Tumgik
#iyilik tanrıları
olumsuzsozler · 10 months
Text
Tumblr media
Tanrılar insanları öldürmez.
Tanrıları olan insanlar insanları öldürür.
David Viaene
*
Biz de diyoruz ki; İnsanları değil, Tanrılarınızı öldürün.
İnsanlığı yaşatın ki, iyilik yaşasın, Erdem, Özgürlük, ve Barış, Adalet yaşasın...
0 notes
epiphanyartblog · 2 years
Text
"Açıkçası bütün tanrılara düşmanım ben. İyilik ettim kötülük gördüm hepsinden."
  Yunan Mitolojisine göre evren Khaos adlı ilkel tanrıdan doğmuştur. Khaos'un içinden önce Toprak Ana olarak bilinen Gaia çıktı. Gaia, her şeyi doğuran evrensel bir anadır. Tüm tanrılar, insanlar, hayvanlar ondan gelip, onun üzerinde yaşarlar. Gaia, Titanları doğurdu. Titanlardan biri olan Kronos, yerine geçerler korkusuyla kendi çocuklarını yemeye başladı. Çocuklarından Zeus Kronos'un elinden kurtulmayı başardı ve Titanların da yardımıyla onu alaşağı ederek iktidarlığı ele geçirdi. Zeus, Olimpos Tanrıları denen bir hanedanlık kurdu. Sonra Olimpos Tanrıları ile Titanlar arasında bazı savaşlar oldu. Prometheus ise Titanların çocuğuydu. Mitolojiye göre Prometheus ilk insanı, biçim verdiği çamurdan yaratmıştır. Bu çamur su ile değil göz yaşı ile oluşmuştur. Ancak insan, doğanın en güçsüzdür. Bir varlığa sığınmaya muhtaçtır. Kanatları, pençeleri, sivri dişleri yoktur. "Doğduğunda acılar, yetersizlikler ve giderilmesi gereken ihtiyaçlar yakasına yapışır." Prometheus, yarattığı bu insana acımış ve onu daha iyi yaşatabilmek, geliştirmek için; ateşi kullanmayı, toprağı kullanmayı, alet yapabilmesi için maden işlemeyi öğretmiştir... Prometheus Şeytan Tersi olarak adlandırılan ağacın bir dalını alıp,  Zeus'un ateşi sakladığı yerden bir tutam ateş çalıp insanoğluna götürmüş. İnsanlar o ateş sayesinde ısınmayı, yiyeceklerini pişirmeyi, karanlıklarını aydınlatmayı öğrenmişler. Ama bunları kendilerinin yaptığını savunup, tanrıya kafa tutmuşlar ve Zeus'a her şeyi açıklamışlar. Ateşi çalarak insanlara verdiği, onları şımarttığı ve geliştirdiği için Zeus, Prometheus'a çok kızmış. Hephaistos'tan onu Kafkas Dağlarına çıkarmasını ve onu oraya zincirlemesini istemiş. Hephaistos, zorunlu olarak Zeus'un isteğini yerine getirmiş ve Prometheus'u zincirle bağlamış, karaciğerlerini kartallara yedirmiş. Prometheus'un cezası tam bin yıl sürmüş. Bir gün yoldan geçen Zeus'un oğlu Herakles, kartalı bir okla vurur ve onu kurtarır. Oğlunun bu başarısından memnun olan Zeus, Prometheus'u sonunda affetmeye karar verir. Ateşi biz kullanmışız, tanrıya biz kafa tutmuşuz ama bedelini o ödemiş.
  Prometheus aynı zamanda bir heykeltraşmış. Bir gün atölyesinde çalışırken atölyeye şarap tanrısı Diosysus gelmiş. "Ne çok çalıştın, yorulmuş olmalısın. Gel seninle biraz gezelim." demiş ve onu gezmeye götürmüş. Biraz şarap içmişler ve Prometheus çakır keyif oluvermiş. Bu yüzden çalışırken bazı hatalar yapmış. Orantısız parçaları birleştirmiş, uyumsuz bedenler oluşturmuş. İnsanlardaki kusurlarda bu yüzdenmiş kimi efsanelere göre.
0 notes
adam-slx · 5 years
Text
Her ideoloji kurumlaşmış dindir (Küfürsüz yazmadım sadece siz okumadınız ama nerde küfür ettiğimi biliyorsunuz)
"Din insan onuruna bir hakarettir. Onunla veya onsuz, iyi insanlar iyi işler yapar ve kötü insanlar kötü işler yapar ama iyi insanların kötü işler yapmasının nedeni dindir." Steven Weinberg
Sanırım Weingberg, insanların bir defa kurumlara mensup olduklarında, nasıl kurum aidiyetlerini, şahsi ahlaklarının üzerinde tutabildiklerini söylemiş, (dil, ırk, bayrak, vatan, cinsiyet hatta ateizmin bile kendi sınırlarını kendi koydukları bir tanrıları var, benim gözümde bunların hepsi bir kurum parantezin parantezi din)
Sizin bildiğiniz anlamda dini düşünceyi burada savunacak değilim ama bu kadar bütün kötülüklerin anası diye başlayan Ateistlere de, arada iki kelam etmek lazım.
Bu sözü okuduğumda aklıma ilk hangi seviyede iyilik/kötülük diye sormak geldi. Postmodern kafaların her şey görecelidir lafazanlığından bahsetmiyorum, ahlaken iyi olanın, ahlaken kötü olandan ayrılamadığı bazı durumlar elbette var, evet, ama bu durumların dışında genelde neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilirim. Bununla beraber insanların yaptıkları iyilik ve kötülük sadece bireysel olarak değer kazanmaz, yaşadıkları çevrenin, ailenin, toplumun yaşama biçimi için de anlamı var. Belli davranışlar belli hayat tarzlarını yaşatır ve kurumlar (parantezin parantezi) da bu hayat tarzlarını sürdürebildikleri ölçüde yaşar.
Mesela, tüm modern değerlere karşı bir din olsun, kadınları ikinci sınıf görsün, şiddeti çözüm olarak bilsin, teknolojiye şüpheyle yaklaşsın, tarihin bir dönemindeki yaşama biçimini taklit etmenin en birinci erdem olduğunu iddia etsin. Sen hemen kendi kurumunun devam etmesi için kurumsal açıdan, bu dinin mensupları modern insan açısından kötülüğün cisimleşmiş hali gibi olacaktır diyeceksin, ben de bu antimodern yaşama biçimi, eğer kendini sürdürebiliyorsa, ideolojisini birbirine daha bağlı ve daha uzun süre yaşayabiliyorsa, bu antimodern değerler, kendini yaşatmak için gayet iyidir derim. Modern toplum ve modern insan açısından kötü olanın, başka bir toplum yapısı için iyi olabileceğini ve sırf evrimsel manada bile daha güçlü olabileceğini farketmek lazım.
Bu sözle ilgili ikinci meselem de, Din anlattığı hikayeleri geçmişten beri değiştirmediği, bin sene önce ölmüş insanları veya inanması zor varlıkları konu edindiği için kötü (bunda din kurumu hariç bütün kurumlar hem fikir hatta benim bile kabulüm), bir insanın ulus devleti adına, onun yaşaması için yaptıkları mesela, modern etiğin iyi insanlara kötü işler yaptırmak için üretildiğini söylemeye yeter mi? İnsanlar yaşarken kendilerine iyi gelen tercihlerde bulunuyorlar ve bunların sonuçları var, iyi insanlar savaşlarda ülkeleri adına savaşıyor ve başka iyi insanları öldürüyor, iyi insanlar vergi veriyor ve bunlar başka iyi insanları öldürmek için silah üretiminde kullanılıyor. İyi insanlar iyilik adına, o kadar iyi olmadığını düşündükleri insanları ülkelerinin dışında tutuyor. İyi insanlar, aç insanlara yardım etmiyor. İyi insanlar kendi zenginlik ve refahlarını devam ettirecek her tür sömürü düzeninin devamınnda sorun görmüyorlar. (ne kadar da iyisin din kötüdür dediğin için 😈)
Bütün bunlarda insanların bu şekilde davranmasına sebep olan etik ne kadar suçluysa, din de iyi insanların kötü davranış göstermesinde o kadar suçlu. Ahlak konusuna bireysel olarak yaklaşan hiçbir fikri duruş, iyiyi veya kötüyü şahsi düzeyde tanımlayamaz. İyilik ve kötülüğün doğal şekilde tanımlanabilmesi için, insanın kurumda yaşayan bir birim olduğunu kabul etmek gerek. İnsan, birey olarak yaşadığı kısa ömrünü ne şekilde bitirirse, bitirsin, yaptığının iyiliği ve kötülüğünü evrensel olarak ölçmek için gereken ölçüleri kendi içinde bulması imkansız. Ömür küçük, iyilik ve kötülük büyük kavramlar. İnsanın bir davranışının iyi olup olmadığını ölçmek, bir insanın boyunu kilometrelerce derinlikteki bir okyanusta cetvelle ölçmeye benzer.
iyilik ve kötülük, kurumların yaşaması üzerinden tanımlanabilir mi (buda benim size sorum olsun, düşüm düşüm düşündürecem sizi)
İnsanın yaşamasının, varlığının iyi olduğunu kabul etmek zor değil, bunun üzerine toplumların ve yaşama biçimlerinin devamının iyi olduğunu kabul etmek de mümkün. Bir bireyin hayata gelip, hayatta kalmasında iyilik ve kötülüğün önemli bir etkisi yok, insan hayatını kötü biri olarak da geçirebilir, iyi olarak da ve yaşadığı yaptığı ahlaki tercihlerin herhangi bir sonucunu görmeden ölüp gider. Karma veya ahiret gibi inançlara başvurmadan insanların yaptıklarının neden iyi veya neden kötü olduğunu anlatmak mümkün değil. Seküler bireysel ahlak bu nedenle neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlatırken bir yerde kendi değerlerine başvurmak zorunda. Bu da aslında önemli olanın bireysel iyilik veya kötülük değil, kurumların yaşamaya devam etmesi olduğunu gösterir. Din bu sebeple en az modern değerler kadar toplumların yaşamasına imkan veren bir değerler kurumu. Bireysel olarak bize sunduğu (cennet, erme, aydınlanma vb.) idealleri komik bulabiliriz, ancak bunun gerisinde insanların doğru yaşamak adına denenmiş ve yaşamış bir değerler sistemi mevcut. Kurum bize bu değerler sistemini, daha iyi olduğunu söylediği başka değerler sistemiyle değiştirme telkininde bulunuyor ama toplumların ömrüyle kıyaslandığında nereye gideceğimiz konusunda bir fikri yok.
Bütün kurumlar bir şekilde insanların davranış kalıplarını yönetmeye çalışır, bireylerin ne şekilde davranacağını, hangisinin iyi ve beslenmeye değer, hangisinin kötü ve yok edilmesi gereken olduğunu karar vermenizi istiyor, siz iyisiniz ve kötülükle savaşmalısınız diyor, onlar da iyilik adına kötülük ve karanlıkla savaşıyor. (ne kadar da kutsal bir kurum)
Kesinlikle bu kurumlara sınır çizip, falancalar daha iyi filancalar daha kötü demek benim işim değil (aslında sabahtan beri kötüdür diyorum da küfür etmiyorum 😎). İnsan kendini giydiği kurum elbisesinden çıkarıp çırılçıplaklığının hakikat olduğunu keşfetmeden bu konularda ilerlemek çok zor. Ama öteki kurumların bizim kuruma göre eksileri var mı diyeceksin? Bizim doktrin, onların doktrininden daha iyi mi diyeceksin? Bizim dinimiz daha adaletli davranıyor mu diyeceksin? O zaman çırılçıplak kaldıysan götüne bak derim, göremiyormusun istersen benim gözümle götünü tarif edebilirim 😈 ne oldu gözüm götüne mi kaçtı ....................................... (noktaları biliyorsunuz 😈)
1 note · View note
yazamazokur · 4 years
Text
Tumblr media
Bir sınav gözetmenliğinde bana eşlik eden bu roman Almanya'da başlayan Türkiye'de devam eden 4 kuşak ailenin yaşadıklarını genelde kadınların dilinden anlatıyor.Ben kitabı okurken zaman ve yerler değişse de yazık hep aynı döngü,hep aynı zihniyet diye hayıflanırken buldum kendimi çoğu kez.1. ve 2. kuşak daha ayrıntılı anlatılırken, 3. ve 4. kuşak daha günümüz ve güncel olaylar olduğundan mı bilmem ama sanki daha bir teğet geçilmiş gibi geldi bana.. Her birinden tadımlık ama doyumluk olmayan çok tanıdık bir aile hikayesi..
Panik içinde doğru kararlar alamaz ki insanlar!Bir süre daha bekleselerdi keşke. Konuşsalardı, aralarında tartışsalardı... 16
''Huzur getirebiliyor musunuz, onu söyleyin. Yüksek dozda ihtiyacım var,'' demişti yaşlı adam.
'' Huzur bulunmuyor bugünlerde. Karaborsaya düşmüş.'' 23
''Tanrım beni, ailemi ve sevdiklerimi koru...'' Gerisi gelmiyordu, unutmuştu.. oh olsun ona!Çocukluk duasını unutana, ancak sıkıştığında dua edene Tanrı niye yardım etsinki! 28
Hitler yangın mahalline ulaştığında ise, Propaganda Bakanı Goebbels'i, hani şu, 'yalan ne kadar büyük olursa inananı o kadar çok olur' diye buyuran eski gazeteciyi, yangını seyrederken bulmuştu. 34
Ne tuhaf bela gelip de kapısını çalana kadar, kendine bulaşmaz sanıyordu insan. Bu da bir insanlık zaafıydı kuşkusuz! 35
Telaşa mahal yoktu çünkü faşistler,kadınlar ve çocuklarla değil sadece erkeklerle uğraşıyorlardı. Kadınlarla da uğraşıyorlardı, bir işyerinde çalışan , bir mevki işgal eden kadınlarla. Elsa, Peter'in doğumundan beri, zamanını çocuklarına ve evine adamış bir ev kadınıydı sadece. Ari ırktan bir Alman kadının hakkını yemiyordu ki, göze batacak bir durumu olsun.Çocuklara gelince..çocuktu onlar yahu! Dini, ırkı ne olursa olsun, çocuklarla kim uğraşırdı ki? 38
Nasıl geçeceğini tasavvur edemediği ömrünün bundan sonraki faslına ilk adımlarını, yeni yürümeye başlayan bir bebeğin karışık duyguları içinde attı; ürkek,endişeli, ama yine de tuhaf bir heyecan içinde. 44
Er geç sabah olacak ve uyanacaklardı. Ama sabah olmuyordu bir türlü. Kabus uzadıkça uzuyordu! 49
''Bu, aynı zamanda bir zorbanın insanları hangi noktalara taşıyabileceğinin de bir göstergesi, Gerhard. Ne vakit bilemem ama, Hitler birgün bitecek ve işte o zaman sosyologlar yaşadığımız günlerin verilerini kullanarak, zorbalığın zarar ve sonuçları üzerine tez yazacaklar.Yani, diyeceğim şu oğlum, kötüden de ders çıkarmak mümkündür.'' 53
Halkın ahlakıı da bozacaklar böyle giderse, diyordu, sanki halkın ahlakı bozulmamış gibi. 53
Umut hep olmalıydı.. yaşam sürdükçe! 54
Umutlarını hiç yeşertmedi.Hayal kırıklığına uğramamak için, hayal kurmamayı çabuk öğrenmişti. Ne olacaksa olacak, diyordu,filozofça. Doğuya doğru gidiyordu, kaderci olmalıydı, tıpkı doğulular gibi. 59
Bu Türkler sabahtan akşama peynir mi yer? 67
Öğrenci Akil bana dediydiki, paraları yokmuş ama başarmak için çok hevesleri varmış. Ben de ona, doğru eğitim disiplin ister dedim.Hocam, Müslümanlarda zaten biat kültürü var, diye yanıtladı.Biat ve disiplin aynı şey değildir, diye itiraz ettim.Biat, inandığın kişiye hiç sorgulamadan kendini gözü kapalı teslim etmektir. Disiplin ise,mevcut kurallara ve düzene eksiksiz uymak ve aynı anda sürekli sorgulayabilmektir. 72
Türkler İstanbulu fethettiklerinde ,Bizanslı bilim adamlarının İstanbulu terk etmesini önleyememişlerdi. İşte bu yüzden Rönasans , bu kişilerin sığındığı İtalya'ya nasip oldu.Biz bugün, burada, çok değerli profesörlerin Avrupa'dan İstanbul'a gelmelerine vesile olarak, bilimi İstanbul'a geri döndürüyor ve neticesinin ülkemize çok şey katacağına inanıyoruz. Siz Avrupalı bilim insanları, bize ilminizi, metotlarınızı getirin ve gençlerimize ilerlemenin, çağı yakalamanın yollarını gösterin. 77
Bize emanet edilen gençleri en mükemmel şekilde eğitmek ve değerli bir kuşağın yetişmesine katkıda bulunmak... Bu ne müthiş bir hedef, öyle değil mi? 85
Yeniliklere direnmek Türklerin genlerinde var. 96
Yahudilere durmak, dinlenmek ve huzur yoktu! Onlara yürü buyurmuştu, Tanrıları.
Yürü, yüksel anlamına alınırsa, eh, doğrusu her el attıkları işten yüzlerinin akıyla çıkmasını bilen insanlardı. Ama 'Yürü' aynı zamanda gez, dolaş,hatta hiçbiryerde huzur bulama, sürekli oradan oraya savrul, anlamına da gelebiliyordu. Bu yüzden mi hep yollardaydı Yahudiler? 110
Şansız bir ırk olabilirlerdi ama kesinlikle mutlu bir aileydiler. 114
Burada çalışmakta olann her biri!Beklentileri ise sadece takdir görmekti,hepsi bu! 129
Kendimizi boşuna kandırmayalım , biz Türklerden bir Einstein çıkmaz. 130
Tüm sıkıntılara rağmen başı dik ve onurlu!Bu ülkeye minnet duyuyordu,bu ülkeyi seviyordu,İstanbul'a aşıktı,ama yürümeyen işler yüzünden,iyice bunalmaya başlıyordu. 131
Tanrılara bir kurban vermek gerekiyordu ki gazapları yatışsın. Ne yazıkki kabak en dürüst, en değerli ve en sevgili dostlarından birinin başında patlamıştı! Yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı. Arkadaşına yardımcı olamadığı için o kadar üzgündü ki,nefes almakta zorlanıyordu. Dizlerinde kendini taşıyacak dermanı bulamayacağını düşündüğü için, hemen kalkmadı yerinden.Tarih tekerrür ediyordu. Almanya'daki zihniyetin bir benzeri.. sürekli kaşınan milli duygular,uydurulan ya da abartılan hikayelerin sonucunda basına, ifade özgürlüğüne getirilen yasaklar... feda edilen insanlar... tüm bunlar bu ülkede mi yakalamıştı onları! 142
Kişi arasına kimseyi sokmadan konuşabiliyordu yaratıcısıyla, Müslümanların Allah'ı iyi insan olmanın, gönül kırmamanın, kendine çok hayırlı geleceğini fısıldamıştı.. 159
İnsan olmak ciddi bir iştir.Kimliklerimiz de insan olduğumuz için var. Bizim bir zamanlar Alman kimliklerimiz vardı çünkü Almanya'da doğmuştuk.O kimlikler elimizden alındığı için, şimdi yaşadığımız ülkenin kimliklerine sahibiz. 163
Gerhard, kızının zeki olduğunu biliyordu da mutsuz olduğunun farında değildi. 164
Başıma ne geldiyse, sorhaşken geldi, dedi.'' Bir daha elimi içkiye sürmemek için, koyu bir müslüman mı olsam acaba? 180
İyilik kötülüğe pek ender baskın çıkıyordu ama hayat çocuklar için, savaşı beklerken dahibir oyundu! 189
Hayat bazen de eş zamanlamayla, ölüm kederini, doğum sevinci ve başarı müjdesiyle harmanlayarak akıp gidiyordu. 201
Elsa herşeyi çok iyi sezen fakat ilişklierini seviyeli şekilde sürdürebilme için, gerçekleri yüze vurmayan, ender kadınlardı. 205
Alooooo! Beni sevecek kimse yok mu, şu dünyada? Varsa ortaya çıksın! Hemen! 208
Hayatta umduğuu bulamayan sadece Suzan değildi. 212
Sen benim herşeyimi bilirsin ya, artık çok mutlu olduğumu da bil. 229
Bir hayal kadar güzelsn. 235
Huzurum var! Dünyadaki en değerli şey huzurdur. 317
İç sesimi dinleyeceğim ve kendimi bulacağım, anne!Babamın, senin ve büyük annelerimin dümen suyundaan kurtulup, kendimi bulacağım. 317
Doğru insanı bulana kadar, bırak tek başına uçsun.Kafesinde kalırsa çok mutsuz olur, hesabını da bize yazar. 319
Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına/ ey ufuklar diyorum, yolculuk var yarına
Annemle babamın birlikteliğini bilen Sideliler, benim bir aşk çocuğu olduğumu düşünürler. Oysa annem katıksız bır mantık birlikteliği olduğum konusunda ısrarcıdır. Ben katılmam ona.Davranışlarıma mantık egemen oluyorsa, bunu annemle babama değil,Alma yahudisi Gerhard Dedeme borçlu olduğuma inanırım. Anneannem de aynı fikirdedir üstelik. Zor ve uzun bir eğitim gerektiren doktorluk mesleğini seçtiğime göre, bir tati beldesinde yan gelip yatan filozof babama veya serseri ruhlu anneme değil, çalışkan ve ilkeli babasına çektiğime dair, yemin billah ediyor. 328
Çocukke bütün ailemin birarada olduğu yaz mevsimi hiç bitmesin isterdim. 338
''Niye gidecekmişiz ki?'' diye yanıtlıyordu Suziş, '' Kanadı kırık kuş her yerde diken üstünde yaşar.Buraya da Almanya'dan göçmedik mi? Her yer bize gurbet.'' 344
Biraz saf olmalıyım ki, liseyi bitirene kadar, olaylar ne denli kötü olursa olsun, insanların hep iyi niiyetli olduğuna , güzel bir dünyada yaşadığıma inanmışım!
Doğdukları topraklardan sırf din denen olgunun istismarı yüzünden kovulan Alman Yahudisi bir aileyle, Müslüman Türk bir başka ailenin, din istismarı yüzünden ülkesinde yaşamaya koskan üçüncü kuşaktan torunu ben, yalnız sevgilime gitmiyordum, vatanımın da neresi olacağına karar vermeye gidiyordum... vatanın da, dinin de sadece ve tamamen sevgi olduğuna inanarak! 390
18 Kasım 2020
1 note · View note
mimzedall · 5 years
Text
Pardayanlar (Les Pardaillan) I. [Michel Zevaco]
Tumblr media
Yıllardır sorarlar bana, en sevdiğin kitap hangisi, favori kitabın hangisi diye. Bundan yirmi küsur yıl önce bir yaz tatilinde odaya kapanıp da Pardayanlar’ı bitirdikten sonra cevabım hiç değişmedi. Her zaman için favorim, en sevdiğim, en fazla değer verdiğim kitap Pardayanlar serisidir. Bundan sonra ikinci soru geliyor. “Konusu nedir?” diye. Bu soruya kolay cevap vermemi sağladığı için Michel Zevaco’ya teşekkür ederim. Çoğunlukla bu soruya kolay kolay cevap veremem. Bu soruyu soranlar tek cümlede kitabı özetlememi bekliyorlar benden halbuki kolay bir iş değildir bir kitabı bir çırpıda anlatabilmek. Allahtan ki Pardayanlar’ı anlatırken “16. Yüzyılda Fransa’da yaşayan bir şövalyenin maceraları” diyerek geçiştirebiliyorum. Bu kadar basit bir konuyla nasıl favori kitap olduğunu da şimdi anlatmaya çalışacağım.
Tumblr media
Kitap Michel Zevaco tarafından geçtiğimiz yüzyılın başlarında gazetede tefrika olarak yayınlanmış. Tefrika olmasının kolay okunurluk açısından avantajlı olduğunu düşünüyorum. Ağdalı cümleler, uzun tasvirler yok. Aksiyon asla bitmiyor. On ciltlik eserin her iki cildi bir macera olmak üzere beş maceradan oluşuyor tüm eser. Birinci cilt baba Pardayan ve oğul Pardayan’ın maceralarını içeriyor. Bizim esas kahramanımız oğul olan Jean de Pardaillan. Bu arada belirtmem gerekiyor, değişik basımlarda isimler değişik şekillerde kullanılmış. Fransızca aslı Les Pardaillan. İsimlerin sadece Türkçe okunuşlarıyla yazıldığı baskılarını da okudum Fransızca olanlarını da. Bu elimdeki birinci cilt Baskan Yayınları tarafından basılmış. Murad Sertoğlu çevirisi. Şimdi kitaptan (birinci ciltten) yaptığım alıntılarla Pardayan’ın nasıl bir kişi olduğunu anlatayım: “Tehlike meselesine gelince, bu benim için önemsiz bir şeydir. Dünyada hiç kimseden korkum yoktur." Tehlike, kahramanımız için basit bir meseledir. Kendini tehlikeye atmaktan asla sakınmaz. Cesaret en temel özelliklerinden birisidir. Saymayı bitirdiğim zaman Yunan tanrısı benzeri bir tiple karşılaşacağız sanırım. "Size oğlumu, Şövalye Jean de Pardaillan'ı ve kendimi, Henri de Pardaillan'ı takdim ederim. Silâhşoruz. Kılıçlarımızdan başka bir şeyimiz yoktur ve bu andan itibaren bu kılıçları, hayatımızla birlikte emrinize vermiş bulunuyoruz," dedi. Kutsal bir gaye uğuruna ya da dostluk uğruna ya da insanlık uğuruna kılıcını kınından çıkarır ve gerçekten hayatını ortaya koyarak savaşır. Yukarıdaki cümle mal varlığını da ifade ediyor aynı zamanda. Pardayan asla cebinde beş kuruşu olan biri insan değildir, olmamıştır da. Dünya malına zerre kadar ehemmiyet vermez. Cebine üç kuruş para girse bunu anında birileri ile paylaşır. Çoğunlukla tüm parasını tek bir yoksula verir, kapı kapı dolaşıp üçer kuruşluk sadakalar da vermez. Birisi gelip ihtiyacını beyan ettiği anda tüm para uçmuştur. Para aşkının olmadığı gibi makam-mevki aşkı da yoktur. Bunu ilerleyen ciltlerde daha net anlatmış zaten yazar. “Ondan sonra mektup elinden düştü ve şövalye gözyaşlarını tutamayarak ağlamaya başladı.” Şövalye, aynı zamanda oldukça duygusal bir tiptir. Bir anda bakmışsınız ağlamaya başlamış. Bütün hareketlerini duygularına göre belirleyen bir insan için normal bir eğilim. Acıklı bir olay gördü müydü şövalyeyi tutabilene aşk olsun. Harekete geçmeden önce bir bakmışsınız hüngür hüngür ağlıyor. "Doğrusu, babamı çok severim. Annemi hiç bilmem... Çünkü onu hiç görmedim. Babam bana küçükken baktı. Beni savaşlara götürdü. Kılıcıyla beni kaç defa korudu... Açık yerlerde yattığımız zamanlar, üşümeyeyim diye her zaman mantosunu bana verdi. Birçok defa bana yiyecek verir: 'Sen ye, ben kendime ayırdım; sonra yiyeceğim,' derdi. Hâlbuki torbasını aradığım halde yenecek hiçbir şey bulamazdım. Bütün bunları anladığınızı zannediyorum. Bunun için babamı çok severim. Çünkü yeryüzünde ondan başka beni seven ve düşünen tek bir kişinin bulunmadığını bilirim." Babası da kendisini böyle yetiştirmiş. Gerçi farklı nasihatler veriyor bu ciltte sık sık ama yine de iyilikten kendisini alamıyor. Yeri gelmişken babasının oğluna verdiği fakat kendinin bile inanmadığı hiçbir zaman da tutulmayan nasihatler şöyle: “Şimdi beni dinle..." "Dinliyorum babacığım." "Evvela erkeklere inanma... Bir kimseyi suda boğulurken görürsen hemen oradan uzaklaş. Bir sokak k��şesinde hırsızların ve cânilerin bir adama saldırdıklarını görürsen hemen başka yola sap... Bir adam sana, ben senin dostunum, derse ona senden nasıl bir fenalık istediğini sor... Sana bir adam, iyilik yapmak isterse hemen zırhlı gömleğini giyin... Eğer seni biri imdada çağırırsa kulaklarını tıka... İşte sana öğütlerim... Bunları unutmayacağına yemin ediyor musun?.." "Ediyorum..." "Kadınlara gelince, onlara da hiç inanma! En güzel görünen, en iyi görünen kadınlar bile yalancı ve hilekârdırlar. Boynuna dolanacak olan kollar, en zayıf anında seni boğmaya kalkışacaktır. Bunu katiyen unutmaman lazımdır... Onun için sen de hiçbir kadına gönlünü kaptırma... Onlardan daima uzak yaşa... Bunu vaat ediyor musun?" "Vaat ediyorum!" "Sana Giboulee'yi bırakıyorum. Bu kılıç senin en çok güvenebileceğin dostun olacaktır. Ondan başka hiç kimseye itimat etme..." "Etmeyeceğim!" "O halde rahat rahat sana veda edebilirim." "Yolun açık olsun babacığım!" Gördüğünüz gibi gayet esprili bir yanı da var hem baba hem de oğul Pardayanlar’ın. Baba inanmasa da oğlunu tehlikelerden korumak için bu tür nasihatleri veriyor. Kitabın bir yerinde şöyle dediğini işiteceksiniz: “Ah, şu gencin, ötekinin, berikinin yardımına koşmaktan vazgeçeceğini bilsem sağ kolumu feda ederim. Ah şu gençlik delilikleri." “Çarpışmalar son derece vahşice oluyordu. Pardaillan'lar âdeta masallardaki devler gibi çarpışıyorlardı. Yeniden iki askerin kılıcı kırıldı. Üç kişi daha yaralanarak yere yuvarlandı. Diğerleri canlarını kurtarmak için nefes nefese birkaç adım gerilediler. Pardaillan'lar bu saldırıyı da püskürtmüşlerdi. Fakat onlar da vücutlarının birçok yerinden irili ufaklı yaralar almışlardı. Bu yüzden vücutları kan içinde kalmış ve sarf ettikleri büyük gayret sonunda hâlsiz düşmüşlerdi.” En önemli özelliği atlayacaktım az daha. Pardayan hakikaten Yunan tanrıları kadar güçlü bir karakterdir. Onun için yenilgi diye bir şey söz konusu olamaz. Kitap boyunca asla yenilmez, maceralar yüz cilt bile devam edecek olsa Pardayan’ın yenilme ihtimali olmayacaktı. Çok kuvvetlidir, ondan daha kuvvetli bir insanın yeryüzünde var olması ihtimali yoktur. Kılıcı çok iyi kullanır ve kendinden iyi kılıç kullanabilecek bir babayiğit de asla var olmamıştır. Biraz gerçeküstü bir görüntüsü olsa da kitabı ve kahramanı değerli kılan ayrıntılardan birisi de bu yenilmezliktir. “Pardaillan bunu yapamayacağını biliyordu. Krala karşı özel bir sempatisi yoktu. Daha doğrusu IX. Charles'ın kral olup olmaması kendisini zerre kadar ilgilendirmiyordu. Onu en çok hayrete düşüren şey: Cosseins, Guitalens, de Tavannes, Mareşal Montmorency gibi para ve mevkilerini IX. Charles'a borçlu olan kimselerin şimdi nasıl olup da Kralın aleyhine birleşmiş olmaları, ona ihanet ederek kendisini devirmeye çalışmalarıydı. Bu ne ahlâksızlık, bu ne utanmazlıktı?.. Onları ele vermeye gelince, Pardaillan bunu bir an bile düşünemiyordu. O, asla böyle bir işi yapacak yaratılışta bir adam değildi.” Haksızlığa tahammülü yoktur. Bunlara göz yumma ihtimali olmadığı gibi gammazlık gibi bir özelliği de yoktur. Bir haksızlığı gördüğü anda onu gidermek için uğraşır ve bunu başarır da. Konu bir ordunun karşısına tek başına dikilmeye vardığında dahi vazgeçmez, gözünü budaktan sakınmaz. Şikâyet de etmez. Kimseyi kimseye gammazlamaz. Bu işler bittikten sonra Navarre Kraliçesi: "Siz de Protestan mısınız?" diye sordu. "Ben insanlık dinindenim. İşte hepsi bu kadar..." İnsanlık dinine mensuptur. Dini taassubu yoktur. İnsanları fikirlerine ve yaşayışlarına göre yargılamaz. Kimsenin dini nedir, geliri ne kadardır, mevkii nedir diye bakmaz. Bir dilenciye de aynı şekilde yaklaşır bir prense de. Evet, alıntılarım bu cilt için bu kadardı. Pardayan’ın neden sevdiğimi anlatabilmişimdir sanıyorum. Erdemlerin umursanmadığı bir dünyada –ki ben bu umursanmamanın yeni bir şey olduğuna inanmıyorum insanlık var oldu beri erdemler, insanın bencilliğinin gerisindendir- Pardayan her hal ve tavrıyla doğru insanın özelliklerini taşır. Asla yalan söylemez, hile yapmaz, adam satmaz, gözünü budaktan esirgemez. Gerçek bir üst insandır. Read the full article
0 notes
Photo
Tumblr media
Kayra Han, Kayır Han, Krayir ya da Kayrakan Türk ve Altay mitolojisinde Yaratıcı Tanrı. Baş Tanrı. En çok Altay, Tuva, Hakas ve Yakut mitolojilerinde ön plana çıkar. Babası İlk Tanrı olan Gök Tengri'dir annesi yoktur. Gök Tengri'den sonra Tanrıların en büyüğü ve en önde gelenidir. Gök Tengri hariç bütün Her şeyin yaratıcısıdır. Mutlak üstünlüğü vardır. Göğün 17. katında oturur. Tengri hariç Diğer bütün Tanrıları da o yaratmıştır. Bu anlamda diğer Tanrıların kendisiyle kıyaslandığında, emirlerini yerine getiren veya verdiği görevleri yineleyen birer melek konumunda olduğu yaklaşımı yanlış olmayacaktır. Ancak İslam öncesi Türk kültüründe melek veya benzeri bir kavram yer almaz. Bu sonuca yalnızca kıyaslama yapılarak ulaşılabilir. Evrenin yazgısını belirler. İyilik yönü ağır basar. Yeryüzünü yarattıktan sonra dokuz dallı bir ağaç (çam veya kayın) dikmiştir. Bu ağaç yerle göğü birbirine bağlayan yaşam ağacı “Uluğ Kayın”dır. İnsanların atası olan dokuz kişi bu ağacın dallarından türemiş ve dokuz boy (dokuz ırk) bu kişilerin soyundan ortaya çıkmıştır. Tengere Kayra Han, Altaylılar'ın yanı sıra Ostyaklar ve Yakutlar gibi bazı Sibiryalı toplumların mitolojilerinde yüksek derecede bir tanrı olarak saygı duyulur. Altayların yaratılış efsanesinde dünyanın yaratıcısı olarak gösterilir. Kayra Han bu efsanede ayrıca tüm Gök Tengricilikte yeraltı aleminin tanrısı olarak tanılan Erlik Han'a ceza olarak yeraltı aleminin tanrısı olma görevini verir. Bazen babası Gök Tengri ile eşdeğer tutulur. Ülgen, Yer Tengri, Mergen ve Kızagan adlı dört oğlu vardır. #türk #türkiye #türklük #türkçülük #milliyetçilik #alperen #turan #bozkurt https://www.instagram.com/p/B53YeVkBbJ5/?igshid=1jcjwyqni2kpu
0 notes
sahibikelam · 5 years
Text
İşimize Gelmeyen Ayetler
" Selam. Edebi değeri olan bir yazı olmayacak bu. Sadece dertleşmek istedim. "Biz ona yolü gösterdik. Artık ya şükredici olur ya nankör." (İnsan 3) Son bayram tatilinin 3.günüydü sanırım, geçerken parka uğramıştık arkadaşlarla. Kedi doluydu park, kedileri de çok severim, öyle böyle değil. Hele biraz sırnaşık ve yabani olmayan bir kediyse karşımdaki bıkmam hiç sevmekten. Epey yorulmuştuk arkadaşlarla kıymetli bir iş yapmış dönüyorduk fakat kedileri görünce kendisine uçan balon alınmış, kaçmasın diye de balona bağlı bir ip parmağına dolanmış ve koştura koştura balonu uçurtan 5 yaşındaki çocuklara dönmüştüm. Sevimli ve sırnaşık olanları mıncıklayıp durdum. Kedi beslemiş yada sevmiş olanlar bilir karakterleri tıpkı insanlarınki gibi birbirinden tamamen farklı olur bunların. Kaç çeşit insan var diye sorsan, insan sayısı kadar derim, kaç çeşit kedi var diye sorsan, yine kedi sayısı kadar kedi çeşidi var derim. Bazıları ya karakteri gereği, ya da artık yavruluk zamanlarında gördükleri muamele nedeniyle, ya da her ikisinin birleşimi sonucunda yabani oluyor. İnsanlara fazla yanaşmıyorlar. "Biz ona vermedik mi iki göz Bir dil, iki dudak?" (Beled 8-9) Hak geçmesin diye biraz da yabani olanlara yanaşmaya çalışım, baktım çok pas vermiyorlar, ben de zorlamadım. Nasılsa yanımda kendini sevdiren bir sürü kedi vardı. Fakat o gün fark ettim ki, benim "kedi sevgisi" zannettiğim şey "kedi sevgisi" değilmiş. "Kılavuzladık onu iki tepeye. Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o." (Beled 10-11) Yorulduk yürümekten, eve dönecektik, parkın çıkışına doğru kartondan bir kutu gördük, içinde de yine bir kedi... Bu kedi yabani değildi, sırnaşık da değildi, zira ne yabani olma şansı vardı ne de sırnaşık. Tek gözü tamamen kördü, öbürü de iyice akmış, kapanmak üzereydi. Belli ki çok kısa bir sürede tamamen kör olacaktı. "Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o" (Beled 11) Üç arkadaş birbirimize baktık. Hepimiz biliyorduk yapmamız gerekeni. Bu kediyi zaten hazır kartonuyla alacaktık, atlayıp veterinere götürecektik. Zaten yorulmuştum, zaten hep yorgun hissederim kendimi. Üşendim. Ve Bayramda veteriner nasıl bulunacak dedim içimden, sustum Bir şey demedim. Biz üçümüz birbirimize baktık, birimiz atılsın diye. "Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o" (Beled 11) Tekimiz kendini, hesapta kendi vicdanında kurtardı, " alalım götürelim isterseniz, bana fark etmez" deyip yerde daire çizerek yürüdü. Diğerimiz "Yazık cidden, acaba başkası ilgilenir mi bizden sonra?" diye pası bizden sonra oradan geçip kediyi görmesi muhtemel diğer insanlara attı. Bense sustum. "Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o" (Beled 11) Neden sustum biliyor musun? Yorgundum Üşendim, sadece bu. Yapmam gerekenin ne olduğunu gayet iyi biliyordum. İnsanların böyle durumlardaki tavırlarını da iyi biliyordum. Kendi vicdanlarını rahatlatacak bir yol, bir kaçış ararlar. İşte birisi "Bana uyar, karar sizin" dedi, köşesine çekildi. Öteki "Yazık" dedi, üzüldüğünü belli etti, "Herhalde başkaları görür " dedi. Ben bu tür davranışların fasa fiso olduğunu biliyordum. Ben ne yapmam gerektiğini gayet iyi biliyordum. Zira insanların ve iyi zannettiğimiz insanların böyle durumlardaki tavrının ne olacağını da iyi biliyordum. Ya kendine bir mazeret bulup içini rahatlatır, ya " biri bir şey yaparsa ben de uyarım" diye pasif kalır ve sözüm ona iyi insan rolü yapar, ya da bunların hiçbiri içini rahatlatamıyorsa suçu atacak bir başkalarını bulur. "Nasıl bırakırlar bu hayvanı böyle" diye söylenirler. Ben kendimi bunlarla kandıramıyorum. yıllardır kandıramadım. Yapmam gereken şey belliydi. Tüm ataletimi kırıp, o hiçbir geçerliliği olmayan mazeretlerimi çöpe atıp, vaktimi ayıracaktım, kaldıracaktım o kartonu ve kediyi, "Hadi gidiyoruz, hadi hadi hadi" deyip veterinere götürecektim hayvancağızı. Yoksa kör olacaktı. "Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o" (Beled 11) Bunu yapmadım. Tek sebebi de dediğim gibi üşenmemdi. Akabeyi belki duymuşsundur ayetteki bildiğin keçi yolu sarp bir yol. Ben içimdeki akabeye çıkamadım, düzlüğü tercih ettim. Konforumu önceledim. Bir daha ne o parka gitmeye fırsatım oldu, ne de o kediyi gördüm, tahminen de ölmüştür. Bariz bir şekilde sınava tabi tutuldum ve bariz bir şekilde sınavı kaybettim ben o gün. Bu bir savaştı, sonucu da tarih kitaplarının deyimiyle: "Decisive nefs victory", kesin nefs zaferi oldu. Yenildim nefsime, ataletime, umursamazlığıma. "Biz ona vermedik mi iki göz, Bir dil, iki dudak? Kılavuzladık onu iki tepeye. Akabeye, sarp yokuşa atılamadı o. Sarp yokuşun ne olduğunu sana bildiren nedir? Özgürlüğü zincirlenenin bağını çözmektir o. Yahut da açlık ve perişanlık gününde doyurmaktır o, Yakındaki bir yetimi, Yahut ezilmiş-boynu bükük bir yoksulu. Sonra da iman eden ve birbirlerine sabrı öneren, merhameti öneren kişilerden olmaktır o. İşte böyleleridir uğur ve bereket dostları." (Beled 8-18) İki gözüm vardı, iki gözü olmayana "bile bile" yardım etmedim. O sarp yokuşa atılamadım. Üstelik o kadar da sarp ve keskin değildi bu seferki yokuş, nedir yani, 1 saatini ayıracaktın alt tarafı. Benim "kedi sevgisi" zannettiğim şey, meğer sevme ve sevilme ihtiyacımmış, o an anladım bunu. Sevdim, sevildim, işimi gördüm ve ihtiyacımı gördükten sonra umursamadım ölmek üzere olan bir kediyi. Sevgi böyle bir şey değildir. Nedense 10 gündür de yalnız kaldığım her an aklıma bu olay ve tavrım geliyor.. Karma felsefesine inanmam fakat, sağ gözümün ağrısı birkaç gündür gitgide arttı. Mistik anlamlar yüklemiyorum, sen de yüklemek zorunda değilsin, arkadaşımla konuşur gibi konuşuyorum şu an. Ben var ya, çok acayip iyi insan rolü yaparım toplum arasında. Aynı senin gibi. Aslında hepimiz gibi. Çok da iyi laf yapar ağzım istersem, öyle yüzüne vururum ki karşımdakinin bana veya bir başkasına yaptığı haksızlığı, duyan sahiden hak verir bana. Kendim iyilik timsali bir melekmişim gibi... "Siz, insanlara iyiliği emrederken, kendinizi unutuyor musunuz? Oysa siz kitabı okuyorsunuz. Yine de akıllanmayacak mısınız?" (Bakara 44) Biz hep başkalarını kınarız, onların büyük suçları ardına sığınıp iyi insan rolü yaparız, oysa yapabileceğimiz iyilikler ve kötülükler imkanımızın el verdiği ölçüdedir. Düşünüyorum, acaba benim ve benim gibilerin eline imkân geçmiş olsaydı dünya şu an çok mu farklı bir yer olurdu? Bunu bilemiyorum, çünkü kendimden ve içimdeki o kötülük potansiyelinden korkuyorum. "Sinsi casuslar gibi ayıp aramayın! Gıybet ederek biriniz ötekini arkasından çekiştirmesin!" (Hucurat 12'den) Doğrudur, çok büyük kötülükler var hayatta ve çok büyük kötüler var. Gece başımı yastığa koyduğumda düşünüyorum. Ben ne kadar iyiyim diye soruyorum kendime. "O halde kendi kendinizi temize çıkmış göstermeyin; kimin sakındığını en iyi bilen O'dur." (Necm 32'den) Soruyorum kendime, sen neler yapabilirdin bugüne kadar diye, kendime bile cevap veremiyorum. Aslında, ölüm dışında, her zaman bir seçim yapma şansına sahiptim ve sahibim. "Biz ona yolü gösterdik. Artık ya şükredici olur ya nankör." (İnsan 3) Dört dörtlük bir insan olmadığım için, karşılaştığım kötülükler karşısında susmayacağım elbette. Süslü bir söz vardır ya, Bertrand Russell'ın sanırım veya ona atfedilen; "Yalnızca günahları olanların Tanrıları olur" diye. Tamamen süslü bir laf salatası ve içi boş bir retorik. Günahlarım aklıma geldiğinde Allah'ın olmamasını istiyorum. Bu işin sonunda yok olup kurtulayım istiyorum. Ama bu işler öyle yürümüyor. Ki öyle de değil zaten, bal gibi var ve aklım başımda olduğundan beri her zerremle inandım. Esasen, iyilikleri olanlar ister Allah'ın olmasını, "yaptıklarım boşa gitmemeli" diye isterler içten içe. Kaldı ki insanlar bu günah ve "özgür irade sorumluluğu" kavramlarından kurtulmak için ahireti, Tanrı'yı reddetme eğilimine girerler. Yahut spiritüalizm gibi -ki önümüzdeki yüzyılda ateizm büyük ölçüde panteizme ve spiritüalizme evrilecektir- iyi ve kötü kavramlarının olmadığı felsefelere yönelirler. Her neyse, bunlar başka yazının konusu, bu bir yazı bile değil, dertleşme, bir konuşma. Benim Allah'a olan inancım, istekten alakasız bir şey, öyle mucizevi veya uhrevi olaylar yaşamadım fakat gözümle görmüşçesine biliyorum Allah'ın da, bu dünyada yaptıklarımızın bize sorulacağı bir yerin de var olduğunu. Depresif yada umutsuz durumdaysan aklına bunlar gelsin, benim hep gelir. Kuranda "affetme" kelimesinin tüm türevleri 234 defa geçer, ceza kelimesinin tüm türevleri de 117 defa geçer. Affın, cezadan tam olarak 2 kat fazla geçmesi ilginç bir detay olsa da, Allah'ın ne kadar affedici olduğunu vurgulayan ayetlerin sayısı, cezalandırıcı olduğunu söylediği ayetlerin sayısından çok daha fazladır. Fakat Allah sürekli, ısrarla aynı haltı yiyeni affeder mi bunu bilmiyorum. Emin olduğum bir şey var ki, İslam'ın "inceldiği yerden kopsun" değil, "zararın neresinden dönersen kardır" dini olduğudur. Ve bir diğer emin olduğum nokta da, o zarardan dönmenin yine tamamen senin elinde olduğudur. İşte bunlar işimize gelmeyen ayetler. İşte bu işimize gelmeyen davranış: "Sarp yokuşa atılmak." Nefes aldığımız sürece hayat devam ediyor ve biletimiz kesilmiş değil. Çok okuyun, çok paylaşın, iyi işler yapın. Vakit hem az, hem çok. Ve tüm bunları kendiniz için yapın. Zira hayatta iki şeyin telafisi yok, ölüm ve boşa geçen zaman. "O halde, bir iş ve oluştan boşalır boşalmaz yeni bir işe koyulup yorul!" (İnşirah 7) "
1 note · View note
hasanbulut68-2 · 7 years
Text
AŞKI, ÖLÜMLE KUŞATILMIŞ BİR ÜLKEDE
O adamları ay ışığında bir kadın fısıltıyla öpseydi; o adamlar önleri sardunyalı pencerelerden rüzgârlara baksaydı; o adamların çatılarına her bahar leylekler yuva yapsaydı; o adamlar söğütlerin dibinden akan sularla menevişli, uzaklara aksaydı; o adamlara akşamlar birazcık gölge düşürseydi; o adamların kirpikleri bir vakitler hiç nedensiz nemlenmiş olsaydı; o adamlar yağmur altında yalınayak yollarda koşsaydı; o adamları uçurumun kıyısında birileri göğsüne gömseydi; o adamlar bir gün olsun güneşi serçelerle karşılasaydı; o adamların dilinde keder bir erguvan dinginliğine dönseydi... Yaşlılar, bedenlerinde bir ince sızı, parklarda öpüşen çocuklarla gönenirdi. Kimse kendi rengini başkasının burcuna çekmeye çalışmazdı. Evler evlerin üstüne bir değirmen taşı gibi kurulmazdı. Herkes durduğu yeri biricik doruk, dünyanın tek gerçeği sanmazdı. Pencereler yıldızlarla ürpere ürpere sevişirdi. Aşkı ölümle kuşatılmış bir ülkede mutluluk, mutluluk sayılmazdı. Özgürlük insanın aldığı soluktan belli olurdu. Kimsenin eli kimseye ölüm için uzanmazdı. Doğanın büyüsüyle yüreğin gizi akla iyilikler katardı. Bir hüznü söylerken bile söz, insana güven ve incelik verir, bir gökyüzü genişliği ile dünyaya barış getirirdi.
Şimdi mi? İnsanların gözleri uzun bir uçurumu ezber etmeye çalışan bir çift korku çiçeği, bir imdat çığlığı; sevincine bakarken bile ışığını ağır bir kuşku, boğuk bir önlem duygusundan alıyor. Herkes eliyle göğüs kafesine yerleştirdiği kocaman bir kayanın altında kirpikleriyle kuş resimleri çiziyor gökyüzüne. Zorun, paranın ve yalanın tanrıları, aşk, iyilik, eşitlik, onur, özgürlük gibi tüm insani değerleri bir ihanet saplantısı, bir bölünme paranoyası ile ufkun dışına itiyor. Bütün korkakların azılı bir kahraman kesildiği şarkıları bozulmuş bir ülkede ölüm, sorunların tek çözümü, hakların ve halkların ilk ve son ödülü oluyor. Özgürlük, bir uygunlukla iğdiş edilmemişse ancak hapishanelerde soluk alıyor. Yatağını cehalet, ihtiras ve çirkinliğin serdiği odalar ve olanaklar içinde, yeteneksizlik parayla yatıp kötülükle kalkıyor. Yoksulluk insanları evlere kapattıkça dünyadan ışığı kesilenler, soğuk bir karanlıkla tanrıyı çoğaltıyor. Namusu cinsel organlara indirgeyen adamların mutsuz kadınları, bedenlerini soğuk yataklara çarpa çarpa tiksintiyi ve şiddeti doğuruyor. Şarkılar durmadan ayrılık ve ölümü söylüyor. Sesine dağları almış çocuklar, incecik boyunlarında binlerce yılın örseli yükü, gözlerinin ve parmaklarının buğulu pınarıyla yangın yerlerine, taş duvarlara su taşıyor.
Ve kendilerinden başka kimseyi sevmeyen, sevgisizliğin doğurduğu o adamlar, konumlarını ve kişiliklerini oluşturan korku, kabalık ve kurnazlığın o kırıcı nefti uzaklığından, yalnızca görmek istediklerini görüp duymak istediklerini duyarak, hâkim olmanın şehveti ve olanaklarıyla ülkeyi tek bir renge indirmeye devam ediyorlar... Halk mı? Tanrı, devlet ve yokluğun üç ağızlı bıçağında, bilenmek mi dilinmek mi belli olmayan bir çırpınış içinde, dalıp dalıp gittiği boşluğa benziyor gittikçe... İNSANIN ACISINI İNSAN ALIR'dan
Şükrü Erbaş
2 notes · View notes
datingwiththecity · 7 years
Video
youtube
(Uzunca bir yazı. Sevdiğim bir albüm eşlik etsin siz okurken)
Keyifliydim. Bir süredir olduğu gibi… Barbaros Bulvarı’ndan arabayla yukarı çıkıyordum. Radyo yine benden yanaydı ve açar açmaz sevdiğim şarkılar sıralanmıştı. 
İkinci ışıkta, içinde iki genç adamın olduğu bir araba yanımda durdu. Sonrası klasik… Camı açmalar, müziğin sesini yükseltmeler (Ki radyoda çalan sevdiğim şarkıya müdahale edilmesi sanırım sarkıntılıklarından daha çok rahatsız etmişti), duyacağım şekilde yüksek sesle konuşmalar. Kırmızıdan yeşile dönen 40 saniyede bu neyin özgüveniydi bilmiyorum. Sonra yeşil ve tiz bir patinaj sesi. 13 yılda her türlü riskli yol, makas atmalar, yarışlar, erkek şoför sıkıştırmaları ve bir dizi itlik çakallıkları tecrübe etmiş biri olarak önüme kırmaları sadece… Gülünçtü. 
Patinaj sesiyle, bir anda yanan fren lambaları ve sonrasında gelen acı fren sesi arasında sanırım 10 saniye falan geçmişti. Ben de yavaşladım. Önümdeki o iki yeni yetmenin “erkekliğinden” eser yok gibiydi. Yavaşlayıp, sol taraflarına bakmaya başladılar. O yöne çevirdim kafamı. Koca bir belediye otobüsü neden İstanbul’un en işlek yokuşunun ortasında durup dörtlüleri yakardı ki? Hemen sonra çevremdeki motorcuları fark ettim. Panik içindeydiler. Motorlarını bırakıp o “sol tarafa” koşuyorlardı.
“Ne olur!” dedim “Ne olur motor kazası olmasın”. Motor kazasıydı… Bir yatıyordu yerde hareketsiz. Etraf darmadağın bir otopark gibiydi. Vitesi ikiye alıp devam etmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Hâlâ bilmiyorum, yaşıyor mu yoksa sıra ona mı geldi… 
Hani birbirimize biriyle nasıl tanıştığımızı, yollarımızın nasıl kesiştiğini anlatır güleriz ya, biriyle öldüğü gün yolunun kesişmesi nasıl bir taşak geçmesidir hayatın? O ışıklardan eve gidene kadar bunu düşündüm. Çünkü bu ikinci kez başıma geliyordu. 
2013 yılının aralık ayı. Babamla Bebek sahilinde yürüyüşteyiz. Denizde siyah poşete benzer bir şey gördüm önce. Daha sonra kıyıda birbirine o noktayı gösteren insanlar… “Bir şey oluyor” dedim babama. Yaklaştık. “Biri atlamış” dediler. Babam etkilenmeyeyim diye daha fazla yaklaşmamı istemedi. Ama babasının kızını meslek sahibi edindiren merakı tabii ki de daha baskındı.
Karanın bittiği, cesede yaklaşık 1,5 metre kadar yakın olduğum o noktaya gittim. Sarışın bir erkek bedeni. Yüzü suya dönük olsa da genç olduğu tahmin ediliyor. Hiç çevirmek istemedim kafamı. Akıntıda sürükleniyordu. Ben de karadan adım adım onunla sürükleniyordum. Garip bir his. Biliyorsun ölü. Ama istiyorsun ki parmağı oynasın, kafasını kaldırsın, bir hava kabarcığı hiç değilse… Hiçbiri olmadı. Sahil güvenlik geldi. Çok ağır bir çuvalı kaldırırcasına çekti ve Bebek iskelesine taşıdılar. Biz sahili bitirene kadar da oradaydı. Yine gittim yanına ve babam yine istememişti. Bir şekilde o yöne çekiliyordum. Biliyordum kalkıp anlatmayacaktı ama “Neden?” sorusunun cevabını dinlemeliydim. Oracıkta bitiveren gazetecilerin tanıklarla röportajlarına kulak kabarttım. Görenler, düşüşünü falan anlatıyordu. Ama ben bununla ilgilenmiyordum. 
Neden? Neden bir insan bunun sınırına gelirdi? Aralık ayının nadiren gelen güneşli bir günü, neden birini bu karardan vazgeçiremezdi? Ve neden? Dünyanın tüm tanrıları!  Neden biriyle yolum öldüğünde kesişiyordu? 
O gün geç başlıyordu mesaim. Ofise gider gitmez ilk işim o günkü olayı googlelamaktı. Adı İsmail Arı. Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve doktora öğrencisi. 2001 ÖSS’de ilk 400’de, lisansı onur derecesiyle bitirmiş, yüksek lisansını ise birincilikle. Sosyal medyada onun hakkında yazan herkes büyük şok içerisinde. Ne kadar sevildiğinden bahsedenler, Anadolu’daki köylerde çocuklara ders verdiğini anlatanlar, güler yüzünü her cümle başında kullananlar, “En sevdiğim hocaydı” diyenler, hayat doluluğuna dem vuranlar ve bu dolu hayatın boşalmasını Boğaziçi Üniversitesi’nin sert eğitimine ve akademinin iki yüzlülüğüne bağlayanlar… Hiç kimsenin hiçbir tatminkâr yanıtı yoktu. O dönem Facebook’ta bir arkadaşımın İsmail hakkında yazdığını gördüm ve hemen ona mesaj attım belki bir ipucu verir diye. Ama yoktu. Yakın zamanda görüştüklerini ve ne kadar iyi bir insan olduğunu anlattı. İyilik de birincilikler de İsmail’in bu hayata yalnızca 30 yıl ayırmış olmasını açıklamıyordu işte. 
2014 yılının aralık ayı. İsmail’in ölümünden bir yıl sonra. 29’unu yeni bitirmiş genç bir kadın…  “Neşe, gökkuşağı, enerji, bambaşka, rengarenk, hayat dolu, cesur” onun için de sıklıkla kullanılan sıfatlardan bazılarıydı. Gün geldi ve birçoğuna muhtemelen “beklenmedik” gelecek o anda, o kadının katlanamadığı tek kişi aynadaki aksiydi ve bu kadar yaşadığı kâfiydi. Çıkamayacaktı ayağına bulaşan balçıktan. Bir güne daha hevesi yoktu. Tamamdı. Yeterdi. Ne olacaksa olsundu. Ve bir anda onun “beklenmeyeni” gelmiş, İsmail’in kulağına çalınmayan “Vazgeç”, o kadına geri adım attırmıştı. Ölmedi. 
Bazı cevapları almıştı artık o kadın: Bir insan neden o sınıra gelirdi? Tam o sınırda kalbinden ne geçerdi? 
“Neden iki kişinin yolu biri ölürken kesişir?”in cevabını ise İsmail, dört yıl sonra vermişti.
“Ölüm. Herkese eşit dağıtılan tek şey…” yazdığı blogunda, Japon filozof Masanobu Fukuoka’dan şu alıntıyı paylaşmıştı: 
“Eğer tünelin sonunda aydınlık bir dünya beklerseniz, tünelin karanlığı daha da uzun sürer. Artık lezzetli şeyler yemek istemediğinizde, ne yerseniz yiyin, bunun gerçek tadını alabilirsiniz. Bir yemek masasını doğal beslenmenin sade gıdalarıyla donatmak kolaydır, ama böyle bir ziyafetin gerçekten tadını çıkarabilenler azdır.” 
Ölümünden sonra bu boktan dünya daha iyiye gitmedi İsmail. Ne hayal kırıklıkları bitti, ne beyaz yakalı şikâyetleri, ne de ilaçlar. 
Ama bir gün geldi, bir zaman mutsuzluğundan kendini arabanın altında bulmak üzere olan kadınlar, dünyanın bok püsürüne rağmen yeniden filiz verdi, zeytin ağaçları gibi. Çiçeklendi, güzelleşti, içleri iyileşti ve bunların hiçbiri için bir adama ya da kadına ihtiyaç duymadı. Kendini affetti, hayatından geçen herkesi affetti, gülümsedi, çok gülümsedi… O güldükçe, doğduğu kentten daha gri bildiği bu kaotik şehirde gökkuşağı gibi insanlar girdi hayatına. 
Aşık oldu… Suretlere değil bu sefer… Bu boktan hayat ne verdiyse hepsine tek tek aşık oldu. Okuduğu Harry Potter romanlarındaki ruh emiciler geri çekilmeye başladı o aşık oldukça.
Öldüğün gün karşılaştı yolumuz İsmail. Biliyorum artık nedenini… Senin de aslında başından kalkmak istemediğin o sofrada birileri oturmaya ve gerçekten tadını çıkartmaya devam etmeli. 30 yıl küfelerinden taşan “İyi ki varsın”lar, bir saniyede bitti. Hepsi buydu işte. Hayat herkese eşit dağıltılmıyordu ama tek lahzaydı ve o zaman gelene kadar dünyanın aydınlanmasını beklemek değil, ışıklar saçmaktı mühim olan. 
Sen gibi… Dört yıl sonra bile.
1 note · View note
olumsuzsozler · 5 years
Photo
Tumblr media
Son söz; hiçbir zaman söylenmemiştir. Son damla yaş düşmemiştir, Son bulmamıştır ayrılıklar, Son değildir hiç bir kavuşma, Ölüm; son öpücüğünü kondurmadıkça...
Homeros
Tumblr media
╚►Sözler Gif Linki:
Tumblr media
Homeros  Sözleri: (MÖ 9. yüzyıl)
Ve boş sözler kötüdür.  Homeros
Biz erkekler kötü şeyleriz.  Homeros
Gençlikte, güzellikte akıl arama. Homeros
Bir gün gelir, yok olur kutsal İlyon. Homeros
Çünkü çok fazla dinlenme acı çeker. Homeros
Çok fazla kral orduyu mahvedebilir.  Homeros    
İyilik çok daha üstündür kötülükten.  Homeros
Aklın güven bulunca dilin bağı çözülür. Homeros
Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Homeros
Bir kuşak hayat buldukça, diğeri ölüyor.  Homeros
Canın yerini hiçbir şey tutamaz dünyada. Homeros
Nedir zavallılar, nedir bu başınıza gelen?  Homeros
Ölümsüzler asla birbirine yabancı değildir. Homeros  
Alçakgönüllülük bir dilenci için işe yaramaz. Homeros
Tiksinirim yüreği başka sözü başka insandan. Homeros
Yaşam büyük oranda bir beklenti meselesidir. Homeros    
Her erkek, kendisine en çok uyan eserini seviyor.  Homeros
Gençlik hissetmek için hızlı ama yargılamada zayıf. Homeros  
Ölçüsü kaçtı mı, en güzel şeyler bile bıktırır insanı.  Homeros
Ölüm, içinde güzel olmayan bir şey açığa çıkaramaz.  Homeros
Temiz bir vicdan, zehirli dillerin bozduğunu düzeltir. Homeros
Sempatik bir arkadaş bir kardeş kadar sevgili olabilir. Homeros  
Hem sözlerin konuşucusu hem de bir iş yapıcısı olun.  Homeros
Silahların kendisi bir adamı savaşmaya teşvik edebilir. Homeros    
Ne yazık! Ne yazık! Senin gönlün yüzün gibi değilmiş! Homeros
Çok fazla ustaya hizmet edersen, yakında acı çekeceksin. Homeros  
Her zaman en iyi olmak ve diğerlerinin üstünde ayırt etmek. Homeros
Çünkü aptallar, bu yüzden. Bu yüzden herkes her şeyi yapıyor. Homeros
Nice taşkınlıklar yapılır gençlikte, yürek coşkun olur, düşünce toy. Homeros
Birçok kelime için bir zaman var, ayrıca uyku için de bir zaman var. Homeros
Şüphecilik, bilginin de şüphecilik olduğu kadar, bilginin sonucudur.  Homeros
Hey bahtı kara, ölüm aklına gelmiyor mu? Oysa ölüm sana çok yakın.  Homeros
Husumette inat etmek, düşünmeyi; hafifmeşreplik ise vakarı yok eder. Homeros
Böyle miskin miskin oturmak da ne, Şurda su olun, toprak olun daha iyi.  Homeros
Yıldızlar asla yalan söylemez, ama astrologlar yıldızlar hakkında yalan söyler. Homeros
Canları kıyan savaşa doymak bilmezler. Her şeyden bıkar insan, ama her şeyden. Homeros
Çoğunluk insanların neredeyse hepsi bir(er)"Yük olarak yaşıyorlar yeryüzünde"...  Homeros
Köleliğe sürüklenirken çığlığını duymaktansa dağlar gibi toprak örtsün beni daha iyi. Homeros
Asla şu anda olduğundan daha sevimli olmayacaksın. Bir daha asla burada olmayacağız. Homeros
Şu dünyada soluk alan, yürüyen yaratıklar arasında İnsandan daha acınacak bir varlık yok. Homeros
Acı verir zavallı insanlara ölümün her türküsü, ama açlıktan gitmek en acıklısıdır ölümlerin. Homeros
Zorluk için ölmeye değer bir arkadaş bulmak için, bir arkadaş için ölmek o kadar büyük değil. Homeros
Acı deneyimlerden geçen ve çok seyahat eden bir insan, bir süre sonra acı çekmekten bile hoşlanıyor. Homeros
Ama kaçış yok ölümden, zamanı geldiğinde her insan, en sevgili kişiler bile göçüp giderler bu dünyadan.  Homeros
Yeryüzünde nefes alan ve yürüyen tüm canlılar arasında, bir insandan daha fazla çaresiz olan hiçbir şey yoktur. Homeros
Tanrılar bile kandırılır, yalvarıp yakarmayla! İnsanlar bir kabahat,bir günah işlediler mi, kurbanlar, yağlar, adaklar, şaraplarla, yumuşatırlar tanrıları da. Homeros
Son söz; hiçbir zaman söylenmemiştir. Son damla yaş düşmemiştir, Son bulmamıştır ayrılıklar, Son değildir hiç bir kavuşma, Ölüm; son öpücüğünü kondurmadıkça... Homeros
youtube
.............................................. ╚►Twitter: https://twitter.com/pusula1sozler  ╚►Pinterest: https://tr.pinterest.com/szler/ ╚►Site arşiv: https://pusulasozler.tr.gg/  ╚►Sözler Gif: https://i.hizliresim.com/BaJk3L.gif ..............................................
0 notes
sosyalmedyablog · 8 years
Text
New Post has been published on Edebiyat Kulübü
New Post has been published on http://edebiyatkulup.com/eksiksiz-bir-kutuphaneniz-olsun-istiyorsaniz-mutlaka-edinmeniz-gereken-100-harika-kitap/
Eksiksiz Bir Kütüphaneniz Olsun İstiyorsanız Mutlaka Edinmeniz Gereken 100 Harika Kitap
Çok Iyi bir kütüphanenin temeli olacak 100 kitap önerisinin 34 kitaptan oluşan üçüncü ve son bölümü ile karşınızdayız! İyi okumalar diliyorum, kitabınız bol olsun!   
Anekdot: Sıralamanın kitapların değeri ile herhangi bir ilintisi yoktur.
Serinin önceki bölümlerine de göz atabilirsiniz!
Eksiksiz Bir Kütüphaneniz Olsun İstiyorsanız Mutlaka Edinmeniz Gereken 100 Olağanüstü Kitap – onedio.com
Eksiksiz Bir Kütüphaneniz Olsun İstiyorsanız Mutlaka Edinmeniz Gereken 100 Şahane Kitap – onedio.com
1. “Budala”, (1868), Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
“Budala” da Dostoyevski’nin başyapıtlarından biridir. Dostoyevski’nin Budala’daki amacı mutlak anlamda “iyi” ve “ahlâklı” insanı irdelemektir. 
Prens Mişkin bu ahlâki idealin timsalidir ve yapıt yazarın büyük romanları içinde en açık olandır denilebilir.
2. “İvan İlyiç’in Ölümü”, (1886), Lev Nikolayeviç Tolstoy
İvan İlyiç’in Ölümü, son günlerinde, ölümle önce uğraş eden, sonradan çaresizce kendisini ona bırakan bir adamın yaşadıklarını anlatır. Yüksek rütbeli bir yargıç olan İvan İlyiç, iyi bir yaşam yaşadığını düşünür; ama hasta yatağında ölümün yaklaştığını anladıkça, yavaş yavaş fiilen ne dek manâsız bir ömür sürmüş olduğunu ayrım eder. 
O güne dek büyük kasıt yüklediği ve uğruna büyük çaba verdiği serveti, şöhreti ve saygınlığı, vefat döşeğinde bir anda gözüne abes ve abuk subuk görünür. Tolstoy’un büyük bir içtenlikle anlattığı bu kısa ama güzel roman, insan doğası, hayatın anlamı ve ölümün gerçekliği gibi esas sorulara cevap arıyor.
3. “Candide”, (1759), Voltaire
“Candide veya İyimserlik” Aydınlanma Çağı’nın meşhur filozofu Voltaire’in 1759’da yazdığı “pikaresk” türünde olan en önemli yapıtlarından biridir. 
Kitap, Voltaire’in Candide (Türkçede saf, temiz anlamlarına gelmektedir) adını verdiği kahramanın hayatında başına gelen sanki komik güya trajik olayların anlatıldığı satirik bir eserdir. 
Voltaire eserini dünyadaki acıların birer zorunluluk olduğunu ve Tanrının bundan daha iyi bir dünya yaratmasının olası olmadığını ileri süren Leibniz’in “olası dünyaların en iyisi” felsefesini kusur bulmak için yazmıştır.
4. “Ulysses”, (1922) James Joyce
Joyce, 1904’te Nora Barnacle adında bir genç kadınla tanışmıştı. (Nora Barnacle ile 1931’de, evliliğe aleyhinde olmasına rağmen, kızının ısrarları üstüne evlendi.) Ulysses, Joyce’un kendi anlatımıyla Nora Barnacle’ı sevdiğini anladığı gün olan 16 Haziran 1904 günü Dublin’de geçer. (Romanın başlıca kahramanı bir bakıma Dublin kentidir. Her sene 16 Haziran günü Dublin’de düzenlenen “Bloomsday” yani Bloomgünü’nde, kitaptaki bölümlerde geçen yerlerin dolaşıldığı turlar düzenlenmektedir.) Konu, özünde son derece yalındır: Öğrenci Stephen Dedalus ile bağımsızlık çalışan Yahudi asıllı bir reklam toplayıcısı olan Leopold Bloom’un karşılaş(tırıl)maları. 
Ancak asıl anlatılan, bu iki kişinin kişisel kimliklerini aşan daha büyük bir gerçeğin parçası olduklarıdır: Stephen “sanatsal” doğanın, Bloom ise “bilimsel” doğanın temsilcileridir. öte yandan, bu iki dışlanmış şahsiyet, ayrıca Joyce keza de birbirleri için de özel bir öneme sahiptirler: Stephen, Joyce’un gençliğinin, Bloom ise olgunluğunun yansımalarıdır; Bloom, Stephen’ın, deyim yerindeyse, “manevi babası”dır vb. Ama kitabın edebiyat açısından başlıca önemi, çatısının Homeros’un destanı Odysseia ile simgesel koşutluğundan ve Joyce’un kullandığı değişik teknik ve biçemlerden, özellikle de 18. ve son bölümde Bloom’un karısı Molly’nin düşüncelerinin yansıtıldığı “bilinç akışı”ndan kazanç.
5. “Yolda”, (1957) Jack Kerouac
Neal, Kerouac, diğerleri Kimi şair, kimi yazan, kimi serseri Bir avuç arkadaştılar Düzenden uzakta, diğer bir hayatın arkasında Amerika’yı baştan başa katettiler Bazen tek başlarına, bazen bir arabaya tıkışıp dostlarıyla Ara Sıra bir otostopçuyla veya âşık oldukları bir kadınla Yolda özgürlük vardı Yolda hayatın anlamı Yolda aşk vardı ve bazen sadece seks Yolda parasızlık, arzu vardı Ara Sıra çözümsüzlük, hengâme, kalleşlik Yolda bir arayış vardı, arayıp da bulamayış Yolda sorular vardı, çoğu cevapsız Ve yolda birçok zaman gök mavisi bir gökyüzü Zümrüt yeşili çayırlar Ve ölümsüz bir kızıllık vardı Yolda caz vardı, Cazın tanrıları ve ruhlara işleyen ritimler Onlar “beat kuşağı”ydılar Farklıydılar, özgürdüler, düzenin dışındaydılar Ve daima yoldaydılar…
6. “Otostopçunun Galaksi Rehberi”, (1979) Douglas Adams
Tamamen sakin bir hayat yaşamak, hayatına esas hayati fonksiyon olarak soğuk bira ve hoş nehir içmek kavramını yerleştirmek isteyen, kendi halinde, üstelik fazlasıyla sakin bir adam Arthur Dent, bir sabah uyanır ve evinin abuk subuk bir nedenle yıkılacağını öğrenir; lakin bu sadece başlangıçtır. 
Daha bir kaç saat bile geçmeden gezegeni yok edilecek ve yanına kankası Ford Prefect, üzerinde eskimiş sabahlığı, elinde havlusuyla galaksi boyunca sürecek olağanüstü bir yolculuğa çıkacaktır …
7. “Tinin Görüngübilimi”, (1807) Hegel
Tinin Görüngübilimi Hegel’in ilk kitabıdır. Schelling’e bir mektubuna kadar, “kitabın yazılması Jena savaşından (14 Ekim 1806) önceki gece” tamamlandı. Erken doğumun izlerini içeren ve böylece faydacı okuma tarafından ve sıkça politik beklentiler zemininde yeğlenen bu çalışmayı Nürnberg’de 1812-1816 yılları aralarında üç bölümde yayımlanan Mantık Bilimi (‘Büyük Mantık’), arkasında Felsefi Bilimler Ansiklopedisi (Heidelberg, 1817), ve Tüze Felsefesi (Berlin, 1821) izledi. 
Hegel sonradan Tinin Görüngübilimi’ni “bir gençlik yapıtı” olarak kabul etti, kitabın başlığından “Bilim Dizgesinin Birinci Bölümü” anlatımını kaldırdı, içeriğini Ansiklopedi’nin dizgesel yapısı içerisine bitmiş uyarladı ve yaşamı her tarafında Bilim Dizgesi olarak kabul ettiği bu son çalışmasını geliştirmeyi ve yenileştirmeyi sürdürdü. Ansiklopedi Mantık Bilimi’ni olduğu gibi “Tin Felsefesi”ne ait Tüze Felsefesi’ni de kapsar ve bütün dizgenin daha öte açınımı Hegel’in kendi el yazmalarından ve öğrencilerinin notlarından yayıma hazırlanan yapıtlarında saklanmıştır. “Önsöz” yapıtın kendisinin tamamlanmasından sonra yazılmıştır.
8. “Varlık ve Vakit”, (1927) Martin Heidegger
Varlık ‘idesinin’ menşei ve imkanlarını araştırabilmek için, formal-mantıksal ‘soyutlama’ yoluna gitmek, yani güvence altına gücenmiş bir soru ve yanıt ufkunu görev etmiş olmak asla yeterli olamaz. 
Yapılması gereken şey, ontolojik fundamental soruyu aydınlığa taşıyacak bir yol arayıp bulmak ve onu katetmektir. Bu yolun, yegane yol olup olmadığına ve hatta doğru yol olup olmadığına, onu katettikten sonradan karar verebiliriz.
9. “Varlık ve Hiçlik”, (1943) Jean-Paul Sartre
Varlık ve Hiçlik, hiç şüphesiz Jean-Paul Sartre’ın “başyapıtı”dır. Yalnızca Fransız felsefesi açısından yok genelde felsefe tarihi açısından da son büyük ontoloji denemesini temsilcilik eder. Dolayısıyla önemini ve güncelliğini hâlâ korumaktadır ve hiç şüphesiz daha uzun yıllar korumaya devam edecektir. Çünkü, insan, birincil kere bu yapıtta, özgür olmaya “mahkum” edilmiştir…
10. “Moby Dick”, (1851) Herman Melville
“Pequod” adlı bir balina gemisinin son yolculuğunu, balinaların nasıl avlandıklarını, geminin sonunda nasıl battığını anlatan Moby Dick, birincil bakışta denizlerde geçen bir serüven romanı sanılabilir. 
Ne var oysa insan Moby Dick’i okudukça, okuduklarını düşündükçe, kitabın derinliğini, gerçek anlamını sezmeye başlar. Bu derinliği, bu gerçek anlamı sezmeyenler ise, balina avıyla ilgili, heyecanlı bir hikaye olarak, yine de Moby Dick’in pekâlâ keyfini çıkarabilir.
11. “Macbeth”, (1606) William Shakespeare
William Shakespeare (1564-1616): Oyunları ve şiirlerinde insanlık durumlarını dile getiriş gücüyle takriben 400 yıldır bütün dünya okur ve seyircilerini etkilemeyi sürdüren bu efsanevi yazan, büyük olasılıkla 1606 yılında yazdığı Macbeth’le “büyüme arzusu ve politik hırsın” kişiyi neye dönüştürebileceğini dünü, bugünü ve yarını kapsayacak bir derinlikle öngörmüştür.
12. “Bayan Haklarının Savunusu”, (1792) Mary Wollstonecraft
1792 yılında yazılan kitap, bayan haklarının ve feminizmin birincil önemli, sistemli ve cesur kitabı kabul edilir. Kadınların da erkekler gibi “insan” olduğunu ve erkeklerin sahip olduğu ve yararlanabildiği her hakkın kadınlar için de geçerli olması gerektiğini savunan, kadınların eğitimine büyük yük veren Mary Wollstonecraft, eseriyle bayan hakları mücadelesinin öncelikle gelen temsilcilerinden biri olmuştur.
13. “Dorian Gray’in Portresi”, (1890) Oscar Wilde
“Keşke tersi olabilseydi! Keşke daima genç kalacak olan ben olsaydım da portrem yaşlansaydı! Bunun için… bunun için her şeyi verirdim!”
Özellikle bir genç adamın büyümesini, eğitimini, gelişimini, kendini ve inançlarını keşfetmesini işleyen Dorian Gray’in Portresi için Oscar Wilde, ‘bir ruhun hikayesi’ demişti. 1891’de birincil basıldığında ahlaksızlığı yücelttiği gerekçesiyle büyük tepki çeken romanın baş kişileri olan Lord Henry ile Dorian’ın ortak etkileşimleri, Dorian’ın kendini gitgide artarak kötüye, şeytanca olana, hazcılığa adaması kitabın eksenini oluşturuyor. Son derece saf ve yakışıklı Dorian’daki metamorfoz, Lord Henry’nin sözleriyle ve Dorian’ın kendi portresinde kendi güzelliğini keşfetmesiyle başlar. 
Lord Henry’nin etkisiyle kötülüğün ve zevkin çekimine kapılan, dünyada gençlik ve güzellikten kayda değer bir şey olmadığına inanan Dorian için coşku, kötülükte ve günahtadır; iyilik ve erdemse sıkıcıdır, edilgendir. İyiliği temsil eden Basil’in Dorian’a duyduğu saf tutkuda eşcinsellik öğeleri açık açık hissedilir. Dorian’ın büyük sırrını, portredeki değişimi gören sadece Basil olur. Portreye odaklanan, baki gençlik karşı ruhunu satan ve ruhunun ölmüş olmasından korkan Dorian için kurtuluş var mıdır?
14. “Simyacı”, (1988) Paulo Coelho
Simyacı, dünyaca ünlü Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun üçüncü romanı. 1996 yılından bu yana Türkiye’de de çok okundu, çok sevildi, fazla övüldü bu kitap. Bir büyük Doğu klasiği olan Mevlâna’nın ünlü Mesnevî’sinde yer alan bir ufak öyküden yola çıkarak yazılan bu roman, yüreğinde çocukluğunun çırpınışlarını içeren okurlar için bir “klasik” yapıt haline geldi.
Simyacı, İspanya’dan kalkıp Mısır piramitlerinin eteklerinde hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago’nun masalsı yaşamının öyküsü. Ama bununla beraber bir “nasihatnâme”; “Yazgına nasıl baskın olacaksın? Mutluluğunu nasıl kuracaksın?” gibi sorulara cevap arayan bir hayat ve etik kılavuzu. Mistik bir peri masalına eş bu romanın, dünyanın dört bir yanına bunca sevilmesinin gizi, şüphesiz bu kılavuzluk niteliğinden kaynaklanıyor.
15. “Martin Eden”, (1909) Jack London
Martin Eden, Jack London’ın başyapıtı sayabileceğimiz ve büyük oranda otobiyografik izler içeren unutulmaz romanlarından biridir. Keskin sınıfsal bilinci, güçlü kalemi ve devrimci sanatıyla Jack London, burjuva gerçekliği aleyhinde sınıf sıçramak isteyen genç bir yazarın düştüğü trajik durumu ustalıkla ve bütün çıplaklığıyla resmeder Martin Eden’da. Büyük çabalarla ulaşılan hedefin, yani kent soylu yaşamının, anlamsızlığı, sahteliği ve hiçliği karşı, Martin Eden, kendisini beyaz bir heykel gibi batacağı dipsiz derinliklere bırakır.
16. “Monte Kristo Kontu”, (1845) Alexandre Dumas
“Gülün Adı” adlı bu dev romanıyla bir anda dünyanın dört bir yanına ünlenen İtalyan yazarı Umberto Eco, fiilen fazla yönlü bir bilimadamı. İtalya’da, Bologna Üniversitesinde öğretim üyesi, semiolog, tarihçi; filozof, estetikçi, ortaçağ uzmanı ve James Joyce üstüne derin çalışmalar yapmış biri. Umberto Eco’nun bu ilk romanı, 1980’de İtalya’da ilk yayımlanışından bu yanlamasına sayısız basım yaptı ve dünyanın o kadar çok diline çevrildi. Dünyada olağanüstü bir alaka uyandıran bu romanın yankıları hala sürüyor. 
Filmi de dünyada büyük yankılar uyandırdı. Bu romanın başarısında, kuşkusuz, yazarın ortaçağ konusunda derin ve dolaysız bilgisinin büyük payı var. Bütün anlamıyla ve her bakımdan ortaçağ dünyasını yansıtmakla birlikte “Gülün Adı” kesinlikle çağdaş bir roman; modern romana yepyeni ve uzun soluk getiren eşsiz bir roman. Bir anlamda ortaçağda geçen, Hıristiyanlık düşüncesini tartışan tarihsel bir roman, bir anlamda da ustaca resmileşmiş polisiye ve akıcı bir hikaye. Ve en önemlisi mucizevi bir dil ve benzeri eksik bulunur bir sanat yapıtı
17. “Germinal”, (1885) Émile Zola
1860’larda Fransa’nın kuzeyinde maden işçileri, çetin şartlar aşağı hayat mücadelesi vermektedir. Çalıştıkları ocaklarda her lahza iç içe oldukları göçük ya da grizu patlaması tehlikesinin yanı sıra, özlem ve sefaletle boğuşup dururlar. Son çare olarak gördükleri grev onlar için kaçınılmazdır bundan böyle. 
Her şeyi göze almaya hazırdırlar, içlerinde filizlenen umut en büyük destekçileridir. Ne yazık fakat direnişleri acımasızca bastırılır. Şu Anda geride sadece ölüm, kan, gözyaşı ve değil olan hayaller kalmıştır. Germinal dünya edebiyat tarihinin en kayda değer eserlerinden biri. İnsanların çektiği büyük acıyı son derece realist ve evrensel olduğu kadar etkileyici bir dille de kaleme bölge Zola, bu romanıyla yaklaşık olarak bir epope yaratmış.
Her satırında okuru duygudan duyguya sürükleyen, kâh yüreğini burkan, kâh öfkelendiren, kâh umutlandıran, soluk soluğa okunacak bir eser.
18. “Babalar ve Oğullar”, (1862) İvan Turgenyev
Klasik Rus edebiyatının unutulmaz yazarı Turgenyev, çağdaşlarından tamamen bambaşka bir yol izlemiş, yaşadığı dönemde Avrupa’da yazılan romanlara ve Avrupa kültürüne daha yakın bir söylev sergilemişti. Turgenyev’in başyapıtı olarak tanımlanan Babalar ve Oğullar, bu etkinin izlerini taşır. 
Romanın öne meydana çıkan karakteri Bazarov, arkadaşı Arkadiy’e ve onun modern değerlerle yaşamayı seçen babasıyla amcasına böylece asap bozucu bir biçimde aleyhinde çıkar ki, sergilediği nihilizm Bazarov’un muhteşem zekâsıyla birleşince genç bozguncunun saldırılara uğraması mecburi olur. 
Tıpkı romanın yayımlanmasından daha sonra yoğun saldırıya uğrayan Turgenyev gibi. İvan Turgenyev, Babalar ve Oğullar’ın yayımlanmasından daha sonra ülkesini terk etmek zorunda kalmış, yaşamını Avrupa’da sürdürmüştü.
19. “Huzursuzluğun Kitabı”, (1984) Fernando Pessoa
Huzursuzluğun Kitabı, kurmaca bir karakterin kendi hayatını anlattığı bir roman olarak görülebilir; ama yazarla kahramanı sık sık birbirinin yerine geçtiğinden, Pessoa’nın hayatla ilgili kendine ait olan ve olmayan düşünceleri döktüğü, evirip çevirdiği bir denemeler, anlatılar toplamı olarak da . Pessoa bu kitap üzerinde 1913’cilt itibaren çalışmaya başlamış, ölümüne değin parça parça yazmaya da devam etmişti. Sandık açıldıktan sonra, düzensiz metinler bir araya getirilmeye başlandı ve 1982’de Portekiz’de yapıt ilk kez olarak basıldı; sonra, yeni yer alan parçaların eklenmesi ve elyazmalarında yanlış okunmuş yerlerin düzeltilmesiyle yeni basımlar yapıldı.
20. “Kral Oidipus”, (M.Ö. 428) Sofokles
Sophokles (MÖ 495-406): Yunan tragedyasının en önemli yazarları arasında adı ilkönce hatırlanan Sophokles, konuları işleyişi ve oyundaki karakterleri canlandırılmakta ustalığıyla öbür bir yere sahiptir.
Tiyatro tekniğini geliştirmiş, diyaloglara, dekor ve kostüme önem vermiştir. Tragedyalarında dönemin yazarlarında rastlanmayan derli toplu bir iç inşa görülür. Eserlerinde yazgı sorununu tekrar tekrar ön planda miktar.
21. “Goriot Baba”, (1835) Honoré de Balzac
Büyük Fransız Romancısı Honore de Balzac’ın (1799-1850) meşhur dev yapıtı İnsanlık Güldürüsü, seksen sekiz ciltten oluşur. Goriot Baba, bu büyük yapıtın bir parçasıdır. Bu romanın imtiyazlı bir yeri vardır. Balzac’ın kafasında İnsanlık Güldürüsü’nü oluşturma düşüncesi Goriot Baba ile birlikte doğmuştur. 
Bu da bu büyük romanı, ister istemez, bir odak-yapıt durumuna getiriyor. Kurgusuyla, konusuyla, kişileriyle, içerdiği dünya görüşüyle, gerçekte fazla acayip bir roman olan Goriot Baba, İnsanlık Güldürüsü adlı bu dev yapıtın üç bine ulaşan kişilerinin manâlı bir kısmını ayrıca de en ilginçlerini bize tanıtır: Rastignac, Madame de Beauseant, Madame de Langeais ve daha birçokları, ünlü Balzac kişileri olarak ilk önce bu romanda karşımıza çıkarlar. 
Bu özelliği göz önüne alınınca, İnsanlık Güldürüsü’nün özgün evrenine girmek için en kullanışlı kapının Goriot Baba olduğu söylenebilir. Sadece yarattığı ilginç baba tipiyle yok, anlatım ustalığıyla da, öteki kahramanlarıyla da bu roman okuyanı sürükler
22. “Körleşme”, (1935) Elias Canetti
Dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olduğu tartışmasız kabul edilen Körleşme, Almanya’da edebiyatın, politikanın kirli gölgeleri aşağıda yitip gitmeye yüz tuttuğu bir dönemde yazılmıştır. Ancak, Elias Canetti kurguladığı zaman ve mekân, kullandığı dil ve üslup, karakterlerindeki soyutlamanın isabetliliği ve bunları aktarmadaki başarısı bir uçtan bir uca sınırları aşmış, evrenselliğin en üstteki boyutlarına ulaşmıştır. 
Çoktandır kendi fildişi kulesine çekilmiş bir aydının trajedisinde cisimleşen Körleşme, insanoğlunun kendi eliyle kurduğu, sonradan da kendisine yabancılaşmış, düşman indirilmiş bulduğu dış çevreyi, son derece eşsiz bir biçimde ve en uçta sayılabilecek araçlarla tanımlama etmeyi başarıyor. 
İnsanın gerçeklik karşısında ne ölçüde körleşebileceğini, her dönemde ve her toplumda rastlanabilen “aymaz” kültürlü karakterinde ustalıkla yansıtan Canetti, akıl ile gerçeklik arasındaki kopuşun hikâyesini anlatırken yarattığı nefret edilen şey atmosferiyle okuru derinden sarsıyor.
23. “Buddenbrooklar – Bir Ailenin Çöküşü”, (1901) Thomas Mann
Buddenbrooklar, 20. yüzyılın en saygın yazarlarından Thomas Mann’ın birincil romanıdır. Ama birçok eleştirmenin gözünde, Venedik’te Vefat’den de büyük bir romandır Buddenbrooklar. 
Mann’ın 1900 yılında, 25 yaşında kaleme aldığı roman, Kuzey Almanya’da yaşayan zengin bir burjuva ailenin ve aile ticarethanesinin birkaç kuşak her tarafında geçirdiği değişimi ele alır. Buddenbrooklar, çağdaş yaşama bacak uyduramayan saygıdeğer bir ailenin çöküşünün öyküsüdür: Doğumlar, evlenmeler, boşanmalar, ölümler, başarılar, başarısızlıklar… 
Orta sınıf yaşamının ustalıklı bir portresini çizen roman, bununla birlikte kaybolan burjuva değerler için bir ağıt niteliğindedir. 1929’da Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Mann’ın bu dev yapıtı, çağdaş edebiyatın klasikleri arasındadır. Venedik’te Vefat, Tonio Kröger, Sihirsel Dağ, Hekim Faustus gibi yapıtların yazarının bu başyapıtını yeni çevirisiyle sunuyoruz.
24. “Kara Kitap”, (1990) Orhan Pamuk
Galip, çocukluk aşkı, arkadaşı, amcasının kızı, sevgilisi ve kayıp karısı Rüya’yı karlı bir kış günü İstanbul’da aramaya başlar. Çocukluğundan beri yazılarını hayranlıkla okuduğu yakın akrabası gazeteci Celâl’in köşe yazıları, bu arayışta ona işaretler yollayacak ve eşlik edecektir. Okuyucu, bir yanda her bacası, her sokağı, her insanı başka bir esrarlı âlemin işaretine dönüşen İstanbul’da Galip’in araştırmalarını ve karşılaştığı kişileri izlerken, bir yandan da bu araştırmaları öbür işaretler ve alışılmadık hikâyelerle tamamlayan Celâl’in köşe yazılarıyla karşılaşır. 
Eski cellatların hikâyelerinden Boğaz’ın sularının çekileceği felaket günlerine, kılık değiştiren paşalardan kültür tarihimizde kalmış esrarlı cinayetlere, karlı gecenin aşk hikâyelerinden yüzlerimizin üzerindeki anlamın sırlarına, İstanbul’un ücra ve karanlık köşelerinden komik ve acayip kişilerine, yakın tarihimizden jurnal hayatımızın unutulmuş ve şaşırtıcı ayrıntılarına kadar uzanan bu araştırma Galip’i hem kayıp karısına, hem de hayatımızın içine gömüldüğü kayıp esrar içten çekecektir.
25. “Oliver Twist”, (1838) Charles Dickens
Oliver Twist, düşkünler evinde dünyaya gelmiş ve babasız kalmış bir çocuktur. Daha artı yemek isteme cesaretini gösterdiği için düşkünler evinden kovulur ve bir cenaze levazımatçısının yanında girer. Orada da fena muamele görünce kaçar, lakin bu kez de yankesici Fagin ve çetesinin eline düşer. Yeraltı dünyasının acımasız ortamında dehşet Fagin’in pençesinden kurtulmak için fikir almaz serüvenlere atılan Oliver’ı hiç ummadığı bir gelecek beklemektedir…
19. yüzyıl İngiliz edebiyatının en büyük romancısı olarak kabul edilen Charles Dickens, ilk yapıtı Bay Pickwick’in Serüvenleri’nin peşinde yayınladığı Oliver Twist’te, dönemin Londra yaşamından yola çıkarak belirgin bir toplumsal eleştiriye yönelir. 
Zenginlerin ikiyüzlülüğünü ve yoksulluğun insan ruhunda açtığı derin yaraları son derece güzel bir üslupla betimleyen Oliver Twist, hem bu dünyanın horlananlarının zinde bir savunucusu hem de sürükleyiciliğini başından ardına kadar yitirmeyen bir macera romanıdır.
26. “İnce Memed 1”, (1955) Yaşar Kemal
Otuz iki yıllık bir vakit diliminde yazılan İnce Memed dörtlüsü düzene başkaldıran Memed’in ve insan ilişkileri, doğası ve renkleriyle Çukurova’nın öyküsüdür. Yaşar Kemal’in söyleyişiyle ‘içinde başkaldırma kurduysa doğmuş’ bir insanın, ‘mecbur adam’ın romanı.
Abdi Ağa’nın zulmüyle köyünü terk etmek zorunda kalan Memed, Ağa’nın yeğeniyle evlendirilmek üzere olan Hatçe’yi kaçırır. Abdi Ağa’yı yaralayan, yeğenini de öldüren Memed haydut Deli Durdu’ya katılır, oysa kıyıcılığına katlanamadığı Deli Durdu’dan iki arkadaşıyla birlikte ayrılır. Memed, sıradan bir köy çocuğuyken, zulmedenler için eşkıyaya, köylüler içinse bir kurtarıcıya dönüşür.
27. “Oblomov”, (1859) İvan Gonçarov
Tembelliği bir sanat haline getiren Oblomov, Rus romanında “lüzumsuz adam” tiplemesinin baki örneklerinden biridir. Orta ihtiyar toprak sahibi Oblomov işinden bölünmüş, tüm arkadaşlarını etrafından uzaklaştırmış, borca dolu ve tüm dünyasal işlerini yatağından görmeye başlamıştır. 
Her bir köşesi dökülmekte olan dairesinde kendisi dek uyuşuk uşağıyla birlikte aldırmazlık içinde yaşamış bu ağırkanlı asilzade, değişime but direyerek işlevsizleşmiş bir sınıfın timsalidir. 
Rus toplumuna özgü bu tipleme Gonçarov’un kaleminden çıktığı günden beri toplumun içine karışmış, “Oblomovluk” sözcüğünü jurnal dile kazandırmıştır. Oblomov, 19. asır sonunda bu açmaza giren toprak sahiplerinin güldürüsü olmakla kalmıyor, bununla birlikte mevcut sosyal düzenin acayipliklerini ve adaletsizliğini de ciddiyetle ama tatlı bir dille eleştiriyor.
28. “Bakmak”, (2004) José Saramago
Adı belirsiz bir ülkenin başkentinde seçim günü şakır şakır yağmur yağmaya başlayınca kimse oy atmaya gitmez. Öğleden sonra yağmur durunca, saat bütün dörtte, seçmenler sanki emir almışçasına sandıkların başına koşarlar. Ama sandıklar açıldığında, kullanılan oyların yüzde 83’ünün boş olduğu ortaya çıkar. 
Bunun bozguncu bir grubun, bir de milletlerarası bir anarşi yanlısı örgütün işi olduğunu düşünen hükümet doğaüstü hal duyuru eder. Yıllar önce kenti saran “körlük salgını”ndan kurtulan tek kişinin bu olayla benzer olduğundan kuşkulanılır. “Beyaz veba”nın öteki kentlere de yayılmasını önlemek için başkent kuşatma altına alınır, bir polis komiseri “suçlular”ı bulmakla görevlendirilir.
29. “Niteliksiz Adam”, (1940) Robert Musil
Niteliksiz Adam, gerçek anlamda bir devir ve geçiş dönemi romanıdır. Yazar kadar “İmpkralya” diye adlandırılan, aslında 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında bundan böyle çöküş sürecine girmiş olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu simgeleyen bir ülkede Musil, modernizm sürecindeki bir toplumun ve bireyin bütün çalkantılarını sergilemeyi amaçlar.
Bu çalkantılar, romanın başkişisi, yani “niteliksiz adam” olan Ulrich’in kimliği aracılığıyla sergilenir. Ulrich, bir ayağıyla eski’de, öbür ayağıyla yeni’de durmaktadır. Tüm sorun, onun bu geçiş konumunun doğal sonucu olan çelişkilerin üstesinden gelip gelemeyeceği sorusunda odaklanır.
Bu roman üzerine fazla manâlı bir analiz kaleme bölge Virgil Newmoianu’ya kadar Niteliksiz Adam, özenli bir okura sadece bir geçiş dönemini yok, fakat yakın geleceği de çok çarpıcı biçimde sergileyen başyapıtlardan biridir.
30. “Düşüş”, (1956) Camus
Bu kitap, herhangi bir us veya savı özellikle öne çıkarmaya çalışmadan, yalın bir anlatım ve özgün bir kurgu içinde, varlıklı bir hafıza duygu yüküyle, modern dünyayı ve insanlarını içe doğru sorgulayıp yargılar, çirkinliklerini ve düşkünlüklerini sergiler. Fakat, bununla beraber, bu dünyada yaşamış, dolayısıyla şu ya da bu biçimde, şu veya bu ölçüde onun sorumluluğunu taşıyan bireyler olarak bir bir her birimize bir ayna tutar, eski avukat Jean-Baptiste Clamence’ın öyküsü yoluyla, bize kendini tehlikeye atmadan yaşayanların, yani hepimizin ve her birimizin benzersiz öyküsünü anlatır.
31. “Kuyucaklı Yusuf”, (1937) Sabahattin Ali
“Bu manasız ve yabancı hayatta bir tek şeye hakikaten sarılmış, hakikaten inanır gibi olmuştu. Bu da karısı idi. Muazzez’in varlığı Yusuf için büyük, boşlukları dolduracak mahiyette bir şey değildi, ama onun yokluğu müthişti. 
Onun bu dek gereksiz yere, bu kadar insafsızca Yusuf’un hayatından koparılması çıldırtacak kadar acı idi. Hayatında başlıca aradığı şeyin Muazzez olmadığını biliyordu, ama Muazzez olmadan bunu aramaya muktedir olamayacağını sanıyordu.”
32. “Açlık”, (1890) Knut Hamsun
Norveçli büyük romancı Knut Hamsun’un kişiliğini ve ününü yaratıcı en büyük romanı Açlık’tır. Ünlü bir yazar olma sevdasıyla yanıp tutuşurken, bir yanda da açlıkla pençeleşen bir gencin, gerçekte duygulandırıcı öyküsü olan bu kitap, dünya edebiyatının başyapıtları aralarında anılmaktadır. Behçet Necatigil’in sanatçı kaleminden, örnek bir tercüme okuyacaksınız bu ciltte
33. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, (1954), Ahmet Hamdi Tanpınar
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiiri sembolist bir açıklama üzerine kurulmuştur. Aynı sözcük grubu romanlarına da zaman zaman sirayet eder. “Saatleri Akort Etme Ensitüsü” toplumumuzun bu değiştirme süreci içindeki durumunu, fertten yola çıkarak topluma varan bir teknikle anlatıyor.
34. “Ses ve Öfke”, (1929) William Faulkner
Yüzyılın klasikleri arasına girmiş bir roman. Ses ve Hiddet. Faulkner’ın, kendine özgü yoğun dili ve kurgusuyla, yaşananları, düşünülenleri, yayılan ya da sıkışan duyguları tüm bir atmosfer içinde vermekteki ustalığını doyasıya bildiren bir roman. 
Ses ve Öfke’de, ABD’nin güneyinde yaşayan Compson ailesinin dağılışı öbür bilinçlerle izleniyor. Zihinsel engelli oğul Benjy’nin, suçluluk ve onur duygularıyla azap çeken ağabeyi Quentin’in, sert, akla yatkın ve açıkgöz öteki erkek kardeş Jason’ın anlatımlarıyla ailede yaşananlar yavaşça açığa çıkıyor. 
Kız kardeş Candace’deri Jason’ın vasiliğini aldığı yeğeni Quentin’e, zenci hizmetçi Dilsey’den torunu Luster’a pek fazla karakterin sahiciliği ve olayların evrensel trajedisi, Faulkner’ın diliyle bir sırça kırığı değin bariz, bir hiddet anı dek yüksek sesli.
0 notes
istcemberlitas · 8 years
Photo
Tumblr media
Tanrıların Karakter Ve Görevleri
Türk tanrıları genel olarak iyilik yapmaktan hoşlanırlar. Mert ve doğrudurlar. İyilik yapmayı, bereket, bolluk dağıtmayı ve adaletli olmayı ana görevlerinden bilirler. Tanrıçaların da çoğu şefkatli, merhametli, cömerttirler. Kötülük tanrılarının sayısı çok değildir. Ancak bunların eli altında kötü ruhlar, zebaniler, cinler, şeytanlar bulunuyordu ki fenalıklar bunlar vasıtası ile yapılırdı.
Türk tanrıları görevleri bakımından şöyle toplanabilir:
İlkel yaratıcı gök tanrıları, iyilik yapan koruyucu tanrılar, kötülük ve yeraltı tanrıları, fırtına, gök gürültüsü, şimşek, yıldırım, yağmur, savaş, adaet, hastalık ve ölüm tanrıları, güzellik tanrıçaları, cehennem tanrı ve tanrıçaları, kahraman tanrılar, kozmik varlıklarla temsil edilen tanrılar, hayvanların, bitkilerin, çobanların, tanrıları, bereket, bolluk, mevsim tanrıları, deniz, su, dağ, orman, nehir, demir, mâden, ateş tanrıları, bölgelerin koruyucu tanrıları.
Zeus gibi çapkın, Diyonizos ve Baküs gibi sarhoş şarap tanrılarının, Türk tanrıları kadrosunda bulunmasına Türk karakteri müsaade edemezdi. Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u gibi müzik tanrısı şimdiye kadar bilinen Türk tanrıları arasında görülemedi.
Fenikelilerin îşmun, İskandinavyalIların Egra, Yunanlı’j ların Asklopiyos’u gibi tıp tanrılarının görevlerini; Hitit’lerdd Kamruşşaba adındaki tanrça ile eski Türk tanrılarından Rudra görürlerdi. Rudra’mn bin çeşit kadar ilâcı vardı. Bunlarla sevdiklerine bin yıl ömür verirdi.
İyilik Tanrıları
Altaylı’ların ilk büyük tanrısı Kara Han, bir iyilik eseri olarak her şeyi yaratmıştı. Oğlu Ülgen, iyilik yapmayı severdi. Dünya yüzündeki insanları körmös’lerin şerrinden korumak için oğullarını bile görevlendirmişti. Sümer’lerin Anu’su, Enlil’i, Ea (Enki) sı da bu tip tanrılardandır. Ancak Enlil bir ara insanlara ‘kızmış, Tufanı yapmışsa da, sonra pişman olmuş, insanlarla barışmıştı.
Yunan mitolojisindeki en büyük tanrı Zeüs; kurnaz, keyif ehli bir tanrı idi. Kadınları kandırmak için çeşitli kılıklara girer, hiyleler yapardı. Karısı Hera gibi şirret bir tanrçadan çekinmese daha çok ta ileri giderdi.
Türk’lerin tanrıları ise böyle değildir. Tanrıçaların da çoğu merhametli olmakla beraber güzeldirler. Göğün altıncı katında oturan Altaylı’ların Günana’sı şefkatin bir senbolü idi. Yine Altayliriarın  iline’si de böyledir. Ayzıt ise güzelliğin senbolüdür. Ancak Sümer’lerin iştar’ı bir bakımdan Yunan’lıların Afrodit’ine benzer.
Hitit’lerde, Sümer’lerde her bölgenin, her şehrin, hatta her insanın koruyucu tanrıları vardır. Bunlar bölgelerindeki insanları kötülük tanrılarının, fena ruhların musallat ettikleri hastalıklardan, felâketlerden korurlar. İyilik tanrıları ile kötülük tanrıları arasında insanları korumak için mücadele eksik olmazdı. Çok defa iyiler üstün gelerek. insanları bunlardan kurtarır. Ama kötülük tanrıları durmazlar, fırsat buldukça hemen insanlara musallat olmaktan gecikmezler ise de iyilik tanrıları yetişerek, gelecek felâketleri önlerlerdi.
Kötülük Tanrıları
Altayh’ların kötülük tanrılarının başında Erlik Han gelir. Yerin altında oturan bu tanrı, kardeşi Ülgen’e benzemez. Emrinde bulunan ikinci derecedeki kötülük tanrıları ve ruhları ile işi gücü insanlara fenalık etmektir. Oğulları onun gibi değildir. Onlar yer yüzündeki insanlara iyilik yapar, babalarının idaresindeki fena ruhlardan insanları korurlar.
Fırtına tanrısı Nergal ile karısı cehennem tanrıçası Ereşkiğal, Sümer’lerin belli başlı kötülük tanrılarıdır. Targanneme adındaki Sümer tanrısı da yılan gibi zehirli ve kötüdür. Çok ta yalan söyler. Türklerden Hintli’lere geçmiş olan Rudra bir dereceye kadar hain ise de iyi tarafları da çoktur.
Sümer’lerin Nin-Gişzida’sı yerin altında bulunmakla beraber kötü sayılmaz. Yine Sümer’lerin Adat’ı yıldırım ve fırtına tanrısı idi. Altay Türk’lerinin göklerde yaşayan Yalpağan’ı da yedi başlı bir kötülük tanrısıdır. Yağmur tanrısı olan Ağada siyah deniz canavarı kılığındadır.
Eti’lerin de Manyos adında bir cehennem tanrısı vardır.
Tanrıların Oturdukları Yerler
Tanrıların bir kısmı gökte, yıldızlarda, bir kısmı da yer altında, denizlerde, yahut yüksek dağların başında otururlar. Sümer’lerin, Altaylı’larm, Yakut’larm ve Göktürk’lerin büyük tanrıları da göklerin en yüksek yerlerinde oturur.
Sümer’lerin büyük tapmakları da Tanrıların sarayıdır. Tanrılar bu tapmaklarda istedikleri zaman aileleri ile de otururlar. Ancak tanrıların buralara gelmesi için (Sedr) ağacı yakılır. Çünkü Tanrılar bunun korkusundan hoşlanır.
Sümer’lerde herkesin bir koruyucu tanrısı vardır ki, bu tanrı insanın bedeninde bulunurdu. Ama o insan bir günah işlerse tanrı onu bırakır, gider, yerini cinlere verir. Eğer o insan günahlarından tövbe ederse tanrı geri döner, yine insanın bedenine gelir. Bir inanışa göre de yer yüzünde (Yer-su) adı verilen oynedi tanrı vardır ki, bunların her biri bir bölgeyi idare ederdi.
0 notes
kulturilesanat · 8 years
Photo
Tumblr media
Tanrıların Karakter Ve Görevleri
Türk tanrıları genel olarak iyilik yapmaktan hoşlanırlar. Mert ve doğrudurlar. İyilik yapmayı, bereket, bolluk dağıtmayı ve adaletli olmayı ana görevlerinden bilirler. Tanrıçaların da çoğu şefkatli, merhametli, cömerttirler. Kötülük tanrılarının sayısı çok değildir. Ancak bunların eli altında kötü ruhlar, zebaniler, cinler, şeytanlar bulunuyordu ki fenalıklar bunlar vasıtası ile yapılırdı.
Türk tanrıları görevleri bakımından şöyle toplanabilir:
İlkel yaratıcı gök tanrıları, iyilik yapan koruyucu tanrılar, kötülük ve yeraltı tanrıları, fırtına, gök gürültüsü, şimşek, yıldırım, yağmur, savaş, adaet, hastalık ve ölüm tanrıları, güzellik tanrıçaları, cehennem tanrı ve tanrıçaları, kahraman tanrılar, kozmik varlıklarla temsil edilen tanrılar, hayvanların, bitkilerin, çobanların, tanrıları, bereket, bolluk, mevsim tanrıları, deniz, su, dağ, orman, nehir, demir, mâden, ateş tanrıları, bölgelerin koruyucu tanrıları.
Zeus gibi çapkın, Diyonizos ve Baküs gibi sarhoş şarap tanrılarının, Türk tanrıları kadrosunda bulunmasına Türk karakteri müsaade edemezdi. Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u gibi müzik tanrısı şimdiye kadar bilinen Türk tanrıları arasında görülemedi.
Fenikelilerin îşmun, İskandinavyalIların Egra, Yunanlı’j ların Asklopiyos’u gibi tıp tanrılarının görevlerini; Hitit’lerdd Kamruşşaba adındaki tanrça ile eski Türk tanrılarından Rudra görürlerdi. Rudra’mn bin çeşit kadar ilâcı vardı. Bunlarla sevdiklerine bin yıl ömür verirdi.
İyilik Tanrıları
Altaylı’ların ilk büyük tanrısı Kara Han, bir iyilik eseri olarak her şeyi yaratmıştı. Oğlu Ülgen, iyilik yapmayı severdi. Dünya yüzündeki insanları körmös’lerin şerrinden korumak için oğullarını bile görevlendirmişti. Sümer’lerin Anu’su, Enlil’i, Ea (Enki) sı da bu tip tanrılardandır. Ancak Enlil bir ara insanlara ‘kızmış, Tufanı yapmışsa da, sonra pişman olmuş, insanlarla barışmıştı.
Yunan mitolojisindeki en büyük tanrı Zeüs; kurnaz, keyif ehli bir tanrı idi. Kadınları kandırmak için çeşitli kılıklara girer, hiyleler yapardı. Karısı Hera gibi şirret bir tanrçadan çekinmese daha çok ta ileri giderdi.
Türk’lerin tanrıları ise böyle değildir. Tanrıçaların da çoğu merhametli olmakla beraber güzeldirler. Göğün altıncı katında oturan Altaylı’ların Günana’sı şefkatin bir senbolü idi. Yine Altayliriarın  iline’si de böyledir. Ayzıt ise güzelliğin senbolüdür. Ancak Sümer’lerin iştar’ı bir bakımdan Yunan’lıların Afrodit’ine benzer.
Hitit’lerde, Sümer’lerde her bölgenin, her şehrin, hatta her insanın koruyucu tanrıları vardır. Bunlar bölgelerindeki insanları kötülük tanrılarının, fena ruhların musallat ettikleri hastalıklardan, felâketlerden korurlar. İyilik tanrıları ile kötülük tanrıları arasında insanları korumak için mücadele eksik olmazdı. Çok defa iyiler üstün gelerek. insanları bunlardan kurtarır. Ama kötülük tanrıları durmazlar, fırsat buldukça hemen insanlara musallat olmaktan gecikmezler ise de iyilik tanrıları yetişerek, gelecek felâketleri önlerlerdi.
Kötülük Tanrıları
Altayh’ların kötülük tanrılarının başında Erlik Han gelir. Yerin altında oturan bu tanrı, kardeşi Ülgen’e benzemez. Emrinde bulunan ikinci derecedeki kötülük tanrıları ve ruhları ile işi gücü insanlara fenalık etmektir. Oğulları onun gibi değildir. Onlar yer yüzündeki insanlara iyilik yapar, babalarının idaresindeki fena ruhlardan insanları korurlar.
Fırtına tanrısı Nergal ile karısı cehennem tanrıçası Ereşkiğal, Sümer’lerin belli başlı kötülük tanrılarıdır. Targanneme adındaki Sümer tanrısı da yılan gibi zehirli ve kötüdür. Çok ta yalan söyler. Türklerden Hintli’lere geçmiş olan Rudra bir dereceye kadar hain ise de iyi tarafları da çoktur.
Sümer’lerin Nin-Gişzida’sı yerin altında bulunmakla beraber kötü sayılmaz. Yine Sümer’lerin Adat’ı yıldırım ve fırtına tanrısı idi. Altay Türk’lerinin göklerde yaşayan Yalpağan’ı da yedi başlı bir kötülük tanrısıdır. Yağmur tanrısı olan Ağada siyah deniz canavarı kılığındadır.
Eti’lerin de Manyos adında bir cehennem tanrısı vardır.
Tanrıların Oturdukları Yerler
Tanrıların bir kısmı gökte, yıldızlarda, bir kısmı da yer altında, denizlerde, yahut yüksek dağların başında otururlar. Sümer’lerin, Altaylı’larm, Yakut’larm ve Göktürk’lerin büyük tanrıları da göklerin en yüksek yerlerinde oturur.
Sümer’lerin büyük tapmakları da Tanrıların sarayıdır. Tanrılar bu tapmaklarda istedikleri zaman aileleri ile de otururlar. Ancak tanrıların buralara gelmesi için (Sedr) ağacı yakılır. Çünkü Tanrılar bunun korkusundan hoşlanır.
Sümer’lerde herkesin bir koruyucu tanrısı vardır ki, bu tanrı insanın bedeninde bulunurdu. Ama o insan bir günah işlerse tanrı onu bırakır, gider, yerini cinlere verir. Eğer o insan günahlarından tövbe ederse tanrı geri döner, yine insanın bedenine gelir. Bir inanışa göre de yer yüzünde (Yer-su) adı verilen oynedi tanrı vardır ki, bunların her biri bir bölgeyi idare ederdi.
1 note · View note
sanalmuze-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Tanrıların Karakter Ve Görevleri
Türk tanrıları genel olarak iyilik yapmaktan hoşlanırlar. Mert ve doğrudurlar. İyilik yapmayı, bereket, bolluk dağıtmayı ve adaletli olmayı ana görevlerinden bilirler. Tanrıçaların da çoğu şefkatli, merhametli, cömerttirler. Kötülük tanrılarının sayısı çok değildir. Ancak bunların eli altında kötü ruhlar, zebaniler, cinler, şeytanlar bulunuyordu ki fenalıklar bunlar vasıtası ile yapılırdı.
Türk tanrıları görevleri bakımından şöyle toplanabilir:
İlkel yaratıcı gök tanrıları, iyilik yapan koruyucu tanrılar, kötülük ve yeraltı tanrıları, fırtına, gök gürültüsü, şimşek, yıldırım, yağmur, savaş, adaet, hastalık ve ölüm tanrıları, güzellik tanrıçaları, cehennem tanrı ve tanrıçaları, kahraman tanrılar, kozmik varlıklarla temsil edilen tanrılar, hayvanların, bitkilerin, çobanların, tanrıları, bereket, bolluk, mevsim tanrıları, deniz, su, dağ, orman, nehir, demir, mâden, ateş tanrıları, bölgelerin koruyucu tanrıları.
Zeus gibi çapkın, Diyonizos ve Baküs gibi sarhoş şarap tanrılarının, Türk tanrıları kadrosunda bulunmasına Türk karakteri müsaade edemezdi. Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u gibi müzik tanrısı şimdiye kadar bilinen Türk tanrıları arasında görülemedi.
Fenikelilerin îşmun, İskandinavyalIların Egra, Yunanlı’j ların Asklopiyos’u gibi tıp tanrılarının görevlerini; Hitit’lerdd Kamruşşaba adındaki tanrça ile eski Türk tanrılarından Rudra görürlerdi. Rudra’mn bin çeşit kadar ilâcı vardı. Bunlarla sevdiklerine bin yıl ömür verirdi.
İyilik Tanrıları
Altaylı’ların ilk büyük tanrısı Kara Han, bir iyilik eseri olarak her şeyi yaratmıştı. Oğlu Ülgen, iyilik yapmayı severdi. Dünya yüzündeki insanları körmös’lerin şerrinden korumak için oğullarını bile görevlendirmişti. Sümer’lerin Anu’su, Enlil’i, Ea (Enki) sı da bu tip tanrılardandır. Ancak Enlil bir ara insanlara ‘kızmış, Tufanı yapmışsa da, sonra pişman olmuş, insanlarla barışmıştı.
Yunan mitolojisindeki en büyük tanrı Zeüs; kurnaz, keyif ehli bir tanrı idi. Kadınları kandırmak için çeşitli kılıklara girer, hiyleler yapardı. Karısı Hera gibi şirret bir tanrçadan çekinmese daha çok ta ileri giderdi.
Türk’lerin tanrıları ise böyle değildir. Tanrıçaların da çoğu merhametli olmakla beraber güzeldirler. Göğün altıncı katında oturan Altaylı’ların Günana’sı şefkatin bir senbolü idi. Yine Altayliriarın  iline’si de böyledir. Ayzıt ise güzelliğin senbolüdür. Ancak Sümer’lerin iştar’ı bir bakımdan Yunan’lıların Afrodit’ine benzer.
Hitit’lerde, Sümer’lerde her bölgenin, her şehrin, hatta her insanın koruyucu tanrıları vardır. Bunlar bölgelerindeki insanları kötülük tanrılarının, fena ruhların musallat ettikleri hastalıklardan, felâketlerden korurlar. İyilik tanrıları ile kötülük tanrıları arasında insanları korumak için mücadele eksik olmazdı. Çok defa iyiler üstün gelerek. insanları bunlardan kurtarır. Ama kötülük tanrıları durmazlar, fırsat buldukça hemen insanlara musallat olmaktan gecikmezler ise de iyilik tanrıları yetişerek, gelecek felâketleri önlerlerdi.
Kötülük Tanrıları
Altayh’ların kötülük tanrılarının başında Erlik Han gelir. Yerin altında oturan bu tanrı, kardeşi Ülgen’e benzemez. Emrinde bulunan ikinci derecedeki kötülük tanrıları ve ruhları ile işi gücü insanlara fenalık etmektir. Oğulları onun gibi değildir. Onlar yer yüzündeki insanlara iyilik yapar, babalarının idaresindeki fena ruhlardan insanları korurlar.
Fırtına tanrısı Nergal ile karısı cehennem tanrıçası Ereşkiğal, Sümer’lerin belli başlı kötülük tanrılarıdır. Targanneme adındaki Sümer tanrısı da yılan gibi zehirli ve kötüdür. Çok ta yalan söyler. Türklerden Hintli’lere geçmiş olan Rudra bir dereceye kadar hain ise de iyi tarafları da çoktur.
Sümer’lerin Nin-Gişzida’sı yerin altında bulunmakla beraber kötü sayılmaz. Yine Sümer’lerin Adat’ı yıldırım ve fırtına tanrısı idi. Altay Türk’lerinin göklerde yaşayan Yalpağan’ı da yedi başlı bir kötülük tanrısıdır. Yağmur tanrısı olan Ağada siyah deniz canavarı kılığındadır.
Eti’lerin de Manyos adında bir cehennem tanrısı vardır.
Tanrıların Oturdukları Yerler
Tanrıların bir kısmı gökte, yıldızlarda, bir kısmı da yer altında, denizlerde, yahut yüksek dağların başında otururlar. Sümer’lerin, Altaylı’larm, Yakut’larm ve Göktürk’lerin büyük tanrıları da göklerin en yüksek yerlerinde oturur.
Sümer’lerin büyük tapmakları da Tanrıların sarayıdır. Tanrılar bu tapmaklarda istedikleri zaman aileleri ile de otururlar. Ancak tanrıların buralara gelmesi için (Sedr) ağacı yakılır. Çünkü Tanrılar bunun korkusundan hoşlanır.
Sümer’lerde herkesin bir koruyucu tanrısı vardır ki, bu tanrı insanın bedeninde bulunurdu. Ama o insan bir günah işlerse tanrı onu bırakır, gider, yerini cinlere verir. Eğer o insan günahlarından tövbe ederse tanrı geri döner, yine insanın bedenine gelir. Bir inanışa göre de yer yüzünde (Yer-su) adı verilen oynedi tanrı vardır ki, bunların her biri bir bölgeyi idare ederdi.
0 notes
osmanliturasi-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Tanrıların Karakter Ve Görevleri
Türk tanrıları genel olarak iyilik yapmaktan hoşlanırlar. Mert ve doğrudurlar. İyilik yapmayı, bereket, bolluk dağıtmayı ve adaletli olmayı ana görevlerinden bilirler. Tanrıçaların da çoğu şefkatli, merhametli, cömerttirler. Kötülük tanrılarının sayısı çok değildir. Ancak bunların eli altında kötü ruhlar, zebaniler, cinler, şeytanlar bulunuyordu ki fenalıklar bunlar vasıtası ile yapılırdı.
Türk tanrıları görevleri bakımından şöyle toplanabilir:
İlkel yaratıcı gök tanrıları, iyilik yapan koruyucu tanrılar, kötülük ve yeraltı tanrıları, fırtına, gök gürültüsü, şimşek, yıldırım, yağmur, savaş, adaet, hastalık ve ölüm tanrıları, güzellik tanrıçaları, cehennem tanrı ve tanrıçaları, kahraman tanrılar, kozmik varlıklarla temsil edilen tanrılar, hayvanların, bitkilerin, çobanların, tanrıları, bereket, bolluk, mevsim tanrıları, deniz, su, dağ, orman, nehir, demir, mâden, ateş tanrıları, bölgelerin koruyucu tanrıları.
Zeus gibi çapkın, Diyonizos ve Baküs gibi sarhoş şarap tanrılarının, Türk tanrıları kadrosunda bulunmasına Türk karakteri müsaade edemezdi. Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u gibi müzik tanrısı şimdiye kadar bilinen Türk tanrıları arasında görülemedi.
Fenikelilerin îşmun, İskandinavyalIların Egra, Yunanlı’j ların Asklopiyos’u gibi tıp tanrılarının görevlerini; Hitit’lerdd Kamruşşaba adındaki tanrça ile eski Türk tanrılarından Rudra görürlerdi. Rudra’mn bin çeşit kadar ilâcı vardı. Bunlarla sevdiklerine bin yıl ömür verirdi.
İyilik Tanrıları
Altaylı’ların ilk büyük tanrısı Kara Han, bir iyilik eseri olarak her şeyi yaratmıştı. Oğlu Ülgen, iyilik yapmayı severdi. Dünya yüzündeki insanları körmös’lerin şerrinden korumak için oğullarını bile görevlendirmişti. Sümer’lerin Anu’su, Enlil’i, Ea (Enki) sı da bu tip tanrılardandır. Ancak Enlil bir ara insanlara ‘kızmış, Tufanı yapmışsa da, sonra pişman olmuş, insanlarla barışmıştı.
Yunan mitolojisindeki en büyük tanrı Zeüs; kurnaz, keyif ehli bir tanrı idi. Kadınları kandırmak için çeşitli kılıklara girer, hiyleler yapardı. Karısı Hera gibi şirret bir tanrçadan çekinmese daha çok ta ileri giderdi.
Türk’lerin tanrıları ise böyle değildir. Tanrıçaların da çoğu merhametli olmakla beraber güzeldirler. Göğün altıncı katında oturan Altaylı’ların Günana’sı şefkatin bir senbolü idi. Yine Altayliriarın  iline’si de böyledir. Ayzıt ise güzelliğin senbolüdür. Ancak Sümer’lerin iştar’ı bir bakımdan Yunan’lıların Afrodit’ine benzer.
Hitit’lerde, Sümer’lerde her bölgenin, her şehrin, hatta her insanın koruyucu tanrıları vardır. Bunlar bölgelerindeki insanları kötülük tanrılarının, fena ruhların musallat ettikleri hastalıklardan, felâketlerden korurlar. İyilik tanrıları ile kötülük tanrıları arasında insanları korumak için mücadele eksik olmazdı. Çok defa iyiler üstün gelerek. insanları bunlardan kurtarır. Ama kötülük tanrıları durmazlar, fırsat buldukça hemen insanlara musallat olmaktan gecikmezler ise de iyilik tanrıları yetişerek, gelecek felâketleri önlerlerdi.
Kötülük Tanrıları
Altayh’ların kötülük tanrılarının başında Erlik Han gelir. Yerin altında oturan bu tanrı, kardeşi Ülgen’e benzemez. Emrinde bulunan ikinci derecedeki kötülük tanrıları ve ruhları ile işi gücü insanlara fenalık etmektir. Oğulları onun gibi değildir. Onlar yer yüzündeki insanlara iyilik yapar, babalarının idaresindeki fena ruhlardan insanları korurlar.
Fırtına tanrısı Nergal ile karısı cehennem tanrıçası Ereşkiğal, Sümer’lerin belli başlı kötülük tanrılarıdır. Targanneme adındaki Sümer tanrısı da yılan gibi zehirli ve kötüdür. Çok ta yalan söyler. Türklerden Hintli’lere geçmiş olan Rudra bir dereceye kadar hain ise de iyi tarafları da çoktur.
Sümer’lerin Nin-Gişzida’sı yerin altında bulunmakla beraber kötü sayılmaz. Yine Sümer’lerin Adat’ı yıldırım ve fırtına tanrısı idi. Altay Türk’lerinin göklerde yaşayan Yalpağan’ı da yedi başlı bir kötülük tanrısıdır. Yağmur tanrısı olan Ağada siyah deniz canavarı kılığındadır.
Eti’lerin de Manyos adında bir cehennem tanrısı vardır.
Tanrıların Oturdukları Yerler
Tanrıların bir kısmı gökte, yıldızlarda, bir kısmı da yer altında, denizlerde, yahut yüksek dağların başında otururlar. Sümer’lerin, Altaylı’larm, Yakut’larm ve Göktürk’lerin büyük tanrıları da göklerin en yüksek yerlerinde oturur.
Sümer’lerin büyük tapmakları da Tanrıların sarayıdır. Tanrılar bu tapmaklarda istedikleri zaman aileleri ile de otururlar. Ancak tanrıların buralara gelmesi için (Sedr) ağacı yakılır. Çünkü Tanrılar bunun korkusundan hoşlanır.
Sümer’lerde herkesin bir koruyucu tanrısı vardır ki, bu tanrı insanın bedeninde bulunurdu. Ama o insan bir günah işlerse tanrı onu bırakır, gider, yerini cinlere verir. Eğer o insan günahlarından tövbe ederse tanrı geri döner, yine insanın bedenine gelir. Bir inanışa göre de yer yüzünde (Yer-su) adı verilen oynedi tanrı vardır ki, bunların her biri bir bölgeyi idare ederdi.
0 notes
galatakulesis-blog · 8 years
Photo
Tumblr media
Tanrıların Karakter Ve Görevleri
Türk tanrıları genel olarak iyilik yapmaktan hoşlanırlar. Mert ve doğrudurlar. İyilik yapmayı, bereket, bolluk dağıtmayı ve adaletli olmayı ana görevlerinden bilirler. Tanrıçaların da çoğu şefkatli, merhametli, cömerttirler. Kötülük tanrılarının sayısı çok değildir. Ancak bunların eli altında kötü ruhlar, zebaniler, cinler, şeytanlar bulunuyordu ki fenalıklar bunlar vasıtası ile yapılırdı.
Türk tanrıları görevleri bakımından şöyle toplanabilir:
İlkel yaratıcı gök tanrıları, iyilik yapan koruyucu tanrılar, kötülük ve yeraltı tanrıları, fırtına, gök gürültüsü, şimşek, yıldırım, yağmur, savaş, adaet, hastalık ve ölüm tanrıları, güzellik tanrıçaları, cehennem tanrı ve tanrıçaları, kahraman tanrılar, kozmik varlıklarla temsil edilen tanrılar, hayvanların, bitkilerin, çobanların, tanrıları, bereket, bolluk, mevsim tanrıları, deniz, su, dağ, orman, nehir, demir, mâden, ateş tanrıları, bölgelerin koruyucu tanrıları.
Zeus gibi çapkın, Diyonizos ve Baküs gibi sarhoş şarap tanrılarının, Türk tanrıları kadrosunda bulunmasına Türk karakteri müsaade edemezdi. Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u Şunu da belirtmek gerekir ki; Kelt’lerin Ogmios’ı, İskandinavyalIların Braya’sı gibi şiir tanrıları, Yunanlı’larm Apollon’u gibi müzik tanrısı şimdiye kadar bilinen Türk tanrıları arasında görülemedi.
Fenikelilerin îşmun, İskandinavyalIların Egra, Yunanlı’j ların Asklopiyos’u gibi tıp tanrılarının görevlerini; Hitit’lerdd Kamruşşaba adındaki tanrça ile eski Türk tanrılarından Rudra görürlerdi. Rudra’mn bin çeşit kadar ilâcı vardı. Bunlarla sevdiklerine bin yıl ömür verirdi.
İyilik Tanrıları
Altaylı’ların ilk büyük tanrısı Kara Han, bir iyilik eseri olarak her şeyi yaratmıştı. Oğlu Ülgen, iyilik yapmayı severdi. Dünya yüzündeki insanları körmös’lerin şerrinden korumak için oğullarını bile görevlendirmişti. Sümer’lerin Anu’su, Enlil’i, Ea (Enki) sı da bu tip tanrılardandır. Ancak Enlil bir ara insanlara ‘kızmış, Tufanı yapmışsa da, sonra pişman olmuş, insanlarla barışmıştı.
Yunan mitolojisindeki en büyük tanrı Zeüs; kurnaz, keyif ehli bir tanrı idi. Kadınları kandırmak için çeşitli kılıklara girer, hiyleler yapardı. Karısı Hera gibi şirret bir tanrçadan çekinmese daha çok ta ileri giderdi.
Türk’lerin tanrıları ise böyle değildir. Tanrıçaların da çoğu merhametli olmakla beraber güzeldirler. Göğün altıncı katında oturan Altaylı’ların Günana’sı şefkatin bir senbolü idi. Yine Altayliriarın  iline’si de böyledir. Ayzıt ise güzelliğin senbolüdür. Ancak Sümer’lerin iştar’ı bir bakımdan Yunan’lıların Afrodit’ine benzer.
Hitit’lerde, Sümer’lerde her bölgenin, her şehrin, hatta her insanın koruyucu tanrıları vardır. Bunlar bölgelerindeki insanları kötülük tanrılarının, fena ruhların musallat ettikleri hastalıklardan, felâketlerden korurlar. İyilik tanrıları ile kötülük tanrıları arasında insanları korumak için mücadele eksik olmazdı. Çok defa iyiler üstün gelerek. insanları bunlardan kurtarır. Ama kötülük tanrıları durmazlar, fırsat buldukça hemen insanlara musallat olmaktan gecikmezler ise de iyilik tanrıları yetişerek, gelecek felâketleri önlerlerdi.
Kötülük Tanrıları
Altayh’ların kötülük tanrılarının başında Erlik Han gelir. Yerin altında oturan bu tanrı, kardeşi Ülgen’e benzemez. Emrinde bulunan ikinci derecedeki kötülük tanrıları ve ruhları ile işi gücü insanlara fenalık etmektir. Oğulları onun gibi değildir. Onlar yer yüzündeki insanlara iyilik yapar, babalarının idaresindeki fena ruhlardan insanları korurlar.
Fırtına tanrısı Nergal ile karısı cehennem tanrıçası Ereşkiğal, Sümer’lerin belli başlı kötülük tanrılarıdır. Targanneme adındaki Sümer tanrısı da yılan gibi zehirli ve kötüdür. Çok ta yalan söyler. Türklerden Hintli’lere geçmiş olan Rudra bir dereceye kadar hain ise de iyi tarafları da çoktur.
Sümer’lerin Nin-Gişzida’sı yerin altında bulunmakla beraber kötü sayılmaz. Yine Sümer’lerin Adat’ı yıldırım ve fırtına tanrısı idi. Altay Türk’lerinin göklerde yaşayan Yalpağan’ı da yedi başlı bir kötülük tanrısıdır. Yağmur tanrısı olan Ağada siyah deniz canavarı kılığındadır.
Eti’lerin de Manyos adında bir cehennem tanrısı vardır.
Tanrıların Oturdukları Yerler
Tanrıların bir kısmı gökte, yıldızlarda, bir kısmı da yer altında, denizlerde, yahut yüksek dağların başında otururlar. Sümer’lerin, Altaylı’larm, Yakut’larm ve Göktürk’lerin büyük tanrıları da göklerin en yüksek yerlerinde oturur.
Sümer’lerin büyük tapmakları da Tanrıların sarayıdır. Tanrılar bu tapmaklarda istedikleri zaman aileleri ile de otururlar. Ancak tanrıların buralara gelmesi için (Sedr) ağacı yakılır. Çünkü Tanrılar bunun korkusundan hoşlanır.
Sümer’lerde herkesin bir koruyucu tanrısı vardır ki, bu tanrı insanın bedeninde bulunurdu. Ama o insan bir günah işlerse tanrı onu bırakır, gider, yerini cinlere verir. Eğer o insan günahlarından tövbe ederse tanrı geri döner, yine insanın bedenine gelir. Bir inanışa göre de yer yüzünde (Yer-su) adı verilen oynedi tanrı vardır ki, bunların her biri bir bölgeyi idare ederdi.
1 note · View note