Tumgik
#Kısa hikaye
bee3happy · 1 year
Text
Tumblr media
"Sevgimi haketmiyorsun!" Dedim gözlerim dolu dolu.
"Hak ediyorum," dedi kararlılıkla gözlerimin içine bakarken. "Hem de sonunda kadar hak ediyorum..."
Acıyla gülümsedim.
Ona doğru bir adım atarken aramızda ki mesafeyi an aza indirgedim. Gözümden bir damla yaş akarken hala gülümsüyordum.
Bu kez acıyla,
Bu kez ayrılık acısıyla gülümsüyordum ona.
"Haklısın," dedim. "Sevgimi gerçekten sonuna kadar hak ettin, o kadar hak ettin ki sonumuz geldi..."
Tepkisiz gözlerle gözlerimin içine bakıyor, fiziksel hiçbir tepki vermiyordu. Oysa ki o gözlerde ne yaşam bulmuştum. O gözler için neler yapacağımı tahmin bile edemiyorken... sonumuzu getirmişim haberim yokmuş.
"Bak!" Diye bağırdım bu sefer. "Bana bak! Seni iyileştireceğim diye benliğimi kaybettim ben!"
"Bu mu sonuna kadar hak ettiğin sevgim! Bu mu senin hakkın?"
"Bu mu bana layık gördüğün hayat?"
Tumblr media
11 notes · View notes
bayanena · 1 year
Text
Terzi kendi söküğünü dikemez ve dikemediği söküğün aslında moda olduğunu söyleyerek çevresini ve kendisini kandırmaya çalışır. Kendi söküğü onun için çok değerlidir fakat başkasının bulunmaz Hint kumaşı giysilerine, kendininkine bakmadan, laf atıp durur. Etrafındaki insanlar zavallı terziyi söküğü konusunda uyarır çünkü sökük arka taraftadır. Fakat gariban terzi, kendi arkasından çok başkalarının hayatına burnunu sokar. Yırtık elbiseye layık bir terzi olduğu için elbisesini dikmez ve başka yırtık elbiseye layık insanlarla hayatını sürdürür...
8 notes · View notes
jeonightss · 1 year
Text
Farklı hayatlar, farklı umutlar. Farklı sevinçler, farklı hüzünler. Farklı aile yapıları vardı her birinin. Kimi aile zengin, kimi aile ise yoksul. Kimi aile sevecen, kimi aile adeta bir buz parçası.
Farklı yaşamlar, farklı kalp kırıklıkları..
2 notes · View notes
yazmayolculugu · 1 year
Text
Çorba
Çorbanın geç gelmesi birden sinir etmişti onu. Sözde bu kadar önemli olan bir günde, bilmem kaç parçadan oluşan set menünün ilk girizgahi olan tabağın geç gelmesi her şeyi daha da absürtleştiriyordu.
Madem bu kadar önemliydi, madem bu kadar elzemdi, çorba niçin geç gelmişti? Halbuki aylar sürmüştü planlamaları. Önce bir fikir, sonra fısıldaşmalar, konuşmalar. Bir tema, yer ve gün, kimlerin katılacağı hatta bir organizasyon firması! Günler kala uykusuz kalınan geceler, panik, stres, konukların gelip gelemeyeceği, elbiselerin son anda alınan bir kaç kilodan dolayı tam olmaması ve o kilonun verilme telaşı (pul biber ve yoğurt kürü, korkulu rüya). Müziğin ayarlanması, mükemmel olma isteği, birbirinden nefret eden insanların bile sırf bu gece için bir araya gelmesi. 
Ve hepsi çorbanın geç gelmesi için miydi?
Kafasını sağa sola çevirdi. Insanlar umursamıyordu. 
Ama nasıl olur? 
Çorba nasıl geç kalır? 
Bu geceden başka kayda değer bir telaşesi olmayan bir grup insan bir araya gelmişti ve çorbanın hala masada olmaması onları rahatsız etmiyor muydu? Küfretti içinden. Tuttuğu çatalı sıktı ellerini dişlerini sıkmamak adına. Üstelik neden çatal?
Ne güzel olmalıydı onların kafalarının içi. Tertemiz, pasparlak. Halbuki boşluğu görmemişler miydi? Hep orda olan o boşluğu? Mutlaka ve mutlaka her insan hayatının en az bir anında farketmiş olmalıydı varlığını. Bir anda, belki uzaktan bir akrabasının cenazesinde ansızın çıkagelen o "Neden?" Sorusunu. 
Neden? Neden? Neden?
Bunca uğraş, bunca emek ve çorba geç kalmıştı. Hala masada değildi ve canını bu kadar sıkmamalıydı ama sıkıyordu işte. Madem bu kadar önemliydi bu gece, neden çorba hala masada değildi?
Karşıdaki teyze birden sırıttı ve midesi bulandı. Çorba gelse bile içemeyecekti belki de. Yapılabilecek onca şey ve onlar bu gece için haftalarca uğraştılar. Ve mükemmel değil. 
Kusursuz değil.
Ve umurlarında değil.
Boşluğu görmediler mi hiç? Her şeyin anlamsızlığını? Bari çorba orda olsaydı da yaratmaya çalıştıkları bu yapay anlamın bir anlamı olsaydı.
Çorba getiren garsonları görünce içinin rahatlayacağını düşunmüştü ama mutfaktan belirdiklerinde hayal kırıklığına uğradı tekrar. 
Papyon takmışlardı. 
Papyon!
Ve çorba önüne geldiğinde kaşığın oluşturduğu girdapta kaybolmak istedi. Keşke onlar gibi olabilseydi. Hiç bilmeseydi anlamsızlığı. Hepsinden nefret ediyordu.
Acaba çorbayı çatalla mı içseydi?
-Literary Gardener, 20/05/2023
Konu: Uykudan öce yakalan düşünceler üzerine.
2 notes · View notes
diyaloglog · 2 years
Text
Sarı dolmuşların mısır taneleri gibi sıra sıra dizilip kah yolcu bekledikleri, kah da günün sakinliği bahanesiyle vakit öldürdükleri bir öğleden sonra vakti.
En öndeki arabanın hareket etmesi için üç kişi bekleniyor.
Şoför, Ayhan Işık gibi, hafif yana kaykılmış bir biçimde direksiyon başında oturuyor. Kolunu dışarı sarkıtmış ve bağrı açık gömleği, elinde tuttuğu tespih ile serçe parmağındaki altın sarısı dev yüzükle oldukça uyumlu.
Taktığı güneş gözlüğü burnunun yarısına inmiş.
Hava sıcak.
Derken durağın kahyası bir anda şoförün yanında beliriyor.
Bizimki buna laubalice bir bakış fırlattıktan sonra soruyor;
-Hayırdır Mustafa?
-Cevahir Abiyi gördün mü bugün? Arabası arkada.
-Görmedim Mustafa.
-Abi nasıl görmedin? Arabası arkada duruyor.
-Görmedim dedim Mustafa. Hem ben arkama değil önüme bakarım.
Bu diyalog biter bitmez beklenen o üç kişi geliyor ve şoförün son cümlesiyle birlikte araba, aynı racon kesen abi filmlerindeki gibi, hareket ediyor.
3 notes · View notes
hhiren · 2 years
Text
Benim içim rengârenkti aslında.
Dışım siyah diye içimi görmek istemediler.
5 notes · View notes
brokenwingsstillfly · 11 months
Text
Tumblr media
"Annem Kraliçe ve babam Kral, birbirlerine delicesine aşıktı. Gözleri, birbirlerinden başkasını görmezdi. Hatta beni bile görmezlerdi. Ama bununla bir sorunum yoktu. Onların aşkları beni büyülerdi. Yalnız kalmaya alışıktım ve herkesin yalnız olduğunu sanırdım. Ama yöneteceğim halkı görünce yalnız olanın sadece ben olduğumu fark ettim. Halk, ne kadar zor durumda kalsa dahi kraliyet ailesine sahipti, hiçbir zaman tam anlamıyla yalnız olmayacaklardı. Küçükken bile halkımın mutluluğunu korumak istiyordum.
Annem tahtın asıl sahibiydi. Zeki ve güçlü bir kraliçeydi. Onun zamanında savaş çıkmadı. Ufak tefek sürtüşmeler dışında ordu hiçbir zaman savaşmadı. Ama onların zindeliğini kaybetmesine de asla izin vermedi. En güçlü orduyu kurdu. Anneme hayrandım. Onun gibi olmak istiyordum. Babam da ona hayrandı ve yeterli bir kral sayılmasa da annem sayesinde yetersizliğini telafi edebiliyordu. Sonra annem öldü. Hayatımdaki her şey çatlamaya başladı.
Babam kendini kaybetti. Aşkının ölümünü atlatamadı. Krallığı giderek daha az önemsemeye başladı. 12 yaşındaydım ben annem öldüğünde. Babam ondan sonra, bana hiç sarılmadı. Çünkü sadece kendini düşünmekle meşguldü. 12 yaşında babamın görevlerini devraldım. Çünkü annemin ömrünü harcadığı krallığın başkası tarafından yönetilmesine katlanamazdım.
16 yaşındayken Ulvian ile tanıştım. Bir kontun oğluydu ve gerçekten harika biriydi. Çok temiz kalpliydi ve bana oldukça değer veriyordu. Onun sevgilim olmasının, başıma gelen en güzel şey olduğunu sanıyordum. Anne ve babamınki gibi bir aşka sahip olmuştum ve aklım hala yerindeydi. Her şey hep böyle mükemmel kalır zannediyordum.
Ulvian'ın kusuru sonradan ortaya çıkmaya başladı. Kılıç görmeye ve savaş hakkında herhangi bir şey duymaya dayanamıyordu. Beni ilk defa kılıçla antrenman yaparken gördüğünde oradan hemen uzaklaştı. O günden sonra bir daha antrenman yaparken yanıma gelmedi. Bunun bir sorun olduğunun farkındaydım ama görmezden gelmek istedim. O babam gibiydi ama ben annemden daha güçlüydüm, yanımda Ulvian olsa da olmasa da krallığı yönetebilirdim.
18 yaşında, orduyu kuzeye gönderdim ve savaş başladı. Her gün galibiyet haberleri geliyordu. Ama Ulvian sadece ölüleri düşünebiliyordu. Savaşta ben olmasam bile bana bakarken gözlerini kaçırıyor ve savaş hakkındaki konuşmalardan uzaklaşıyordu.
Sonra batıdaki savaşı başlattım ve bu sefer benim de savaşmam gerekti. Bir cadı olduğum için her gün ışınlanarak onu ziyaret edebiliyordum. Bir gün üzerimdeki kanla onun yanına gitmiştim çünkü duş alacak vaktim yoktu. Her şey o zaman dağılmaya başladı. Beni gördüğü an ağlamaya başladı. Üzerimdeki kanın bana ait olduğunu düşündüğü için değil, başkalarını öldürdüğüm için. Onun beni görmek istemediğini bilerek savaş meydanına geri döndüm. Yanına bir daha kan kaplı gitmedim ama o aylar süren savaşlardaki ziyaretlerim boyunca sürekli kan koktuğumu söyledi. Ne kadar çeşitli kokular sürünüyor olsam dahi o kan kokusunu alabiliyordu. Bana bakamıyordu, yanımda duramıyordu. Ama beni hâlâ seviyordu. Mektuplarında bana verdiği değeri görebiliyordum. Ama gerçekte o değeri alamıyordum.
Gün geçtikçe daha da delirmeye başladı. Artık ben yokken bile savaş yüzünden kabuslar görüyordu. Savaş bitmek üzereydi ve benim diğer savaşlarda yanımda duracak birine ihtiyacım vardı. O gün onu son kez ziyarete geldim. 5 defa yıkandım ve türlü kokular süründüm. Yanına gittim. Ağlamaya başladım. Bana bakmaya başladı ve bu aylar sonra bana baktığını ilk gördüğüm andı.
'Seni azat edeceğim. O yüzden lütfen bana son kez sarıl ve veda et. ' Bunu dediğimde bana ilk günlerdeki gibi sevgiyle bakmaya başlamıştı.
'Ne demek istiyorsun, sevgilim? ' Bana doğru titreyen bacakları ile yürümeye başlamıştı. Benden korkuyordu.
'Beni tamamen unutman ve yeni bir hayata sahip olman için büyümü kullanacağım. Seni bu halde görmeye dayanamıyorum. ' Titreyen elleri, ellerimi tutmuştu.
'Ama seni seviyorum. Seni nasıl unutmamı istersin?' Ağlamam şiddetlenmişti.
'Benim yüzümden acı çekmeni izleyemem. Beni sevdiğini biliyorum ama birbirimize iyi gelemiyoruz bunun da farkındayım. En iyisi ayrılmamız. ' Yere oturmuştuk.
'Yani bu bir son? Seni seviyorum. ' Gözleri minnetle dolmuştu.
'Seni hep sevdim. Bana son kez sarılır mısın?'
Orada 10 dakika birbirimize sarılı durmuştuk ve bu sırada ben onun hatıralarını yenileriyle değiştirmiştim. Ayrıldığımızda uyuyordu ve uyandığında kendini şehir dışındaki bir malikanede bulacaktı. O gün o odadan çıkarken kalbimi geride bıraktım. Krallığım için en sevdiğimden vazgeçtim. Pişman değilim. Onunla yaşadığım her ana minnettarım ve yine olsa yine hatıralarını silerdim. Belki de bunu daha erken bile yapabilirdim.
Anlayacağın, dedikoduların dediği gibi krallığından başka bir şeyi önemsemeyen soğuk biri değilim. Öyle davranmak, kendim gibi davranmaktan daha kolaydı. O odadan çıktığım günün ertesi akşamı savaşı kazandık. Birkaç gün sonra ise sana evlenme teklifi ettim. Çünkü krallıkta senden başka kimse daha iyi bir kral olamaz. Ama sen teklifimi reddettin ki bu zaten kırık olan kalbimi biraz daha sızlattı. Ama aşkı aramak istemene saygı duyuyorum. Sadece benim de bir insan olduğumu bilmeni istedim. Bir kraliçe ve cadıdan önce, ben de kalbi ve duyguları olan bir insanım. Umarım teklifimi tekrar düşünürsün. Ne karar verirsen ver saygı duyacağım.
Ama aşk ile ilgili öğrendiğim bir şey var. Aşk, mutlu olmak için yeterli değil. Yaşam amacı olabilecek nitelikte bir şeyse asla değil. Aşkın peşinde koşarken gerçeklere kör kalmamalısın. Dediklerimi dikkate almanı öneririm. "
~
Bu, çok önceden yazdığım bir kısa hikayeydi...
1 note · View note
elifs77 · 1 year
Text
Yerdeki çamur birikintilerine tiksintiyle baktım.Dar gri arnavut kaldırım sokakta yol yer yer çamur birikintileriyle bölünüyordu.
Burnuma toprak kokusu doldu.Yağmur ben evden çıkmadan önce kesilmiş olmalıydı.
Her sabah işe giderken önünden geçtiğim iki katlı beyaz boyalı eve baktım.
Pencerelerinin önündeki küçük kızıl toprak saksılardaki menekşeler her sabah olduğu gibi yine beni selamlıyordu.
Bir an burnuma çiçek kokusu geldi.Bu kadar uzaktan onların kokusunu almama imkan yoktu zihnimin bir oyunu olmalıydı.
Yine de koku çok yoğun bir şekilde geliyordu.Bahar bir koku olsaydı bu olurdu sanırım.Üzerime düşen gölgeyle başımı kaldırdım.
Karşımda uzun boylu bir kadın vardı.Gözlerim kolundaki büyük hasır sepete takıldı.Koku anlaşılan ondan geliyordu.Kadına dönüp onu inceledim.Altında alacalı bulacalı bir şalvar üstünde de kırmızı iplikleri sökülmüş yer yer yamanmis bir hırka vardı.
Kaşlarını çatmış bana bakıyordu.Bende gözlerimi kısıp bakışlarına karşılık verdim.Alnı kırış kırış olmuştu.Sonra bir anda yüzü aydınlandı ve bana sıkı sıkı sarıldı.Kollarim iki yanımda sallanıyordu.Kadın bana bir anda sarılınca karşılık verememiştim.Bana sarılırken bir yandan da kuru kemikli elleriyle sırtımı sıvazlıyordu."Ayşe kızım kocaman olmuşsun."
Bu kadın beni nereden tanıyordu anlamamıştım.Sarılmayi bıraktıktan sonra bir adım geriye çıkıp beni iyice baştan aşağı süzdü.O beni süzerken ben de onu inceliyordum.Birden yüzüm aydınlandı tabi ya bu annemin eski komşusu Fadime teyzeydi.En son gördüğümde epey küçüktüm.
Yüzümden nihayet onu tanıdığımı anlayan kadın rahatlayıp derin bir nefes verdikten sonra koluma girdi.
#hikaye
0 notes
elestirmen-46-86 · 1 year
Text
Halide HALİD- Araştırmacı yazar- Tahta kapı ve demir kapı
Azerbaycan'lı araştırmacı yazarın kısa #hikayesi yayında okumanız dileğimle #yazar: Halide Halid #hikaye: (kısa hikaye) Tahta Kapı Demir Kapı
(Kısa hikaye) Yıllarca ev sahibine kusursuzca hizmet eden tahta kapı gün gelmiş eskimiş ve bayağa yıpranmış. Bunu farkeden ev sahibi onu kırarak yerine demir kapı takmış. Gel zaman git zaman, demir kapı paslanmış. Ev sahibi onu temizleyip, yeniden boyamış. Tahta kapı ise fırlatıldığı köşeden demir kapıya gülerek böyle söylemiş: -Eyvah senin haline! Baksana, senin gerçek yüzünü nasıl saklıyorlar.…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
Text
Göklerin Sırrı
Gök bugün ağlıyordu, canı acıdığı için...
Bu fiziksel bir acı değildi. Gök koruyucu görevindeydi, bunun için kanatları vardı ama o kanadı kullanamamış, o masum çocuk ölmüştü. Ceza olarak, Gök'ün kanatları kesilmişti. O insanların, yağmur diye nitelendirdiği dışarıya çıkıp, dans ettikleri, romantik sahneler yaşadıkları yağmur; aslında Gök'ün kanı ve gözyaşlarıymış.
Gök gürlemesi diye adlandırılan şey ise, Gök'ün haykırışlarıymış. O her masumları koruyamadığında, her bir canlıya zarar verildiğinde ve o buna engel olamadığında Gök'ün kanatları sürekli kesilir, kanarmış. Gök'ün gürlemesi ise hep vicdandanmış. O kanatları kullanamadığı için kendini suçlarmış... Ama birileri, birilerinin sürekli canını yakarmış; Gök, bunlara yetişemiyormuş ki... En sonunda Gök'ün kanadındaki kesikler o kadar çok artmış ki, artık iyileşmemeye başlamış. Gök ise o koruyamadığı masumlar için kanatlarının gitmesine çoktan razıymış... Ama Gök'ün bilmediği bir şey varmış; Gök, kanatları olmadan yaşayamazmış.
Bunu anlaması zaman almış... O alınan zaman ise sadece zamanı almamış...
0 notes
beyefendiastolfo · 13 days
Text
Anlatılmamış Hikayeler Part 1: Carl
Carl her gün yaptığı gibi erkenden uyandı ve 1 haftadır bitirmeye kıyamadığı ekmekten küçük bir parça aldı. Çayın yanında diz çöktü ve ekmeğini ıslattı, bu sayede yarı çıplak ayaklarından bile daha sert olan ekmeği yiyebildi. Carl fakir bir insandı, ayağında yırtık pırtık bir çarığı ve üstünde kirli kıyafetleri vardı. Artık orta yaşlarına gelmiş, yavaştan saçları dökülmeye başlamıştı. Bir deri bir kemik denecek kadar olmasa tüm gün güneşin altında tarla sürmekten zayıflamıştı ve biraz da kızarmıştı. Carl her sabah tarlaya çalışmaya giderdi. Evi biraz uzaktı ama bedavaya kaldığı için sorun etmiyordu, zaten sorun etse de kimsenin umrunda olmazdı. Bu ev şehre taşınan amcasından kalmıştı. Amcası bu evi depo olarak kullanıyordu ve içerisi dardı. Işığın içeriye girmesi için bir tanecik pencere olmasına karşın tahtalarla kapatılmıştı. Bunun nedeni Carl'ın gece yürüyen olması değildi. Yeni gelen pencere vergisini vermek istemeyen amcasının pencereleri kapamasıydı. Carl yemeğini bitirdi ve güçlükle ayağa kalktı. Sırtı çok ağrıyordu ama oturarak ekmek parası kazanılmazdı değil mi? Carl gıcırdayan kapısını açtı ve tarlanın yolunu tuttu.
Carl yürümeye devam etti ve tarlaya ulaştı. Diğer herkes çalışmaya yeni başlamış gibiydi. Carl bunu nereden mi anlamıştı? Kimse uflayıp puflamıyordu. Ayrıca onlara bekçilik yapan herif bağırıp çağırmıyordu, büyük ihtimalle onun da uykusu vardı. İlk başlarda işler rahat gider çünkü bekçi uyuklar, işçiler uyuklar, çoğunlukla herkes daha hava açmadan gelmenin işlevsiz ve saçma olduğu hakkında hemfikirdir. Bir zaman sonra bekçi uyuklayan işçilere bağırır ve derin uykuda olanlara birer tokat atar. Bu herkes için bir uyarı işaretidir ve çalışmaya koyulurlar. Nadiren çiftliğin sahibi gelir ve tüküre tüküre bir şeyler anlatır. Açıkçası Carl onun ne dediğini anlamaz çünkü farklı bir dilde konuşur. Galiba şehirde bu dil konuşuluyor, Carl emin değil ama çok umrunda da değil. Carl şehre yaklaşamaz bile, girmeyi ise rüyasında bile göremez. Aslında pek rüya da göremez, çoğunlukla yorgunluktan kendini yatağına atar ve ne zaman uyduğunu bile bilmeden uyanır. Kısaca carl şehre gidemez, iyi yanından bakarsak şehir hasreti de çekmez. Bu yaşına kadar şehire gitmeden yaşadıysa, bu yaşından sonrada yaşar. Carl çok düşünen biri değildir, düşünmeyi sevmez zaten. Düşünürsen soru sormak istersin, soru sorarsan bekçi sana "Ağzını çalıştırıcağına elini çalıştır hergele!" diye bağırır. 
Carl her zaman ki gibi işine yapmaya devam eder. Büyük ihtimalle hayatının sonuna kadar yapacağı işi yapmaya devam eder. O gün şansızlığı tutar ve çiftiliğin sahibi gelir. Gene ne olduğu anlaşılmayan şeyler söyleyip bir sigara yakar. Garip bir şekilde bu gün işçilerle ilgili konuşuyorlar gibidir. Normalde işçiler yokmuş gibi davranırlar. Çiftliğin sahibi, ona kısaca patron derler, işçelere doğru bakar ve "Siz beş para etmez heriflerden hanginiz biraz para kazanmak ister?" diye sorar. İlk başta herkes afallar ama birkaç kişi el kaldırır. 
-Güzel. El kaldıranlar gidip beni atların orada beklesin, eliniz değmişken onlara yemekte verin. Eğer bir atımın bile huysuzlandığını görürsem derinizi yüzüp eğer yaparım. Anladınız mı beni?!
Bu cevap bekleyen bir soru değildi, Patron işçilerin cevaplarıyla ilgilenmezdi. Onlar düşünceleri önem arz eden insanlar değillerdi. Carl bir anda bir şey fark etti, keşke daha erken fark etseydim diye içinden sövdü. Birkaç kişi el kaldırınca istemsizce elini kaldırmıştı. Şimdi vaz geçtiğini söylemek demek güzel bir dayaktı. Carl'ın bu gün dayak yiyesi yoktu, aslında onun hiç bir zaman dayak yiyesi yoktu. Carl istemeye istemeye 4 kişi ile birlikte atların olduğu ahıra gitti. Elinden geldiğince beslediler atları. O sırada içeriye Patron girdi. Herkesin sesi kesildi. 
-Siz kuş beyinliler bu vericeğim görevin ne olduğunu anlamayabilirsiniz ama eksiksiz bir şekilde halledilmesini istiyorum. Bunun karşılığında hepinize 10 demir para vericem. Aranızda bölüşün, beni ilgilendirmez. Bu görev için gizli olmanız önemli, ayrıca şu kokuşuk kıyafetlerinizi de değiştireceksiniz. Bir yerlerden ucuza bulurum. Sizden yan köyün sakinleriymişsiniz gibi bizim köye saldırmanızı istiyorum. Sizi biraz hırpalıyacaz, yakalayıp sorguluyacaz ve kaçmışsınız gibi göstericez. Bundan sonra bir süre köye gelmeyin, geldiğinizi görürsem yemin olsun ki hepinizin kafasını kendi ellerimle keserim! Anlaşıldı mı?
Bu soru cevap bekliyordu anlaşılan, çünkü arkasını dönüp gitmemişti. "Anlaşıldı efendim" dedi herkes hep bir ağızdan. Kıyafetler alındı, plan hazırlandı. Biraz etraf yıkılacaktı ve askerler gelip biraz dayak atacaktı. Sonra sorgulanmak için herkes sırasıyla alınacak, herkes "Loockwood köyündenim. Siz piçler bizi kazıkladınız, bunu ödetmeye geldik." diyecek ve hapse girilecekti. En sonunda da Patron ile anlaşmış bir gardiyan herkesi çıkarıcak ve kaçacaklardı. Carl bu planın nedenini anlamamıştı ama 10 demir para için iki dayak yemeyi göze alırdı, canını bile verirdi 10 demir para için. Carl'ın canını verdikten sonra parayı kullanamayacağı aklına gelmedi, Carl düşünmeyi pek sevmezdi. Patron dinlenmeleri için o gün izin verdi. Bir şişe şarap ve biraz ekmek verdi. Dört adam aralarında paylaştılar. O gün Carl'ın en iyi günüydü, en son ne zaman şarap içtiğini bile hatırlamıyordu. 
Akşam geldi çattı. Güneş battı ve dört adam planı uygulamak için köyün dışına çıktı. Kıyafetlerini değiştirdiler ve ellerine birer kör kılıç verildi. Bu kılıçlar yerine büyükçene bir sopa daha yararlı olurdu ama Carl ağzını açmadı, zaten dayak yiyeceklerdi bunu erkene çekmeye gerek yoktu. Dört adamda koşa koşa köye girdiler. Evlerin kapılarını kırıp ordaki insanlara demir çubuklarıyla vurmaya başladılar. Erkekleri öldürdüler, kadınların ırzına geçtiler, yiyebilecekleri ne varsa yediler. Belki de bu Carl'ın düşündüğünden daha da güzel olucaktı. Belki biraz sonra dayak yiyeceklerdi ama bunu o zaman düşünürdü, belki de düşünmezdi Carl düşünmeyi pek sevmezdi.
En sonunda askerler geldi. Ellerinde sivri mızraklar vardı. Adamlardan biri kendini role o kadar kaptırmıştı ki "Loockwood köyündenim. Siz piçler bizi kazıkladınız, bunu ödetmeye geldik!" diye bağırdı ve askerlerin üzerine koştu. Askerlerden birinin kafasına kör kılıcıyla vurdu ama karşılarında köylüler yoktu. Kılıç adamın kafasına sopa gibi çarptı ve sekti. Açık veren adama iki adet mızrak saplandı. Adam çığlık atmaya başladı ama artık çok geçti. Mızraklar göğsünden çıkarıldığı gibi adam öldü. Askerler kanlı mızraklarını Carl ve yanındakilere doğrulttular. Hepsi birden kaçmaya başladı. Askerlerin üzerinde ağır zırh yoktu ama mızraklar tabiki de ağırdı. Ormana kaçmayı başardılar. Askerler meşalelerle onları arıyordu. Carl bunun hayatının sonu olduğunu düşündü, demek ki düşünmesi için hayatının tehlikeye girmesi gerekiyordu. Üç adam saklanmaya karar verdiler ve tepenin üstünde duran bir ağacın arkasına sığınarak geceyi geçirdiler. Yarın sabah askerlerin onları bulacağı korkusuyla yerlerinden kıpırdamadılar, konuşmadılar, hatta nefesleri bile sessizleşti. Öğlene doğru içlerinden biri biraz daha uzaklaşmayı teklif etti ve kabul ettiler. Yavaş yavaş köyden uzaklaştılar. Akşam olunca ateş yaktılar ve vahşi hayvanlar onları bulmasın diye dua ettiler. Carl vahşi hayvan saldırısının mı askerlerin onları bulmasının mi daha korkunç olduğuna karar veremiyordu. Carl iki şey arasında kolay karar verebilen biri değildi, genelde ona söyleneni yapardı. 
Yaşananların üzerinden 2 hafta geçti ve köye dönme kararı aldılar. Yavaşça köyün yolunu tuttular ve herkes orda dağıldı. Carl kendi evine döndü ve güzelce dinlendi. Yarını tarlanın yolunu tuttu. Bekçi Carl'ı görünce şaşkına döndü. Patrona haber vermesi için birine emir verdi. Patron çok kısa bir sürede tarlaya ulaştı ve bağırmaya başladı "Siz serseriler neden kaçtınız!? Ben size teslim olun demedim mi be aptallar!?" Carl afallamıştı, patronun öyle bir şey dediğini hatırlamıyorudu ama Carl hafızası güçlü veya tartışmalarda galip gelen biri değildi. Özür dilemekle yetindi. Patron sakinleşti ve diğerlerinin nerde olduğunu sordu, Carl cevapladı. Patron diğerlerini çağırıp ambara gelmesini söyledi. Carl denileni yaptı. Üç kişi ambarda patronu beklemeye koyuldular. En sonunda patron geldi ama ne yapıcaktı ki? Patronun arkasından beş tane asker gelmesi işleri ele vermeliydi, ki diğer iki adam için verdi, ama Carl pek parlak değildi. Diğer iki adam kaçmaya çalışınca Carl peşlerinden koştu. Bunu yapması için bir nedeni yoktu ama iki hafta ormanda kaldığı arkadaşları yapıyorsa bir sebebi olucağını varsayıyordu.
Carl arkadaşlarının arkasından koştu, koştu ve en sonunda birlikte büyük bir ambara geldiler. Askerler de arkalarından koşmuştu. Carl ve arkadaşları hemen samanların arasına saklandı. Samanlar her zamanki gibi batıyordu ve bu çok rahatsız ediciydi. Ama askerlere yakalanma düşüncesi daha da rahatsız ediciydi. Beş asker dağılıp ambarı aramaya başladılar. Mızraklarıyla samanları dürtüyor, kaçakların yerini bulmaya çalışıyorlardı. Askerlerden biri Carl'ın arkadaşına çok yaklaşınca adam bir anda samanların arasından fırlayıp kaçmaya başladı ama asker mızrağını çevik bir hamleyle adamın sırtına saplamayı başardı. Sırtından aldığı darbeyle yere düşen adam acı içinde inledi. Mızrağının ucu kana bulanmış asker mızrağını son bir kez havaya kaldırdı ve adamın boynuna sapladı. Yerde acı içinde kıvranan adamın sesi kesilmiş, hareket edemez hale gelmişti. Bu sahneye gören Carl neler olduğuna anlam vermeye çalışıyordu. Neden Patron onları öldürtmeye çalışıyordu? Teslim olmadıkları için mi? Ama askerler içlerinden birini öldürmüştü. Başka ne yapabilirlerdi ki o durumda? Bunlar Carl'ın aklından geçerken bir mızrak Carl'ın kaburgasına girdi. Askerler sonunda Carl'ın yerini bulmuştu. Carl acı içinde bir çığlık attı ama çığlığı askerin mızrağının kafasına girmesiyle yarıda kesildi. Son anlarında ne kadar tembel olduğunu, daha fazlası için çalışsa şu an bu durumda olmayacağını düşünemedi bile. Zaten düşünmezdi de, Carl düşünmeyi pek sevmezdi.
Tumblr media
13 notes · View notes
maidurak · 1 year
Text
Aynı döngüyü yaşıyorum sürekli. Bir bekleyiş hali içindeyim. Beklediğim şeye ulaşamadığım bir bekleyiş bu. Sonunda elde ettiğim şey daha fazla boşluk hissi.
Kalbimin yerinde bir karadelik var. Pozitif duyguların hepsini emiyor. Yanında hiçbir cılız ışıltı barınamıyor. Bana bir süpernova lazım. Ancak o zaman kalbimin amansız derinliği ışıltıya sahip olabilir.
Beni her gün patlamaya hazır bir yıldız gibi asice ve korkusuzca sevebilir misin sevgili? Üzerimdeki siyah bilinmeze dayanabilir misin varlığının ışıltısıyla? Beni yeniden güneşe döndürür müsün?
Sana her yazdığımda umut ediyorum. Her seferinde aynı umutsuzluğu yutuyorum. İlgisizliğin midemde gaz yapıyor artık. Acı su canımı yakıyor. Sessiz reddedişlerin ölmek isteyişlerimi güçlendiriyor. Beni vazgeçirecek sebepler bulmakta artık zorlanıyorum.
Kendi içime doğru patlamak üzereyim. İçin için tütüşlerim içerden püskürmeye hazırlanan bir volkan gibi. Kabuğumu parçalamak için can atan bir lava akıntısına dönüşüyor histerim. Gel kurtar artık beni. Izdırabıma son ver. Beni bana yeniden bağışla varlığınla.
Tumblr media
20 notes · View notes
sairkentli · 6 months
Text
Tumblr media
Ömrümüz çelimsiz, kısa. Çabamız korkunç ama. Ahmed Arif
5 notes · View notes
sikayetname · 2 years
Text
Yıllar sonra tekrar aynı kitabın satırları arasında buldum kendimi.
...
Ben vedaları sevmem albayım. Hiç gitmesin insanlar. Hele gelmemek üzere giderlerse, çok üzülürüm albayım, dayanamam. Gelmemek üzere gidenler çok sevdiklerim olur genelde. Bi de bir hikaye bırakır ki geride, noksanlığın daniskası içinde. Ölse, öldü dersin, ama ölmez onlar. Ölmesinler de. Ölürlerse bi kere daha üzülürüm. Çünkü koklayamazlar bir daha çiçek. Yazık olur. Gönlüm geniş ama odalara yerleşecek insanlar yok ki albayım. Ben, bi şey yapmadım. Şimdi diyeceksin, yapmadın tabi ulan gül cemaline mi gelsinler, sanki cemalim çok gül de. Ne yapmalıydım albayım. Sevgi, yetmiyormuş her şeye.
...
Gerçekle her karşı karşıya gelişimde, onu ilk defa görmüş gibi yapıyorum albayım, tanımazlıktan geliyorum. Tanımamazlıktan gelirsem tanırım çünkü.
41 notes · View notes
longaz0 · 8 months
Text
Ablam dağınık biridir. Odası da azıcık nemlidir, kokar. Onu odasına girmem. O da zaten istemez girmemi. Bir mahremiyettir tutturmuş. E haklıdır da. Ben salonda yatıyorum. Bir köşede, ablamın eski divanına kıvrılıyorum. Yani mahremiyet nedir bilmedim hiç. Yine de sudan bir sebepten girivermiştim odaya. Ablam benden eşyasını getirmemi mi istemişti yoksa ben ona sinirimden zaten dağınık olan odasını daha bir dağıtmak için mi girivermiştim odaya hatırlamam bile. Daima kapalı duran kapıyı araladım. Dedim ya mahremiyet diye. Ablamın kapısı hep kapalıdır. Bir göz gezdirdim şöyle. Kapının koluna sütyenlerini asar. Gözüm takılmadı bile o uca. Bir de odadan daha dağınık çalışma masası vardır. Lambası olsun neyi şarj ettiğini sorsanız kendi de söyleyemeyeceği üç tane şarj aleti olsun. Sınava hazırlandığından eksik de olmasındı test kitapları. Şöyle fiyakalısından bir ayt matematiği. Ablam matematiği çok severdi zaten. Her şeyden sonra gözüm kitaplığına takıldı. Ablam mı çok kitap okurdu yoksa kitapları mı kendini okuturdu ablama bilmem gerçi. Sınav senesi yüzünden pek bir mesafe girdiydi ama aralarına. Haşır neşir olduğu tek kitaplar koskocaman ayt baskılı soru bankalarıydı. Ah ne çekti o yıl! Oğuz Atay'ın iki kitabı vardı. Pek ala kalın kalın Hasan Ali Yücel'leri. Az buz Jules Verne ve elbette Jack London. Hele ki Yıldız Gezgini'ni tekrar tekrar okumuştu. Bir de araya Sinek Isırıklarının Müellifi kaynamıştı Barış Bıçakçı’dan. Ne Orhan Veli’ler ne Tarık Buğra’lar eksik olmazdı raflarından. Babamla kendisinin bebekliğinden kalma bir fotoğrafı yaslıydı babamızın eski ansiklopedilerinin önünde. Ablam -gülünce gözleri görünmez- ağzı kulaklarında babamın göğsünde yatıyordu o fotoğrafta. Daha ne kitaplar ki sayamayacağım. Tam odadan çıkacağım, gözüm komidinin üzerinde duran kitaba takılıverdi. Bunu hiç görmemiştim. Borges, Sonsuzluğun Tarihi. İçimden bir alay geçti hemencecik. Tarihi olursa sonsuzluk olur muymuş ki? Ne saydırdım ama adama o gün. Daha sonra lanetledi galiba beni ki ansızın uğrayıp giden, bir kalp sızısı gibi zihnimde beliriveren bir suale dönüştü. Sonsuzluğun tarihi olur muydu ki?
1 note · View note
diyaloglog · 2 years
Text
Hoşlandığı kızın arkadaşı ile ittifak kurup ertesi güne sağlam bir plan yapınca, o akşam eve büyük bir heyecan ile gelmişti.
İçi içine sığmıyordu, karnı bile acıkmadı.
Durmadan telefona dadanıyor, yeni bir mesaj veya haber var mı diye kontrol ediyordu.
Sonunda dayanamayıp, kurdukları planın üzerinden geçmek için ortağını aramaya karar verdi.
- Selam, yarın ne yapıyoruz?
- Ee şey, biz başka bir program yaptık.
- Tamam, nereye gidiyoruz?
- Tiyatroya gidelim diye düşündük.
- E haber verseydin ya, iyi ki aramışım.
- Bizim için o kadar önemli değilsin.
- ...................
Sonrasını hatırlamadığı, gidip gitmediğini bilmediği bir hatıra olarak aklındaki tozlu hatıralarda tuttu.
Çoktan unutmuştu ama her kötü hissettiğinde cebinden çıkardığı mendil gibi bir köşede farketmeden bu anıyı saklamıştı.
4 notes · View notes