seçim yapmaya mecburdur. kötüye karşı mücadelede en esas araçlar iyi düşünce (humat), iyi söz (hiixt) ve iyi eylemdir (huwarst).’’
‘’kadim iran dininde soyut tanrıları doğa fenomenleriyle öylesine yakından bağdaştırma eğilimi vardı ki, karşılık gelen fenomenler tanrıların kişileştirilmesi olarak görülüyordu.’‘
'’tanrı tarafından yaratılan ve sonrasında dünyadan sorumlu olan kutsal varlıklar, bunların elementlerle ve doğa fenomenleriyle olan ilişkisi kadim kürt dini yezidilik ve ehl-i hak'ın da ayırt edici bir özelliğidir.’’
'’yazatalar, hem cinsiyetleri kapsayan ve hem doğanın somut nesneleri kadar soyut fikirleri ve erdemleri temsil eden insan şekli almış varlıklardır.’’
Tumblr media
avesta alfabesi ile yazılmış bir metin.
avesta alfabesi ms 3. yüzyılda zerdüşt'ün öğretilerini yazmak için geliştirilmiştir. harflerin birçoğu süryani kaynaklı iran pehlevi yazısı kökenlidir. ayrıca ünlülerde yunan etkisi görülmektedir.
ms 7. yüzyılda iran müslüman olunca avesta alfabesi yerini arap alfabesine bırakmıştır. eski farsça ve sanskritçe ile akrabadır*
avestaca, zentçe veya zendce, iran'ın en eski dillerinden biri. zent yorum demektir. hintçeyle birlikte farsça, ari dilleri grubunu oluşturur ve hint-avrupa dil ailesinin hint kolunda yer alır* ayetleri dil bakımından ve yer yer içerik bakımından bhagavad gītā  ile o kadar fazla benziyor ki aynı kalemden çıkmış gibi.
8 notes · View notes
ziyataskirmaz · 3 years
Text
Yerdeniz Büyücüsü
Tumblr media
Kitabın adı: The Books of Earthsea Kitabın yazarı: Ursula K. Le Guin Kitabın yayınevi: Sage Press Kitabın sayfası: 205 (1008)
Le Guin, daha önce birçok eser yayınlatsa da bu kitaptan önce çok bilinmiyordu. Parnassus Yayınevinde çalışan Herman Schein, kendisinden büyümekte olan çocuklara yönelik konusu veya teması fark etmeyen bir roman yazmasını istedi. Ursula eski tarz, büyücülük temalı ve temellerini önceki romanlarında attığı bir roman yazdı: Yerdeniz Büyücüsü. Roman, Ruth Robbins tarafından resimlerle süslendi ve genç-çocuklara yönelik yazmasına rağmen neredeyse her yaş grubu tarafından çok beğenildi. Tüm bu ilgiyle beraber yazarımız art ardına üç roman daha çıkardı, bu ilk üçlemeden yaklaşık 20 yıl sonra ikinci üçleme de çıktı ancak ilki kadar coşkuyla beğenilmedi.
Romanımız, Duny isimli biraz hiperaktif biraz meraklı bir çocuk ile başlıyor ve Yerdeniz (Earthsea) denilen, neredeyse her adasında farklı etnik kökene sahip yerlilerin olduğu bir takımadada geçiyor. Duny, kendisi daha bebekken ölmüş annesi ve yıllar içinde evi terk eden kardeşleri yüzünden çok sıcak bir evde büyüyemiyor. Babası ise sağ olsa da çok katı bir adam olduğu için Duny’e pek etkisi olmuyor. Onu asıl etkileyen ve az da olsa sevgi ile büyümesini sağlayan kişi teyzesi oluyor, ayrıca onun yardımıyla büyücülüğe de başlıyor. Ogion isimli bir ustanın çırağıyken aşırı merakından ötürü ustası onu bir büyücülük okuluna yazdırır. Burada bir arkadaşıyla girdiği düelloda, yeraltından çok kudretli bir ruh çağırır ancak ortaya çıkardığı ruhun çaresine bakamaz. O ruh resmen onun gölgesi oluverir ve nereye giderse gitsin onu kovalamaya devam eder.
Onu takipleyen kötücül gölgeden kurtulmak onun tek amacıdır. Duny uğraşırken hayatı öğreniyor ve biz de onunla beraber neredeyse her sayfada öğreniyor ve büyüyoruz, Le Guin muhteşem bir iş başarmış! Eminim ki sadece beni değil, her yaştan insanı etkilemiştir bu kitap. Yerdeniz Büyücüsü, bir çocuğun yetişkinliğe adımını attığını anlatan bu kitap kesinlikle okunmaya değer.
Alıntılar
“Söz sessizlikte, ışık karanlıkta, yaşam ölürken; bomboş gökyüzünde uçarken parlar atmaca.”
“Duyabilmek için susmak gerekir.”
4 notes · View notes
salinbenibee · 4 years
Text
Şairane bir yalancılık söz konusu; süslü cümlelerin içine gizlenmiş bir sahtelik, tebessümlerin ardında kötücül bir taraf, her bakışta çürük bir ruh var sanki, çok değişti dünya ve çok yanlış bir asırda görmeye çalışıyoruz yıldızları.
3 notes · View notes
cemiyetinkusuru · 4 years
Text
Merhametsiz, madem ki dolaşsın istiyorsun senin bu haşin ve sert tavrın dilden dile, ağızdan ağıza, öyleyse gelip yerleşsin cehennemden göğsüme acı dolu bir ses, çarpılsın göğsüm her konuşmak istediğimde. Zorlasın bu ses beni, anlatsın yaptıklarından duyduğum acıyı, bir nağme olmasın o korkunç seste ve sefil bağırsaklarım parçalanıp bu sese karışsın bana daha fazla acı versin diye. Dinle, iyice kulak ver, ahenkle çıkan sese değil, beni mutlu, seni mutsuz eden ahenksiz sese, şiddetli bir deli gibi fırlıyor acılı göğsümün derinliklerinden. Alsın göğsümden ıstıraplı ruhumu, söylesin ağıtını cehennemî kara müfrezenin: kükresin aslan, korku versin yırtıcı kurdun uluması ve pullu yılanın tıslaması, sarsarak haykırsın bir canavar, çatlasın sesi tekinsiz karganın, fırtınalı denizde kükreyişi rüzgârın, amansız böğürmesi yenilen boğanın, dul kalmış kumrunun acısı, hüzünlü şarkısı kıskanılan baykuşun, hepsi, hepsi tek bir ses olsun birleşsin, birbirine karışsın bütün anlamlar, çünkü bana yeni bir üslûp lâzım anlatmak için içimdeki bu zalim acıyı. Acıklı yankılarını bu karışık sesin duymayacak ne Tajo babanın kumları, ne de ünlü Betis'in zeytinleri, yaşayan kelimeleri arasında ölü bir dilin dağılıp gidecek benim büyük acılarım, yüksek uçurumlarda, dipsiz çukurlarda, insan temasından yoksun, kimse duymadan, ya karanlık vadilerde ya tenha kumsallarda, ya güneşin hiç parlamadığı yerlerde, ya Libya düzlüklerinde vahşî hayvanların zehirli kalabalığı arasında, madem senin rakipsiz gücünle yükseliyor ıstırabımın kararsız ve boğuk yankıları ıssız ve çorak çöllerde, yayılsın o zaman uçsuz bucaksız dünyaya, benim de bir ayrıcalığım olsun bu kadar şu kısacık ömrümün bana verdiği. Reddedilmek öldürür, sabırsız yapar doğru da yanlış da çıksa bir şüphe, kıskançlık şiddetli bir ölüm getirir, hayatı karıştırır uzun süren bir hasret, unutulma korkusuna iyi gelmez talihe umut bağlamak. Kesin ve kaçınılmaz ölüm var bunların hepsinde, ama ben yaşıyorum yine de kıskandığım, hasret duyduğum, reddedildiğim halde ve emin olarak beni öldüren şüphelerden, ne görülmemiş bir mucize! En ufak bir umut bile yok asla ama unutuldukça artıyor yine de hevesim, sonsuza kadar umutsuz kalmaya yemin ediyorum, bu da benim şikâyet etme şeklim: umut aramadan işkence çekmek. Aynı anda hem umut edip hem korkabilir mi acaba insan, ne zaman başlamalı umut etmeye, belki en iyi zaman neden korktuğundan emin olduğun an. Gözlerimi kapasam ne olur, eğer göreceksem önümde duran zalim kıskançlığı ruhumun yaraları arasından? İyice anlayınca reddedildiğimi ve gerçek olduğunu şüphelerimin ve temiz aşk bir yalana dönüştüğünde, ah, bu ne acı bir dönüşümdür, kim teslim olmaz güvensizliğe? Ah kıskançlık, aşk saltanatının zalim zorbası, şu ellerimi kelepçeyle bağla! Ah reddediliş, bana bükülmüş bir ip ver. Fakat, vay halime! Hâtıralar ıstırabı boğuyor, acımasız bir zaferle. Ben ölüyorum, nihayet, ama hayalim inat edecek sevmeye karşılık beklemeden. Seven başarır ve özgürdür teslim eden ruh kendini aşkın malûm zorbalığına. Diyeceğim ki güzeldir ruhu da bedeni gibi bana hep düşman olan kadının ve ben unutturdum ona kendimi ve bize yaptığı kötülüklerle korur kendini âdil bir huzur içinde aşkın saltanatı. Bu düşüncelerle sıkacağım boynumdaki düğümü, bedenimi ve ruhumu rüzgâra teslim edeceğim, şan ve şeref peşinde değilim, onun beni mecbur ettiği vakit geldi, gideceğim. Sen ki, yaptığın onca haksızlıkla bitirmeye mecbur ediyorsun beni nefret ettiğim bu kötü hayatı, görüyorsun kötücül kanıtlar sunuyor sana kalbimin derin yarası, kendimi nasıl teslim ettiğime dair acımasızlığına.
2 notes · View notes
varlikatesi · 4 years
Text
Tumblr media
kendi alevinle yakmaya hazır olmalısın kendini, önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki /zerdüşt böyle diyordu*
peki bu sözleri söylemekte olduğu cesaret, bir düşünün, ümidin en büyük kötülük olduğunu söylemesi, tanrı öldü demesi, hakikat onsuz yaşayamayacağımız bir yanlıştır demesi, hakikatin düşmanı yalanlar değil inançlardır demesi, ölümün son iyiliği bir daha ölünemeyecek olmasıdır demesi, doktorların insanların kendi ölümlerini ellerinden almaya hakları olmadığını söylemesi, kötücül düşünceler! bu fikirlerin her birinde de nietzche'ye itiraz etmişti, ama bunlar sahte itirazlardı; kalbinin ta derinlerinde biliyordu ki nietzche haklıydı.
hastanın içinde hapsolan bilinç dışı bilinç, bilinç dışı bir parçası yani bütünlük, bilincin bütünlüğü*
"bu alıntıya ayrı bir paragraf açmak isterim, psikoloji tarihine yeni kapı açan sigmund freud'un bu görüsü şu anki yüzyıl psikolojisinde kullanılıyor olup birçok tedaviye öncülük etmektedir, peki biz bu görüyü sadece psikolojik bir takım sorunlarımız olduğunu tescillendiği zaman bilmek yerine genel hayatın her anında bizi etkileyen bir parçamız olduğunu kabul ederek bu görüyü zihnimizde oturtsak? bilinçaltının boyutunu ve gizemini çözmek insanı farklı boyutlara götürebilir, hatta bazı yaptıklarımızı bilinç dışı olarak nitelendirip sorgulamaktan kaçınma eşiğine gelinebilir, bu insanın kendi ruhunu basite indirmesidir, yaptığımı her hareket bizim bir parçamızdır, bilinçaltımızda yatar, lakin bazıları vücud organizmasının çalışmasında bağımsız olarak işlev gösterir, düşünceler rüyalar krizler, daha bilmediğim birçok anlar, ruh bir bütündür ve en derinlerde yatan hisler ve düşünceler zihnimizin kıvrımlarından çıkar"
dans eden bir yıldız doğurmak isteyen, önce kendi içinde büyük taşkınlıklar ve kaos yaşamak zorundadır✨
güven içinde yaşamaktır tehlikeli olan.
düşman çok güçlü; inancın alevi, ölüm korkusu unutulma ve anlamsızlık gibi bitmez tükenmez bir yakıtla besleniyor
"+ umut vaat eden o gecenin ardından ne kadar üzüldüğünü hatırlıyor musun?
-ama şu anda hiçbir şeyim yok.
+hiçbir şey her şey demektir. güçlenmek istiyorsan önce köklerini hiçliğin derinlerine gömmeli ve en yalnız yalnızlığınla yüz yüze gelmeyi öğrenmelisin.
-karım, ailem onları seviyorum. onları nasıl terk ettim? ilk istasyonda ineceğim.
+yalnızca kendinden kaçıyorsun. unutma ki her an tekrar tekrar yaşanacak bir andır. bir düşün, sonsuzlukta hep özgürlükten kaçıyor olmanın anlamını bir düşün.
-bana düşen bir ödev..
+tek ödevin kendin olmaktır. güçlü ol, yoksa büyümek için hep başkalarını kullanmak zorunda kalırsın.
-ama mathilde, ettiğim yeminler! ona karşı ödevim..
+ödev, ödev! küçük erdemlerle kendini yok ediyorsun. kötü olmayı öğren. eski yaşamının küllerinden yeni bir benlik kur.
... ebedi yineleme...
+varlığın ebedi kum saati sürekli baş aşağı çevriliyor, tekrar tekrar. bu düşüncenin sana sahip olmasına izin ver, o zaman ben de senin ebediyen değişeceğine söz veririm.
-bu fikirden hoşlanıyor musun yoksa nefret mi ediyorsun?
+bu fikirden hoşlanacağın bir yaşamı yaşa.
yaşamını tamamla/doğru zamanda öl /inançlarını değiştirme cesareti / bu yaşam, senin edebi yaşamındır. "
benim cümlelerim bu kitabı çok basitleştirecektir, her kuracağım cümleden korkuyorum açıkçası, zihnimin odalarına almak isterdim sizleri, bunun için güzel bir yol var tabi, okuyun kitabı, odalarda buluşacağızdır, tanırsınız beni eminim :)
1 note · View note
dramatik-buluntular · 6 years
Text
Vergilius'un Ölümü: Zamanı bileğimden çıkardım, sıkıyordu.
Öldükten sonraki hayatı öncesinden daha maceralı olan bir şair Vergilius. Çevirisi Ahmet Cemal tarafından 40 yılda tamamlanan Vergilius’un Ölümü şairin son on yedi saatini anlatıyor. Vergilius romanda hakikati şiir yoluyla ararken, Broch da kendi Vergilius’unu arıyor. Onu Dante’nin cehenneminden alıp Sefalet Sokağı’nda yeni bir yolculuğa çıkarır yazar. Ölüler âlemini iyi tanıyan Vergilius, yaşayanlara son bir bakış atar. Gördüklerinden hiç de memnun kalmaz. Bu yüzleşme onu kendi eserlerini sorgulamaya kadar götürecektir. Hermann Broch edebiyatın ne olduğu, şiirin neden yazıldığı, sanatın hakikatle bağını sorgulamak için birkaç nedenle Vergilius’u seçmiş olabilir. Her şeyden önce Vergilius yeniden kurgulanmaya uygun bir şairdir. Ayrıca ölmeden önce yarım kalmış son eseri Aeneis’i yakmak istemiştir. Dini inancı da yaşamı ve ölümü sorgulamasına yatkındır. Vergilius, Augustus’un himayesinde yaşamış, şiirlerini Roma’ya adamış, kısacası iktidara yakın bir şairdir. Broch onu yeniden var ederken anlatıcı diliyle Vergilius’un zihnini bütünleyerek, kendi düşüncelerini kurgunun içine gizler. Yazarın sesi bilinçakışının içinde neredeyse kaybolur. Yargılamaksızın felsefesini ortaya koyar. Asıl meseleyse şu soruda düğümlenir: “… hâlâ var mıydı sanat?”
Roman dört elementin adını alan bölümlerden oluşur. Çok tanrılı dinlerde ölüm altı duyunun ve dört elementin yok olmasıyla tasvir edilir. Renklerin sese battığı yerde kulak keskinleşir, göz uzakları görür, sezgi bilinenin ötesine geçer. Bilinç eridikçe çaresizlik büyür.
"Açgözlülük üzerine bir şarkı ithaf edilmeliydi bu insanlara! Ama neye yarardı ki bu? Çünkü aslında hiçbir şey gelmiyordu şairin elinden, hiçbir kötülüğün ortadan kaldırılmasına yardımcı olamıyordu; yalnızca dünyayı ihtişama boğup yücelttiğinde kulak veriliyordu ona, yoksa olduğu haliyle anlattığında değil."
Ve toprak suyu yok eder. Vergilius bitkin düşer, bedeni hafifçe sallanmaya başlar.Artık su ömürdür, su aynadır. Bir tahtırevanın üstünden gördükleri anlattıklarından çok uzaktadır. Rüzgâr tersine eser. Sezginin ötesindeki görme hali canını yakar. Çekilen acıların gürültüsünü duyar. Körlükse kötülüğe hizmet etmektedir. Yazdıklarını anlamayacak mıdır bu insanlar? Yazgı değişmeyecek midir? 
Vergilius iki anlamda da ölümle yüzleşmektedir. Kendi inancına göre yeniden doğuş vardır. Fakat yazdıkları ne ölecek ne de yeniden yazılacaktır. Şair, kibrini soyunurken vicdan sesini yükseltir. O, isminin altında çırılçıplak kalır. Hakikate/Nirvana’ya ulaşmayı isterken hem de. Şiir onun yoludur, hedefi şiirin ötesinde bekleyen hakikate varmaktır. Bir çocuk eşlik eder yolculuğuna, yoksa Dante midir o? Her ne kadar ismi Lysanias olsa da. Çocuk onun şairliğine övgüler düzmektedir, yüreğine su serpmektedir… Fakat artık hiç kimse inandıramaz Vergilius’u dünyevi yalanlara. Çünkü o bir şeyi atlamıştı, aşkı. Ancak aşk götürebilirdi onu hakikatin kollarına. Fakat o Orpheus gibi merakla dönüp baktığı ışık ve tanrıların uyarısıyla öldürmüştü aşkını. O sevgili kendisinin miydi, Aeneis’in mi? Bilmiyordu. Ölümün bilgisine erişmemişti hem? Ölümü bilmeden bilge olunamazdı. Aşkın ruh eşi ölümse eğer; aşk, ayırt etmekti.
“Aradığımız yitip gitmiştir, ve onu aramamız gerekir, çünkü o, bulunmazlığı içersinde bizimle yalnızca alay eder."
Ve su ateşi yok eder. Tutuşmaya başlar şiir ucundan ortasından. Bedenin ısısı çoğalınca ağzı dili kurur, seraba bırakır kendisini şair. Bedense yaşadığının tek işareti... Çünkü Vergilius, Broch’un kalemiyle zamanın ötesindedir, çıkarır zamanı bileğinden… Gördüklerinin bildikleri olduğunu zannettiği hayat kayıyordur ellerinden. Son şans, bilmek için. O ki Aeneis’i karanlığın, kötülüğün üstüne göndermişti. Şimdi neyin nesiydi bu şaşkınlık? Öyle bir uçurumdaydı ki, dilin uçurumuydu bu. Sözden ayrılan dilin. Hayal kuramıyor sadece hatırlıyordu, demek böyle oluyordu ölüme yaklaştıkça. Ve anladı adı şiir de olsa her yol hiçliğe çıkmaktaydı. Emin değilse de hissettiği, boşunalık duygusuna teslim etmişti bir kez kendisini. Broch’un Vergilius’u duygu evreninde bir uçtan diğer uca savruluyordu. O ki ilk korkunun kapısından geçip bilinmezin ön avlusuna çıkmadı mı?  Peki ya güzellik, zulümden başka neydi? Gülmek, uykudan ve susmaktan fenaydı onun için. İnsanlar sanatla büyülenmekten yanaysa gerçeği görmek istemiyordu. Acaba şair olmak yerine doktor mu olsaydı? Sanatıyla nehirlerin akışını değiştiremediğine göre…  Hem simgeler amaca yaklaştırır mı insanı? İşte böyle bozar yeminlerini Vergilius. Kendini yalnızlığa teslim eder. İçten içe yanmaktadır.  İnkâr etmektedir yaşamını. Öyleyse o artık aşkı çağırmalı, yalnız aşkın ateşini hissetmeli. Plotia’nın hayaline bırakmalı kendisini. Plotia, kaderi Dido’yla, Eurydyke’le aynı olan kadın. Zaten Vergilius hiç yaşamı yazmamıştı ki. Belki yerin kat kat altına inmişti, ölülerle konuşmuştu. Hayatı kanlı canlı yazamadığı gibi ölümün bilgisinden de yoksundu şimdi. Hey gidi cahil şair, hey gidi şairine kişi… şimdi seni yakan bu ateş tutuştursun Aeneis’i. Sana iyi gelecek olan tek şey sevgi…
“Çünkü sevgi nefesle başlardı, ve nefes ile birlikte ölümsüzlüğe yükselirdi.”
Ve ateş yeniden toprağı çağırır… Şimdi kalkıp deniz kıyısına varmalı. Aeneis’in küllerini savurmalı… Flaccus, Lucius, Augustus izin vermez Vergilius’a. Eser çıkmıştır bir kez onun ellerinden, yarım da olsa… Tamamla onu Vergilius, tamamla. Augustus’un istediği gibi… Ziyaretçilerle arasında geçen konuşmalar tüm zamanları aşıp oturur romana… Broch yine hatırlatır kendini. Su ve ateş gerçekliğine kavuşur. Toprak her ne kadar sırayı bozsa da, şaire şairaneliği hatırlatır. Yok, ikna olmaz Vergilius. Bu defa tarım diye tutturur. Sonra da aşk şiirlerine övgüler dizmeye başlar. Yaşamadığı ne varsa sarılır. Hermann Broch, Augustus ile Vergilius'u devlet tartışmasına sokar: "Devlet ve zihin; tek ve aynı şey." Devlet gülünç ve geçicidir Vergilius için. Çünkü o yalnızca Plotia’yı dinlemektedir, aşk sözleri fısıldanırken kulağına. Augustus ona bilgeliğini anımsatsa da boşunadır. O, adsız kalmayı koymuştur aklına, istediği kesinlikle budur.  Peki, o zaman kim bilecek Roma’yı? O kurulan şehri, inşa edilen duvarları. Aeneis’in çetin yolculuğunu? Epik’i kim bilecek? Hakikate duyulan meraktan çıkılır yola tamam, peki, bu çıkmaz sokak neden hep dikiliyor karşısına. Zaman nedir? Bunca şey değişmezken üstelik. Nedendir halkların bu zafer tutkusu, neden alkışlarlar önlerinden geçeni. Sıla var mıdır? Yurt var mıdır? Ya dönüş? Tanrılar bunca umursamazken, yeryüzünde sürüp giden iktidar onların sureti değilse nedir? İnsanlar mı güldürür tanrıları? Bağlı olduğu şeyden bir anda tiksinti duyar, bu ziyaret yıkar Vergilius’u, eritir. Sert bir hesaplaşmadır yaşadığı, belki de hepimiz adına. İyileşmek der arkadaşları buna, Plotia da. Şimdi aşkla bir olmanın zamanıdır.
Ve ateş havayı yok eder… Bedenin ısısı düşer. Nefes kesilir. Gönül devreye girer. Şuur gönle batar. Tüm ihtiraslar, yeryüzüne ait ne kadar kötücül his, düşünce varsa geride kalır. Beklenen ışık görünür. Dante el sallar Vergilius’a. Bir şair geçidi başlar. Ölüm demek yıldız demektir artık. Küçümsediği ne varsa büyür ışığın etkisiyle. Güzelliğe, hakikate kavuşur Vergilius. Gülümser, tadını çıkarır gülmenin. Aeneis yeryüzünde bir yerdedir artık. Oysa, aynanın yüzeyinden geçmiştir çoktan. İlkin söz vardı evet, ama o son sözü söyler. Gönül de batar sonsuzluğa.
Ve böylece Hermann Broch, Vergilius’u sevda yüzünden yeryüzünden göçenler kervanına taşır. Dante’yi Beatrice’e götüren Vergilius’a karşı onu kendi bedenine sarar ve bir yazar olarak şaire karşı son görevini yerine getirir.
"Tek bir yasa vardır, yüreğin yasası!"
(Kaynak:http://arzueylem.blogspot.com.tr/2016/01/vergiliusun-olumu-zaman-bilegimden.html)
6 notes · View notes
seslimeram · 3 years
Text
Hayat Çürürken
Tumblr media
Bütünüyle simsiyah bir menzil temsili karşımıza çıkıyor. Hakkın da hukukun da, norm ve kıstasların da tamamen yerle yeksan edildiği bir karanlık günceyi boğuyor. Bütünüyle bir hayat iminin var edilmesi imkansız kılınmak isteniyor. Hayatın ederinin de kapsamının da konuşulması imkansız kılınıyor. Cerahat günü boğarken, muktedir ve avenesi olanların ol tekrar, bozuk plak gibi yineleye geldikleri eylemlerle, hakkın üstü çiziliyor. Hukuk sizlere ömür kılınıyor. Norm anormalden, kıstas kısas ile biçimlendiriliyor. Demokratik ülke hali ve isteminin kökten delik deşik edilmesi yolunda yürünen tek istikamet kılıyor. Simsiyah, kapkaranlık kılınıyor her gün, her yer, her dönemeç. Bir ülke fikriyatının, yaşatan bir saha ya da vatan imgesinin çürütülmesi o el birliğiyle güncellenen dönemeçlerdeki yıkımlarla birlikte şekillendiriliyor. Simsiyah bir ülkeye uyanıyor bir ülke hemen her sabah, hemen her şekilde arasız ve fasılasız.
Baş amir ve baş faşistin birlikte var ettikleri devlet denilenin yenisinin gölgesinin düştüğü bir karanlıktan ibaret olarak yaşama aksettiriliyor. Cürümler cürümleri takip ede dururken o ezberlerden var edilmiş düşman metaforu, kesintisiz kılınan hedef almalar, hiç aralıksız bir biçimde sunulan seçeneksizlik ile birlikte yaşam tepetakla ediliyor. Tek adam rejimi o her yıkımı kendi bekası için bir fırsat olarak görmesinin ceremesi bu ülkedeki simsiyahın kesintisizliğine dönüşüyor. Yolun yordamın hepten yıkıma, her an çürümeye çıkartıldığı bir yerin gerçekliğinde vatan imgesi daha ismen anılmadan tuzla buz ediliyor. Kesintisiz, essiz, belirgin bir biçimde enkaz ve tüm o karanlık bir normal diye addediliyor. Nutuklar, söylenişler verilen demeçler ve fazlasında iktidar ve yancı faşist çetenin elinde bir sahne dipsiz bir cehennemin ta kendisine dönüştürülüyor. Her an yeniden güncellenen yıkımın, her ana zerk edilen nefretin, her gün yeniden diriltilen ayrımcılığın artık habis bir karanlık dışında hiçbir şeyi var etmediği afakidir. Şu yaşadığımız günlerin belki de doğrudan bariz bir özetidir.
Evrensel Gazetesinden aktaralım: “Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, İzmir’in Güzelbahçe ilçesinde 3 Suriyeli işçinin, bir saldırgan tarafından gece uyku halindeyken yakılarak katledildiğini iddia etti.
16 Kasım’da yaşandığı belirtilen olayda, saldırganla Suriyeli gençler arasında herhangi husumet bulunmadığı, olayın ırkçı bir saldırı olduğu ifade edildi.
Gözlemevi olayla ilgili araştırmasının sonucunu henüz yayınlamazken, hayatını kaybeden 3 gencin fotoğrafları ve kimlik bilgileri sosyal medyada paylaşıldı.
Suriyeli gençlerin 23 yaşındaki Mamoun al-Nabhan, 21 yaşındaki Ahmed Al-Ali ve 17 yaşındaki Muhammed el-Bish olduğu öğrenildi.
İHD İzmir Şubesi de sanal medya hesaplarından konuyla ilgili şu açıklamayı yaptı: "16 Kasım'da İzmir Güzelbahçe'de 3 Suriyeli mülteci gencin benzinle yakılarak hayatını kaybettiği duyumunu aldık. Mülteci dernekleri ve hak örgütleriyle beraber yaptığımız ilk araştırmalarda şunlar tespit edildi: Olay 16 Kasım'da gerçekleşmiş. Bir şahsın 3 Suriyeli mülteciyi önce benzinle yakmış ardından aynı şahıs iki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını bıçaklayarak öldürmüş. Aileler karakola çağrılmış ve susmaları için uyarılmışlar. İnsan Hakları Derneği olarak sürecin takipçisi olacağız."
Öte yandan Mezopotamya Ajansı'nın görüştüğü İzmir Barosu Mülteci Komisyonu ile mülteci dernekleri de konuyla ilgili duyum aldıklarını ancak, araştırmaların devam ettiğini ve netleşmesi halinde açıklamalarda bulunacaklarını belirtti.
Konuya dair Özgürlük için Hukukçular Derneği’ne (ÖHD) başvuruda bulunan Taha Elgazi, 3 Suriye’li gencin de işçi olduğunu aktardı. Gençlerin bulunduğu yeri Kemal adında bir kişinin ateşe verdiğini belirten Elgazi, iki gencin 15 saat içinde bir gencin ise bir hafta sonra yaşamını yitirdiğini aktardı.
Olayın ardından polisin geldiğini ve olayın bulunduğu yere yakın bir yerde yaşayan bir yurttaşın ifadesinin alındığını aktaran Elgazi, bu kişinin, “Kemal iki gün öncesinde gelip ‘bunları yakacağım’ dedi” şeklinde ifade verdiğini paylaştı. Elgazi, soyadı öğrenilemeyen Kemal adlı kişinin daha sonra tutuklandığını söyledi.”
Bütünüyle simsiyah bir menzil karşımıza çıkıyor. Bir asırdır süre giden nefret, ötekilerin, öyle bildirilenlerin bu sahadaki yaşam haklarına saldırılar kesintisiz kılınıyor. Soykırımın üstüne temellendirilmiş olan sahanın hazin gerçekliği bir kere daha gün yüzü buluyor. Bir koca asırdır nefret ekenin, Ermeni’den, Süryani’ye, Rum’dan, Pontos’a, Yahudi’den öteki olarak gayrimüslim dışından kulvara eklediği Alevi inancı, Kürd kimliği gibi zamana ait, zamana yayılmış bir yok edicilik kabusu yeniden hortlatılır. Ankara’nın ortasında pogrom var edilmişken, İstanbul’un Esenyurt’unda mülteciler hedef kılınırken, Bolu’da muhalefet partisinden bir zırzop efendinin çıkarta geldiği ucubelik dolu ayrımcılık ve nicesiyle daim bir önyargı refakatinde bu cürümler sarmalına bir ek daha var edilir. Bir cinayetler, daimi bir katliamlar silsilesine rehin edilmiş ülkede buna son ek Suriyeli üç insanın canının aleni çalınmasıdır.
Eda Aktaş’ın Evrensel Gazetesi’ndeki haberinden aktaralım: “İzmir’in Güzelbahçe ilçesinde 16 Kasım günü Suriyeli inşaat işçileri 23 yaşındaki Mamoun al-Nabhan, 21 yaşındaki Ahmed Al-Ali ve 17 yaşındaki Muhammed el-Bish’i katleden saldırganın ifadesine ulaşıldı. Saldırgan ifadesinde katliamı tasarlayarak ve milliyetçi saiklerle gerçekleştirdiğini itiraf etti.
İzmir Barosu Göç ve İltica Komisyonunda bulunan avukatlar, savcılık dosyasından saldırganın ifadesine ulaştı. 1981 doğumlu saldırgan ifadesinde, 2000'lerde askerlik yaptığı dönemlerde kendisinin bir komutan tarafından çağırdığını ve JİTEM’e davet edildiğini söyledi.
Bir süre JİTEM’in gizli operasyonlarında yer aldığını iddia eden saldırgan, ifadesini şöyle sürdürdü: “Ama şimdi açıklayamam devlet sırrıdır. Ondan sonra ben İzmir'e memleketime döndüm ve çeşitli işlerde çalıştım. Seferihisar’da bir evim var. Arabanın camında bir gün not buldum. Bu notta ‘göreve başla’ yazıyordu. Bir zaman sonra bir not daha buldum, ‘Göreve devam et’ yazıyordu. Üçüncü notta ‘temizliğe başla’ yazıyordu. Temizliğe başla lafını Türkiye’yi Suriyelilerden temizle olarak anladım. Birlik Beton’a gittim. Eski arkadaşlarıma bana iş ve yer vermelerini istedim. ‘Tamam’ dedi."
İfadesinin devamında bir süre Suriyeli işçilerle odada birlikte kaldığını ve havasız kaldığı bahanesiyle odadan çıktığını anlatan saldırgan, “Hiç konuşmadık onlarla. Çok havasızdı. Çıktım dışarı hava aldım. Sonra hastaneye gittim bana iğne yaptılar. Sonra geri döndüm arabamın bagajında 5 litre su bidonunun içinde benzin vardı. Bidonu bir çuvala koydum. Yakınlarda bir cami var, camiye gittim ceketimi çıkardım beni tanımasınlar diye. Benzin bidonunu çuvala koydum. Bu kişilerin kaldığı odaya geldim. Odanın kapısını altına bez koydum, benzini döküp yaktım. Daha sonra camiye geri gittim, ceketimi aldım, eşyaları çuvala koydum, yoluma devam ettim” dedi.
Yangından sonra olay yerine geri gittiğini de ifadesinde belirten saldırgan, “Sonra tekrar işyerine döndüm. Yangını gördüğüm için geldiğimi söyleyerek oradakilerle konuştum” dedi.
İfade sonrası savcılığın saldırganın akıl sağlığının sorgulanması için hastaneden rapor istediği de belirtildi.”
T24’ten de iliştirelim: “İnsan Hakları Derneği (İHD) İzmir Şubesi, Güzelbahçe ilçesinde 16 Kasım tarihinde 3 Suriyeli işçinin yakılarak katledilmesiyle ilgili bölgede yaptığı incelemelerin sonucunda şube binasında açıklama yaptı.
İki gün önce, 20 Aralık 2021 tarihinde Sığınmacı Hakları Platformu’nun İnsan Hakları Derneği’ne ulaşması ile birlikte İzmir’in Güzelbahçe ilçesinde işçilik yapan 3 Suriyeli mülteci; Ahmed El Ali, Memun En Nebhan ve Muhammed El Hüseyin El Abdo El Biş’in 16 Kasım 2021 tarihinde yaşamlarını yitirdiklerini öğrendik.
“Bu haber üzerine derhal inceleme ve araştırmalara başladık. Araştırmalarımız gereğince yaşamını yitiren mültecilerin aileleriyle iletişime geçtik. Edinebildiğimiz ilk bilgiler; 3 Suriyeli mülteci gencin benzinle yakılarak hayatını kaybettiğiydi. Ailelerle ve Sığınmacı Hakları Platformu ile bir araya gelerek olayın yaşandığı yeri inceledik. İşçilerin çalıştığı yer sahibi ve avukatlarıyla görüşme sağladık.
Görüşmelerimizden olayın 16 Kasım 2021 günü sabah dört sıralarında mültecilerin kaldığı odaya benzin dökülerek ateşe verildiği, olayı gören diğer çalışanların hemen hızla oraya koştuğu, üç mültecinin kendilerini dışarıya atmaya çalışarak yardım istediklerini gördükleri, hemen iş yeri sahibine haber verdikleri, iş yeri sahibinin 4 buçuk sıralarında olay yerinde olduğu, hemen ambulans, polis ekipleri ve itfaiyeye haber verdikleri, aynı saatlerde devriye polislerinin de yangını görerek olay yerine geldikleri, üç kişinin Bozyaka Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Yeşilbahçe Devlet Hastanesi ve 9 Eylül Hastanesine kaldırıldıkları, yoğun bakıma alındıkları, Ahmed ve Muhammed’in olay gününden iki gün sonra sabaha karşı ikişer saat arayla yaşamını yitirdikleri, Memun’un ise olay gününden bir hafta sonra yaşamını yitirdiği, yaşamını yitirenlerden ikisinin İzmir’de cenazelerinin defnedildiği, bir kişinin ise ailesinin talebi üzerine Suriye’ye defnedilmesi için gönderildiği bilgilerine ulaştık.
“Olayın detaylarına ilişkin öğrenebildiklerimiz de; 16 Kasım 2021 günü saat sabah 4 civarında K.K. (40) isimli katil, mültecilerin kaldığı odayı benzin dökerek yakmıştır. Olay günü; olay yeri inceleme, Güzelbahçe Emniyeti ve itfaiye ekiplerinin olay yerinde incelemeler gerçekleştirdiği, itfaiye ekiplerinin gerçekleştirdiği incelemelere göre ilk raporlarında mültecilerin kaldığı odada bulunan elektrikli sobadan kaynaklı yangının çıktığı belirtilmiştir.
Ancak K.K., olayı gerçekleştirmeden önce akşam 8-9 civarı Urla’da çalışan bir işçi arkadaşına ‘orası yanacak, o Suriyeliler bugün ölecek’ şeklinde konuştuğu, daha sonra iş yeri çalışanlarının bu duyumu öğrenmeleri üzerine iş yeri sahibi ve avukatlarına bilgi verdiği ve daha sonra bu duyumun emniyete iletildiği ve emniyet tarafından kişinin tespit edilerek teknik takibe alındığı belirtilmiştir.
26 Kasım 2021 günü aynı kişinin (Güzelbahçe’de bulunan) iddia bayisi sahibi bir kişiyi takip ederek evinin önünde kişiyi ve eşini bıçaklaması üzerine olay yerinden kaçarken yakalandığı ve o gün verdiği ifadesinde Güzelbahçe’de yaşamını yitiren Suriyeli mültecileri kendisinin bir bidon benzin dökerek yaktığını söylemiştir. Katil bu ifadesinin üzerine tutuklanmış ve hapishaneye sevk edilmiştir.
“Dosyayı inceleyebildiğimiz kadarıyla olayın tasarlanarak ırkçı saikle işlendiği ortadadır. Ancak bu durum kamuoyunda kişinin akli dengesinin bozuk olduğu, Suriyeli mültecilere yönelik ırkçı saikle cinayet işlemediği gibi bir algı yaratılmaya çalışılmaktadır. Bu durum ırkçı saikle işlenen cinayetin örtbas edilmesine yöneliktir.
Dosyadaki kısıtlama nedeniyle şimdilik bu kadar bilgi verebilmekteyiz. Ancak soruşturma ve kovuşturma sürecini takip edeceğimizi ve ilerleyen aşamalarda bilgilendirmeye devam edeceğimizi ifade ediyoruz.
Geçmişten bugüne Türkiye’de nefret söylemleri, ırkçı saldırılar ve cinayetler her geçen gün katlanarak artmaktadır. Mülteciler ile ilgili sorunların başında ülkedeki yasalar ve yasaların uygulanışı gelmektedir. Türk Ceza Kanunu ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde bu durum her ne kadar düzenleme altına alınmış olsa da pratikte hiçbir karşılığı olmamakta, adli olaylar olarak dosyalara konu edilmektedir.
Mülteci, sığınmacı, göçmenlere dönük ırkçı ve ayrımcı söylemlerin sürekli gündemde tutulduğu ve bu söylemler için etkin soruşturmaların açılmadığı bilinmektedir. Siyasi iktidar tarafından mülteci, sığınmacı ve göçmenleri araçsallaştıran söylem ve politikalar muhalefet tarafından mültecileri, sığınmacılar ve göçmenleri yük olarak gösteren politik söylem konusu haline getirilmesinde iktidar ve muhalefetin sorumluluğu olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’deki yoksulluğun, işsizliğin sorumlusu olarak mülteciler, sığınmacılar ve göçmenlerin gösterilmesi onları nefret söylemine maruz bırakarak ırkçı saldırılara açık hale getirmektedir. Mülteci düşmanlığının gittikçe yayılmasının sonucu olarak 16 Kasım’da Güzelbahçe’de yaşanan bu saldırının benzerlerinin devamının geleceği endişesini yaşamaktayız.
Mülteci/sığınmacı ve göçmenler savaşlardan, yoksulluktan, yaşamlarını tehdit eden tehlikelerden kaçmak, yalnızca yaşama tutunmak amacıyla bulunduğu yeri terk etmek zorunda kalan insanlardır. Mültecilik bir neden değil acı bir sonuçtur. Terk etmek zorunda kaldıkları yerlerde yaşadıkları travmanın dışında da geldikleri yerlerde yaşamış oldukları her türlü zulüm kendini sürekli tekrar eden bir travmaya dönüşmekte; emekleri sömürülmekte, kötü yaşam koşullarının olduğu yerlerde yaşanmaya zorlanmakta, hakları ihlal edilmekte, şiddet görmekte ve yaşamlarını kaybetmektedirler.
Siyasetçilerin araçsallaştırıcı, ırkçı ve ayrımcı söylemleri terk ederek öncelikle mülteci/sığınmacı ve göçmenlerin yaşam güvenliğini sağlamak ve devamında insani yaşam koşullarını düzenlemek, insani bir göç ve mülteci politikasını geliştirmek gibi zorunlulukları vardır.
Siyasetçiler hitap etmiş oldukları kitlelere karşı, mülteci/sığınmacı ve göçmenleri sorunların kaynağı olarak gösteren, provoke edici ve linçe açık hale getiren söylemleri derhal terk etmelidir. İnsan hakları savunucuları olarak Güzelbahçe’de yaşanan saldırı ile ilgili adli ve idari yönden etkin bir soruşturma süreci yürütmeye davet ediyoruz. İnsan Hakları Derneği olarak da sürecin takipçisi ve müdahili olduğumuzu, dosyanın takipçisi olduğumuzu buradan kamuoyu ile paylaşıyoruz.”
Bütünüyle simsiyah bir güncellik ortaya seriliyor. Her şeyiyle karanlığa gömülmüş, bariz ve belirgin bir biçimde çıkışsız bir sahne hali hazırda var ediliyor. İçten içe nakşedilmiş o nefret söyleminin binbir türlü suretiyle karşılanmış bir menzilde, bir kere daha can almayı, yakarak var eden, bundan gurur(!) duyanbir güruh ortaya çıkıyor. Bir asır ve onca yaradan sonra, hala şerh düşüp onlar da bu topraklara gelmeseydi diye cümleler kuran vekil bozuntuları var olabiliyor. Şu sahnenin suna geldiği yegane şey bir kepazelikten ötesi olamazken, muhtaçlar, evsiz ve barksız konulanlar, haymatloslar, kafa kağıtsızlar vesaire olarak anılan insanların hayat haklarına gölgeler düşürülüyor, ne eksik ne fazla. Can çalmaların sofrasında hayatın ne ederi, ne anlamı, ne kapsamı ne de derinliği geriye konulur / bırakılır oysa. Birilerinin tapulu bostanı olduğu için değil hemen her kimlikten insanın birlikte var ettiği hayat imgesiyle anılan / bilinen bir yerde her şeyin çürümeye çıkması dert değil midir? Katliamcılığın alenen savunulabildiği yerde hayat her neye tekabül eder, sorguluyor musunuz? Bunlar da mı ağır gelmiyor, bu da mı milli ve yerli diye kodlanmış, kimisi kafatası ölçen, kimisi din imanla kıyasa girişen, kimisi en hakiki Türkün kim olacağına kafa yorarken ortaya çıkan dehşet tablo bir şey anlatmıyor mu, emin misiniz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Deysem SİTİ – Mülteci Medyası – Evrensel
0 notes
cemtiryaki1 · 3 years
Text
Yanlış bir hayat, sadece o doğru yaşanabilir. 
1.Yaygınlaştığı ve derinleştiği ölçüde bizleri hiçleştiren , üzerimizde gittikçe daha otoriter hale gelmeye başlayan geç kapitalizmin bizi içinde yaşamaya mecbur tuttuğu hayatlar , bu bunaltıcı kuşatılmışlık halidir Adorno’nun “ yanlış hayat” ı Hem Adorno hem de Frankfurt okulu bütün düşünsel yığınaklarını tam bu noktaya kurdular. Geç kapitalizmin ya da gelişmiş endüstri toplumunun faşizmlere kadar varan otoriterleşmesinin , "birey"in bütün etkinlikleri üzerinde kurduğu denetim mekanizmalarına , aklına , eylemine ve güdülerine bile nüfuz edebilmesine ...Burada ,özellikle -toplum değil de birey yazdığımı belirtmeliyim . Frankfurt okulunun metinlerinde toplum topyekün olarak birey açısından negatif sonuçlar yaratan bir şeydir. Yine burada özellikle belirtmem gereken birşey daha var , Frankfurt okulu literatüründe nasıl sorusu sorulmaz . Bütün metin ağır bir tasvir formatındadır. Okumalarınız daha çok tıpkı Nietsche metinlerinde ki gibi bir edebiyat tadı bırakır. Eğer o metinleri okursanız İnsanın bir imkanı kalmadığını derinden hissedersiniz ; yoğun bir kötümserlik duygusuna bir güven ve inanç yıkımı eşlik eder. Harekete geçmeniz için bir gerekçe bulamazsınız ,çünkü aklınız , eyleminiz hatta güdüleriniz düzenin zaten esiridir. En radikal eyleminizin bile yazgısı Otoriteyi güçlendirmeye mahkumdur.Doğru yaşayamazsınız , düşünemezsiniz , yıkamaz ve kuramazsınız. Ancak eleştirebilirsiniz. “Şimdi” yanlış hayat tarafından mutlak olarak kuşatılmıştır. Burada ve şimdi deneyimlediğimiz yanlış hayattır. Peki eleştirel düşünce kendi referanslarını nerede bulur ? Geçmişte! (Nietsche’de de öyleydi.)Eleştirel düşüncenin imlediği doğru hayat bir zamanlar yaşanmış olandır.Eleştiri şimdiye yüklenirken otoritenin henüz bu kadar güçlü olmadığı , aklın henüz “özgür” olabildiği , güdülerin hala belirli bir serbestlikle yaşanabildiği  “eski güzel zamanlara” yaslanır.Anımsama ,Eleştirinin elinde tuttuğu tek silahtir. Anımsayan insan yine de kuramaz, yıkamaz , düşünemez ama hiç olmazsa birey olarak kendisini ve toplumunu bir yere kadar koruyabilir.Anımsadıklarıyla kendisine nüfuz edilmesinin önüne küçük barikatlar kurabilir. Devasa endüstriyel makinanın karşısında aklını ,güdülerini, eylemini kaybeden insanın hafızasından başka kendini koruyacak hiçbir şeyi kalmamıştır. “Şimdi” ancak Geçmişle karşısında durulabilen bir şeydir. İnsan ? O en fazla bu mahvedici uyumun atonal sesi, negatifi, sokakların seyredeni , eski eşya koleksiyoncusu vb...olabilir.2. Aydınlanma filozofları İnsanı yükselttiler . Hegel Tini doğaya (olgusallığa) çekerek spekülatif felsefenin bütün kibrini elinden almış, onu yüreğinden kanayan canlı bir şeye dönüştürmüştü. Artık kendi varlığının imkanlarını merak eden ve bunun için İnsan varlığının da bütün formlarının içinden geçmek zorunda olan Tin di. Hegel ,felsefesinde ,ilişkiyi başaşağı çevirerek ölümcül darbeyi vurmuş , İnsanı Tinin ayakları altından alıp ikinci bir Özne olarak yükseltmişti; Kendisini gerçekleştirmek ve anlamlandırabilmek için Tini kavramaya muhtaç olan İnsan yerini olgusal bir Tin olarak da genişleyebilmek için İnsan a muhtaç olan Tin e bırakmıştı.Bu spekülatif felsefenin başaşağıya çevrilmesiydi.Marx felsefeyi bir kez daha başaşağıya çevirdi ama Tin konusunda değil, tanrısal nitelik kazanmış bu insan konusunda...Tıpkı Hegel in Tin e yaptığını Marx İnsan a yaptı. Tıpkı olgusallığın dünyasına alınan Tin gibi ,İnsan bütün çatışmaların , uzlaşmazlıkların , hareketin içine alındı ve tarihselleştirildi.Artık Tin gibi, İnsanın da özü yoktu.3.Frankfurt Okulu çelişkinin bir tarafını geçmişe diğer tarafını şimdiye bükerek , onun zamansal biraradalığını , varlıkla içiçeliğini kırdı. “Şimdi” insanın imkansızlığı ama Tin in mutlak kötücül gerçekleşmesi olarak sabitlendi. Olgusallıkta olumsal olan hiçbirşeyin olmadığını , öyle gibi görünenin her zaman Tin in kötücüllüğü tarafından içerileceğini söyledi : Doğruluk sadece yanlışın hizmetindedir. Ya da “yanlış bir hayat doğru yaşanamaz”Böylece Hegel’in yeryüzüne çekip hareketin belirsizliğine terk ettiği Tin i yeniden hareketin asıl özü konumuna yükseltmiş oldu. Bu haliyle tarih açısından herne kadar sonra gelmiş olsa da Frankfurt okulunu felsefe tarihi içinde Hegel ve Marx tan önceye yazmak gerekirdi. Bir spekülatif felsefenin yeniden doğuşu olarak , ona karşı felsefe içinden Hegel ve Marx ın söylediklerinden başka bir şey söyleyemeyiz. 4.Bütün Aydınlanma filozofları sarayların yıkıldığı kendi çağlarıyla barışık  umutlu ve iyimser insanlardı. Marx kendi çağıyla hem barışık hem de kavgalıdır O da umutlu ve iyimserdi. Biz yeniden sarayların kurulduğu , kollektif eylemin yerlerde süründüğü bir dönemin içindeyiz . Umutsuzluk ve karamsarlık için sonsuz gerekçeler var. Umut ve iyimserlik için çok ince detaylara bakıyor olabilmemiz dahası onları görünmezlikleri içinde yine de görebiliyor olmamız gerekir.Görünen d��nya budur ama görünen ve öz birbiriyle çelişmeseydi bilim olmazdı. İnsanın imkanı bugün bize imkansizmiş gibi görünüyor . Sanırım Che tam bu yayılan ruh haline karşı “Gerçekçi ol! İmkansızı iste!” demişti. Umut ve iyimserliğin emeği başlı başına bir imkandır . Bu yüzden ,Yanlış bir hayat, sadece o doğru yaşanabilir.
0 notes
queenofownice · 7 years
Text
Gerçek Cadılık Nedir ?
Cadı, içinden gelen bir güçle doğrudan doğruya hareket ederken, büyücü kural olarak sipariş üzerine iş görür ve kendiliğinden gizli güçlerini harekete geçirmesi ancak kendi doğrudan amaçları için olabilir. Ne olursa olsun büyünün bilinebilen, görülebilen amaçları vardır. Cadılığın ise böyle diğer insanlara da makul gelebilecek bir amacı olmaz. O sadece dürtüsel olarak kötülük yapmak isteğindedir ve amacı sadece kötülük isteğini doyurmaktır. Büyücü müşterisini kendi büyüsünün olası zararlarından korur, onu gerektiği şekilde uyarır, yani bir çeşit meslek etiği uygular. Ama buna karşılık cadı, belli bir süre işbirliği yaptığı kişiye de kötülük eder. Ancak gene de Ortaçağ Avrupasında olduğu gibi kimi kültürlerde Ak-cadılık da sözkonusu olabilir. Bunlar da temelinde kötü olan ve günah sayılan bir işlemi, bir kişinin belli bir andaki çıkarı için kullanmayı kabul edenlerdir. Örneğin kilise için günah ve yasak olan çocuk düşürme işlemini cadı, gayrımeşru gebe kalan genç kadınları kurtarmak için de uygulayabilir. Fakat bunda asıl kazancı, büyüleri ve cadılık işlemleri için gereksindiği cenin cesedini elde etmektir. Zehirlerini, isteyen bir müşterisinin hedefi doğrultusunda da kullanabilir. Onun bir düşmanını zehirleyebilir, fakat asıl kazancı öldürme zevkinin doyumudur. Cadılık da tarih kadar eskidir ve eğer mağara resimlerinin belli bir bakış açısından yorumuna bakılırsa tarih öncesinde bile olmuştur. Ancak cadı fenomeni, büyünün aksine bütün kültürlerde bulunmaz. Örneğin Kalahari Çölünde yaşayan Bushmanlar ve Andaman Adaları yerlilerinde cadı inancı hiç yoktur. Java yerlileri büyüye inanırlar fakat teknik olarak cadılığı kabul etmezler. Araplar ve Müslüman toplumların çoğunda kemgöz inancı olmasına rağmen, hatta hortlak inançları bulunmasına rağmen klasik bağlamda cadı inancı yoktur. Türk toplumunda ise Büyü sözcüğü eski Türkçe’de bir çeşit gelecekten ve tanrıların isteklerinden haberler veren şaman türü olan Bökü, Bögü sözcüğünden geldiği halde cadı sözcüğü Farsça Câdû kelimesinden doğrudan doğruya alınmıştır. O halde kültür olarak cadıyı yaratmamış, komşu kültürlerden almıştır. Ama gene de bugünkü Türk halkı için cadı sözcüğünün belli bir anlamı vardır. Dolayısıyla kültürümüze yerleşmiş bir kavram sayılmalıdır. Cadı tipi uygarlık bakımından fazla gelişmemiş ve teknolojik olarak geri konumdaki küçük toplumlarda oldukça önemli bir işlev görür. Böyle topluluklarda ilişkiler kişiden kişiye ve doğrudandır. Kurulan ilişkiler uzun sürelidir ve kolay kolay bozulmaz. Böyle durumlarda bir cadı, bir kem göz inancı ilişkiler içindeki olumsuzlukları, beklenmedik çatışma ve sürtüşmeleri açıklamak için bir çaredir. Örneğin birdenbire kocasını bırakarak başka bir erkeğe kaçan ya da başkasıyla ilişki kuran bir kadına büyü yapıldığının kabulü ailenin iç yapısının saydamlaşmasını engeller. Bu büyüyü bir cadının yapmış olması ise olayı “Faili Meçhul” hale getirir. Böylece küçük kabile ya da köyde kimse suçlanmamış olur. Cadı, inançların çoğunda kadındır. Ama genel olarak bakıldığında bu cins ayrımının pek tutulmadığı, erkeklerin de oldukça sık olarak cadılıkla suçlandığı görülmektedir. Avrupa kültüründe cadı yaşlı, zayıf bir kadındır. Fakat oldukça genç ve etli butlu kadınların da cadı olarak yakıldığı biliniyor. Birçok siyah Afrika kültüründe ise cadı, yediği insan eti nedeniyle şişman birisi olarak düşünülür. Cadılık, büyüler ve lanetlenmeyi kapsayan inanç sistemlerinin belki en önemli özelliği, bunların kapsadığı unsurlar arasında kurulan süreklilik ve dengedir. Sir Edward Evan Evan-Pritchard’ın 1937’de yayınlanan yapıtı “Azande Arasında Cadılık, Kehanet ve Büyü”de verdiği ana mesaj şudur; Zande halkı başlarına gelen herşeyi büyü ve cadılıkla açıklamaktadırlar. Bu inanç onlara herşeyi açıklayan bir sistem sağlamaktadır. Böyle bir nedensellik sistemi onları güvensizlik ve şaşkınlıklardan korumakta, toplumdaki gerilimleri yönlendirmek olanağı sağlamaktadır. Örneğin birisi hastalandığında bu mutlaka büyü sonucudur ve bu büyü daha güçlü büyülerle ortadan kaldırılmalıdır. Bu daha güçlü büyü işe yararsa hasta iyileşir. (Aslında hastalıkların büyük çoğunluğu zaten kısa zamanda iyileşir ya da akut tablodan çıkarlar). Eğer beklenen iyileşme olmazsa o zaman bu, karşı büyünün yetersizliği, uygunsuzluğu ya da araya düşmanca büyüler girmiş olmasındandır. Polonya asıllı bir İngiliz antropoloğu olan Michael Polanyi, cadılık gücüyle ilgili Zande halkının inançlarını bu dolambaçlı düşünceyle karakterize olarak tanımlamakta ve buna “episiklik özen” adını vermektedir. Önceden bilinebilen başarısızlığın ikincil açıklanması demek olan bu özellikten başka ona göre bu inançlarda “bastırılmış nüveleme” adını verdiği, cadılık gücüne karşı itirazların teker teker geçersiz kılınarak ileride büyü ve cadı gücüne karşı yeniden bir tehlike oluşturmalarının engellenişi de ikincil bir özellikti. Böylece dolambaçlılık, episiklik özen ve bastırılmış nüveleme Polanyi’ye göre modern bilimsel kuramların da özelliğidir. Bir başka çağdaş düşünür olan Thomas Khun da bilimsel paradigmaların, yani egemen kuram sistemlerinin, kendilerini tahrip edebilecek istisnalardan daha dayanıklı olduklarını ve ancak yeni bilim kuşaklarının sahneye çıkmalarıyla terkedildiklerini belirtmektedir. Cadılığın açıklanmasına yönelik kuramsal yaklaşımlar da büyü ile birlikte anlatılanlar gibi ve çok çeşitlidir. Eski Ortadoğu’da büyü inançları, daha önce anlatıldığı gibi çok canlı olarak yaygındı. Beyaz büyü sayılabilecek olan bir çok olay eski Mezopotamya, Mısır ve Kenaniler’de tanrılara, kahramanlara ve sıradan insanlara bağlı olarak tanımlanmaktaydı. Özellikle Mezopotamya’da karabüyü korkusu da çok yaygındı ve bu konu yasalara da girmişti. Bu arada ölülerin diriltilmesi ya da dirilebileceği inancıyla birlikte ölümle yargılanan bu cadıların dirilerek intikam alabileceği, çeşitli nedenlerle hortlayan ölülerin yaşamlarında karşılaştıkları haksızlıklar ve düşmanlıklardan öç almak için etkin olabilecekleri inancı da Mezopotamya’daki kötü ruh kavramının önemli bir parçasıydı. Böylece kötü ruhlar, kötü ruhların ele geçirdiği insanlar, ölümle yargılanmış karabüyücüler kavramları biraraya getirildiğinde “Cadı” kavramının bütün tarihsel ögeleri de biraraya gelmiş oldu. Aynı bölgede gelişmeye başlamış tektanrılı inanç, yani Musevilik de, İbrani halkının da zengin bir tektanrı öncesi inanç sistemi ve tıpkı öbür Mezopotamya inançları gibi kötü tanrılar ve kötülük yapan ruhlar kavramı olduğu için, bu inançları yadsımamış, onlarla mücadeleyi iş edinmiştir. Böylece tek tanrılı dinler de kötü ruhların ve doğaüstü güçlerin varlığını yadsımamakta, tersine bunları var kabul ederek onlarla savaşa girmektedir. Bu tutum cadıların kötücül gücünün tasdik edilmesi ve ispatı anlamını da içermektedir. Kutsal kitapta Samuel’in 1. kitabında 28. bapta anlatılan En-Dor’lu cinci kadın tipik bir cadıdır ve Kral Şaul’un isteği üzerine Samuel’i diriltmektedir. Hezekiel kitabında da Pagan tanrılara bağlı olan ve her türlü mekruh işi yapan ruhlara egemen olan kadınlardan sözediliyor. Bu da açıkça cadılık ve büyücülük demektir. Bunlar tanrının istek ve emirlerine açıkça karşı koymaktadırlar. Kitab-ı Mukaddes’te daha bir çok yerde büyücülerden sözedilmektedir. Onlara Yahvenin gazabıyla ölüm bildirilmektedir. Yeni akitte de bu tür eylemler ahlakdışı ve tanrıya karşı olarak belirtiliyor. Buna karşılık eski Yunan ve Roma’da yalnızca kara büyü cezalandırılmakta ve iyicil olan ise tersine faydalı bulunmaktaydı. Mezopotamya tanrıları gibi Yunan ve Roma tanrıları da insanlarla aynı duyguları taşıyabilir, kıskanabilir, öfkelenebilir ve kin güdebilirdi. Diana, Selene, Hecate gibi tanrıçalar tıpkı yeryüzü büyücüleri gibi belirli törenler ve tekerlemelerle kara büyü uygulamaktaydılar. Roma İmparatorluğu sınırları içinde ve çevresinde yerleşik olan Germen halkları arasında cadı kavramı aynen daha sonraki dönemlerde olduğu biçim ve özüyle çok yaygındı. Kara büyü gücü, sosyal sınıflara bakmaksızın birçok ailenin bireylerinde kalıtsal olarak bulunmaktaydı. Bu yaygın inanışın ardında aynı bölgelere yayılmış olan bir önceki kültür olan Kelt Druidleri’nin efsanelerinin bulunması büyük bir olasılıktır. Yaklaşık olarak Germenlerin cadı kavramı kapsamındaki etkinlik ve eylemleriyle Kelt Druidlerinin etkinlikleri çakışmaktadır. Özellikleri de aynı gibidir. Özellikle kadınların cadı olarak itham edilmesi Germenlerde sözkonusuydu. Onların çizmiş olduğu cadı tipi daha sonra Avrupa’da yaygın olan tiptir. Germenlere doğuda komşu olan Slav halklarında da aşağı yukarı aynı nitelikte cadı inancı yayılmıştı. Hıristiyanlaştırılmaya başlanan İspanya ve Galya’da gerek sivil yasalar gerekse kilise yasaları erkenden cadılık ve büyücülüğü cezalandırmaya başladı. Frank kralları ve bu arada özellikle Şarlman bu tür uygulamalara karşı ölüm cezası başta olmak üzere ağır cezalar uyguladılar. Özellikle hızla Hıristiyanlaştırma işleminin yürütülüşü sonucunda yeni gelişen feodalite eski mülk sahiplerini sık sık büyücülükle ve cadılıkla itham ederek devlet kuvvetleriyle ortadan kaldırabiliyordu. Şarlman, imparatorluğu içinde çok sıkı bir haberalma örgütü kurmuştu. Her taraftan gelen ihbarlar kolaylıkla değerlendiriliyor ve böylece yeni düzenin, imparatora ve onu himaye eden kiliseye sadık kimse ve ailelerin kadrolaşmasına çalışılıyordu. Putperestlik, cadılık ve büyücülük bu kadrolaşmanın en kolay bahanesiydi. Kilise bu konuda cadılık ve büyücülüğü, bazen eski putperest inançların yürütülmesi olarak, fakat çoğu zaman da şeytanla gerçek işbirliği olarak mahkum ediyordu. Ama genellikle kilisenin tutumu, mensuplarını cadılık ve büyücülük gibi halk inançlarına karşı uyarmak ve korumaya çalışmak şeklindeydi. Bu tür uygulamalara karşı kuşkuculuk St. Boniface ve St. Agobard gibi kilise önderlerinin etkileriyle kilise hukukuna egemendi ve bu yüzden kilisenin tutumusivil devletinkine oranla çok daha yumuşak sayılabilirdi. Thomas, Aquinas ve Augustine gibileri ise şeytanla daha acımasız bir savaşı öngörüyorlardı. XII. yüzyıl sonrasında kilisenin tutumunda büyük değişim oldu. XII. yüzyılda Arap kültürüyle temasın, alşemi ve astroloji üzerinde çalışmaların başlaması artık daha okur yazar kesimlerde ve kentsel bölgelerde de büyü benzeri uğraşlarla “doğanın büyüsü” gibi kavramlarla uğraşılmasına yolaçtı. 1484 yılında iki Dominiken keşişi, Heinrich Kraemer ve Johann Sprenger, Papa VIII. Innocent’ten Almanya topraklarında cadılıkla savaşmak için bir izin aldılar. İki yıl sonra bu ikisi “Malleus mateficarum” (Cadı Çekici) adıyla bir kitap yazdılar. Bu kitap Hıristiyanlık içinde demonolojinin, yani cin ve şeytan bilgisinin klasik ansiklopedisi oldu. Bu kitap halk inançlarıyla cin ve şeytanların ortaya çıkarılması yöntemlerinin ayrıntılı bir kılavuz kitabıydı. Bu kitabın otoritesi üç yüzyıl boyunca tüm Avrupa’da sürdü. Malleus Maleficarum’da anlatılan demonoloji, cadıların gücünü onların şeytanla ilişkilerine, özellikle de cinsel ilişkilerine bağlayan sistematik bir kurum oluşturuyordu. Şeytan cadılarla, eğer kadınsalar erkek görünüşüyle (Incubus), erkekseler kadın vücudu içinde (Succubus) ilişki kurmaktaydı. Kitap bu cinsel ilişkinin çeşitli ayrıntılarını anlatıyor ve şeytan ve cinlerin kontrolü altına girmiş olan kişiden bu bilgilerin alınması için yol ve yöntemleri öneriyordu. Bunlar ağır işkence yöntemlerinden önce şeytanın önce tatlı dille, daha sonra tahkir ve korkutmayla kendini göstermesini sağlama yöntemleriydi. Avrupa görüşünde cadılar şeytanın, özellikle en büyük şeytanın yeryüzündeki akraba ve temsilcileri oluyorlardı. Cadılar Avrupa kilise anlayışına göre vücutlarına çeşitli merhemler sürerek ve bazı şuruplar içerek havada uçabilir hale geliyorlardı. İstedikleri yöne uçmalarını sağlayan araçlar kullandıkları da olurdu. En bilineni süpürge sopasıdır. Cadılar buna ata biner gibi binerek havada hızla yol almaktaydılar. Bu uçuş genellikle “Cadı Sabbatı” denilen toplantıya gitmek için olurdu. Sabbat sözcüğü herhalde Yahudilerin haftanın yedinci gününe verdikleri addan alınmıştır. Ancak bu haftanın her günü olabilir. Sabbatı, cadılar hemen yakınlarda, ormanlık ya da tepelik bir yerde yapabilecekleri gibi, büyük toplantılar için bütün Avrupa’da tercih ettikleri belli yerler de vardı. Süpürge sopasının dışında teke, koç ya da köpek de taşıt aracı olarak kullanılıyordu. Cadıların özellikle sevdikleri yerler Almanya’da Hartz dağları üzerinde Brocken, İsveç’te Blocula, Rusya’da Kiev yakınlarındaki Çıplak Dağ, Fransa’da Auvergne’de Département du Puy-de Dôme idi. Özellikle toplandıkları tarihler de vardı. Bunlar 30 Nisan, 31 Ekim, 2 Şubat, 23 Haziran, 1 Ağustos ve 21 Aralık günlerinin geceleriydi. Gerek bu toplantı yerleri olarak bildirilen yerlere, gerekse ve özellikle tarihlere bakıldığında Avrupa cadı inançları üzerinde Kelt geleneklerinin, daha doğrusu o geleneklere karşı Hıristiyan misyonerlerinin ve ilk Hıristiyan cemaatlerin tepkilerinin ne denli önemli olduğu daha kolay anlaşılıyor. Adı geçen yerler Kelt döneminde Druidlerin ünlü toplantı yerleriydi ve verilen tarihler de Kelt inanışlarında kutsal olan bayram günleriydi. Teker teker söylemek gerekirse 30 Nisan günü Mayıs günü olan 1 Mayıs’ın arefesidir; 31 Ekim ise İngilizcesi All Hallows Eve (Tüm Mübarekler Yortusu) denilen günlerdir. O gecelerde Kelt Druidleri özgün toplantı festivallerini yapmaktaydılar. Bunlardan 1 Mayıs bilindiği gibi bugün de Chicago grevinin yıl dönümü olarak kutlanmasının dışında aynı zamanda Bahar Bayramı olarak kutlanmaktadır. 31 Ekim de, İngilizce adının zaman içinde kısalmış biçimi olan Haloween olarak İngiltere ve Amerika’da halen de kutlanmaktadır. Belirtilen diğer günlerden 2 Şubat Kış, 23 Haziran İlkbahar, 1 Ağustos Yaz, 21 Aralık da Sonbahar bayramı olarak Keltlerin kutsal günleridir. O halde ya Kelt inançlarını temizlemeye çalışan Hıristiyan misyonerleri o günlerde çevrelerinde yapılan putperest toplantıları için bu korkuyu yaymışlardır ya da yayılan Hıristiyanlığa karşı bilinen lanetlerini yağdıran Druidler o günleri özellikle lanetleyerek çevrelerine korku yaymaya çalışmışlardır. Cadıların uçabilmek için kullandıkları merhemlere ilişkin olarak Malleus Maleficarum’un yazılışını izleyen üç yüzyıl boyunca sürüp giden ve yüzbinlerce insanın ölümüne neden olan cadı davalarında mahkeme kayıtlarına geçen birçok formül vardır. Bunlar incelendiğinde hemen hepsinin merkez sinir sistemine etki eden güçlü psikotrop maddeler içeren bitki özleri ya da tohumlarının, gene çok uyarıcı olan ve bu arada afrodizyak olarak da kullanılan bitki özü ve tohumlarıyla karışımlarının bir takım yağlarla karışımı yoluyla elde edildiği görülür. XIV. yüzyıl mahkeme tutanaklarından korunabilen bir tanesinde şöyle bir karışım sözkonusudur; 2 gr. Güzelavratotu, 3 gr. ayçiçeği çekirdeği, 5 gr sarmısak ve 5 gr. Banotu, 6 gr. Callamus, 6 gr. Cannabis yani esrar, 10 gr. buğday, 25 gr. kenevir yaprağı, 25 gr. Afyon, darağacında asılmış bir adamın iç yağıyla iyice karıştırılır ve bütün vücut bu merhemle ovulur. İnsan yağı kullanılmasının esrarengiz etkisi hariç, içyağı kullanımı bu maddelerde bulunan etkin alkaloidlerin deri yoluyla vücuda girmesini sağlayan bir yöntem oluşturur. Bu kadar maddenin birbiriyle karışarak oluşturduğu etki, bugünkü farmakolojik bilgiyle, kişinin çeşitli hezeyanlar ve halusinasyonlar yaşamasını gerçekten sağlar. Cadı davaları, adı geçen kitap tanıklığıyla ve Papa VIII. Innocent’in buyruğuyla başlamıştır. Temeli İncil’deki “Efsuncu kadını yaşatmayacaksın” buyruğuna dayalıdır. Tipik bir davada bir başkan yönetimindeki yargıçlar kurulu karşısında Cadı yakalayıcı inquisition memuru, rahip-savcı olarak rol alır. Suçlanan kişi uzun süren işkencelerle yeterince konuşturulmuştur. Onun ifadesinin yargıçlar kurulunu gerçekte tatmin edecek açıklıkta olması zorunludur. Bunun için her denileni kabul edecek, hatta kendiliğinden saçmalayacak kadar “yumuşatılmış” olması zorunludur. En küçük falsoya yer bırakılmaz. Artık kişi bir an önce ölmeyi diler haldedir. Mahkeme önünde iki de avukat-rahip bulunur. Bunlardan birisi Advocato Diaboli (Şeytanın Avukatı), diğeri Advocato Dei (Tanrı’nın Avukatı) dır. Dava sonucunda cadı odun yığınları üzerinde yakılır. Cadıların kalbine kazık çakarak öldürmek, Nürnberg’in demir kızı adıyla ünlenmiş insan şeklinde demirden yapılmış ve iç tarafında sivri çiviler bulunan bir heykel içine kapatarak öldürmek, gözleri, ağzı ve alnı üzerinde demir çiviler bulunan bir maskeyi yüzüne kapatarak suertiyle öldürmek de kullanılan yöntemler arasındaydı. Bu davalarda hemen hemen 1000 yıllık bir dönemde yaklaşık 55 milyon insan yokedilmiştir. Bu sayı 2. Büyük Savaş’ın ölü sayısına eşittir. A.D.J. Macfarlane adında çağdaş bir İngiliz tarihçi İngiltere’nin Tudor ve Stuart dönemlerini incelemiş, 1560’ı izleyen 120 yıl içinde Essex’te görülmüş 1200 davayı gözden geçirmiş ve bu cadı çılgınlığıyla ülkenin ve kıtanın içinde bulunduğu sosyo-ekonomik değişim arasındaki ilintiyi açıkça ortaya koymuştur. Davalar hep aynı modele göre işlemekte, davalar sonucunda bölgede servet hep aynı biçimde el değiştirerek yeni sosyal sınıflar oluşmaktadır. Hemen not etmek gerekir ki cadı davaları yalnızca Katolik Kilise’ye özgü olmakla kalmamış, Protestan kilisesi de aynı tempoyla cadı davaları işletmiştir. Kiliseler zaman zaman bu davaların çok güçlü muhalifleri ve eleştirmenleri olmuşsa da davalar, Hıristiyan Ortaçağ yaşam görüşü tümüyle değişinceye, toplum yapısı değişinceye ve bilimlerle yeni gelişen endüstriyle bu inançlar temellerini tümden yitirinceye kadar sürmüştür. Protestan toplumununcadı çılgınlığına en iyi örnek iyi bilinen ve bir çok kez filme de alınmış olan Salem davalarıdır. Amerika’nın Massachusets devletinde bulunan Salem kasabası ilk Püriten Protestan kolonilerindendir. 1692’de bu kasabanın Protestan cemaat liderleri birdenbire böyle bir davalar dizisi başlatmış ve büyük bir toplumsal teröre neden olmuşlardır. Cadwick Hansen adında Amerikalı tarihçi bu konuyu yeniden ele almış ve Salem’de gerçekten büyük ölçüde büyücülük uygulandığı sonucuna varmıştır. Ama bu davalarda bir çok suçsuz insan da mahkum edilmiş ve tıpkı Avrupa’daki kader yoldaşları gibi odun ateşleri üzerinde can vermiştir. Son cadı yakma infazları 1749’da Würzburg’ta, 1751’de Endingen’de, 1775’te Kempten’de, 1782’de Glarus ve 1793’te Posen’de yapılmış olan 5 infazdır. Cadı davaları ilk olarak XIX. yüzyıl başında Prusya Brandenburg’ta resmen yasaklanmıştır. Ancak sivil davaların, işkence ve infazların yasaklanmasına rağmen, kanonik cadı davaları halen de sürmektedir. Vatikan’ın resmi bir dairesi olan Inquisition, halen de şeytanın yeryüzündeki işlerini takip edip durmaktadır.
1 note · View note