Tumgik
#hikayemiz burada başlıyor
avufuktekin · 1 year
Text
Juan Rulfo - Söyle de Beni Öldürmesinler!
Kurgudan Gerçeğe Programının ikinci bölümünde Meksikalı yazar Juan Rulfo’nun “Söyle de Beni Öldürmesinler!” isimli öyküsünü inceledik. Öyküye önce yakın okuma yapıp onu edebiyat açısından değerlendirdik. Ardından çevirinin önemi ve çeviri farklılıklarından bahsettik. Son olarak öyküde geçen zamanaşımı, affetme gibi konuları hukuki ve toplumsal açıdan ele aldık. İzlemek / dinlemek için ilgili…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
flintinkayiphazinesi · 7 months
Text
Inuyasha : İyilik ve Kötülüğün En Güzel İşlendiği Anime
Tumblr media
Inuyasha deyince, seriyi izlemiş olanların ya da seri hakkında orada burada bir şeyler duymuş olan herkesin ilk aklından geçen şey, seride işlenen iyilik ve kötülük kavramları. Bu kavramlar her karakter üzerinde o kadar ince ve detaylı bir şekilde işleniyor ki hikâye ilerlerken karakterlerin kötülükten iyiliğe doğru geçirdikleri o yumuşak geçişi siz de onlarla yaşıyorsunuz ve kabulleniyorsunuz.
Bugün izlediğimiz pek çok anime, iyi ve kötü karakterler barındırıyor. Başkahramanlar genellikle yazarlar tarafından iyi bir örnek teşkil etmesi için yazılıyor. Zaten izleyiciler de çoğunlukla kötü karakterlerin tarafını tutmayacağı için, bu oldukça anlaşılır bir şey. Peki ya bunun tam tersi olsaydı? İzlediğiniz diziye ya da filme adını veren karakter, aslında tamamen iyi biri olmasaydı?
Inuyasha: İyi mi Kötü mü?
Tumblr media
Hikayemiz, bir tapınakta yaşayan Kagome’nin bir kediyi ararken, tapınaklarındaki kuyuya düşmesi sonucu feodal Japonya’ya ışınlanmasıyla başlıyor. Geçmişe yolculuk temaları bugün pek çok seride karşımıza çıkıyor. Belki de yazarlar, geçmiş ve şimdi arasındaki bağın hiçbir zaman kopmaması gerektiğini ve geçmişin günümüze nasıl şekil verdiğini unutmamamız gerektiğini hatırlatmaya çalışıyor. Kagome’nin vücudunda yaşayan Kikyou’nun ruhu ise aslında hiçbir zaman geçmişten kopmanın mümkün olmadığını hatırlatır nitelikte. Kagome’nin ışınlandığı köyde köylüler, ona Inuyasha’nın kötü biri olduğunu ve kutsal mücevheri çalmak istediğini söylüyor. Bunu öğrenen Kagome, mücevheri Inuyasha’dan korumak için elinden geleni yapıyor. Sonrasında mücevherin gücüne sahip olmak isteyen pek çok karakterle karşılaşıyoruz. Sürekli başka suretlere bürünerek mücevheri alıp daha da güçlü olmak isteyen pek çok karakter Kagome’yi kaçırıp bu amacına ulaşmaya çalışıyor. Aynı amaca sahip Inuyasha ise her seferinde Kagome’yi kurtarıyor fakat mücevheri almıyor. Kötü olarak gösterilse de Inuyasha’nın hikâye boyunca başı derde giren pek çok karaktere yardım ettiğine şahit oluyoruz.
Tumblr media
Inuyasha, Kagome ile parçalanmış mücevheri toplama yolculuklarında, başlarından geçen her olayda daha farklı birine dönüşüyor. Hikayemizin başında hem öfkeli hem de hüzünlü bir karaktere sahip olan Inuyasha aslında bu karakterinin arkasında pek çok yaşanmışlığa sahip. Küçüklüğünde iblis babasının insan annesine âşık olması sonucu dünyaya gelmiş olan Inuyasha, iblis dünyasında geçirdiği çocukluğu sırasında insan kanı taşıdığı için hep küçük görülmüş ve dışlanmış bir karakter. Sonrasında Kikyou ile tanıştığında birbirlerine hikayelerini anlatıyorlar. Kaderlerinin çok benzediğini öğrenen ikili birbirlerine âşık oluyor fakat bu hikayenin de başlamasına sebebiyet veren trajik bir olay yaşıyorlar. Inuyasha sevdiği tarafından bir ok ile ağaca saplanıyor, Kikyou ise sevdiği tarafından sırtından bıçaklanarak hayata veda ediyor. Başta, yıllar sonra Kagome tarafından uyandırıldığında, sadece mücevhere sahip olup gerçek bir iblis olmak olan amacı sonrasında Kagome’yi ve arkadaşlarını korumaya evriliyor.
Sesshomaru: Şiddetten Şefkate Doğru Bir Yolculuk
Tumblr media
Bir başka karakter olan Sesshomaru, Inuyasha’nın bir başka anneden olan abisi. Inuyasha ile gerçek bir iblis olmadığı için sürekli alay eden ve onu küçük gören Sesshomaru’nun asıl nefreti aslında insanlara karşı. İnsan ırkını her zaman küçümseyen bir karakter olan Sesshomaru, Inuyasha ile yaptığı kılıç dövüşünde yenildikten sonra ormana sığındığında üstünde yırtık elbiseleriyle ona yardım etmeye gelen bir insanla karşılaşıyor. Başta, küçümsediği bu ırktan yardım kabul etmese de sonrasında buna izin veriyor. Daha sonra ona yardım eden kızı, babasının ona verdiği “iyilik kılıcı” ile kurtarıyor. Bu kılıç babasının Sesshomaru’ya mirası. Her zaman şiddetten yana olan ve insanları hor gören oğluna bıraktığı bu hediye her yönden oldukça manidar. Sesshomaru ise bu kılıcı nefret ettiği ırktan bir kızı hayata döndürmek için kullanıyor, ormanda kendisine yardım eden insan kızı Rin için.
İki Kardeş İki Farklı Dünya
Tumblr media
Babalarının iyilik ve kötülüğü zıt karakterli iki oğluna iki farklı kılıç olarak miras bırakması hikâyede gözden kaçırılmaması gereken harika bir detay. Kötülüğe ve şiddete meyilli Seshhomaru, elindeki kılıçla hiçbir canlıya zarar veremezken, Inuyasha’nın kılıcı zamanında babası tarafından pek çok savaşta kullanılmış bir yıkım kılıcı. Ancak ikisinin de temelde amacı birilerini korumak veya kurtarmak. Inuyasha’ya bıraktığı kılıç, yalnızca bir insanı korumak amacıyla kullanıldığında gerçek gücünü gösteriyor. Sesshomaru’daki kılıç ise kullanıldığında rakibe zerre kadar zarar veremiyor fakat onu iyileştiriyor.
Birlikte Daha Kolay
Tumblr media
Hikâye boyunca tüm karakterler iyilik ve kötülüğü somut bir şekilde görerek deneyimliyor. Bu bazen, tüm köy tarafından sırf görünüşü yüzünden dışlanan ve canavar ilan edilen bir yarı iblis bazen de iyi görünümüyle herkesi kandırıp kontrolu altına alan ve serideki çoğu karakterin baş düşmanı olan Naraku olarak karşımıza çıkıyor. Kagome, Inuyasha, Miroku, Sango ve Shippo başlarına gelen trajik olayların sorumlusu olan kötülüğü yenmek için çıktıkları yolculukta, iyiliği, arkadaşlığı ve insanın içindeki ve dışındaki kötülüğü yenmesinin aslında ne kadar zor ve çetrefilli fakat beraber yapıldığında ne kadar kolay olduğunu keşfediyor.
Not: Yazım aynı zamanda kesifasya.com'da da yayımlandı. Orada da yazılarımı okuyabilirsiniz.
8 notes · View notes
bilimuzay · 2 years
Text
Fizik Nedir? - Fizik Bilimine Giriş - Fiziğin Tarihi Hikayesi
Tumblr media
Fizik Tarihi? – Fizik nedir
Fizik nedir?, 16. yy sonrası felsefi alandan çıkarak kendine ait bir alan oluşturmuş en eski bilim dallarından birisidir. 16. yy öncesi fizik, felsefi bir alan görülerek ilerliyordu. Daha sonraları kendine bir yol edinerek kendi alt dallarını oluşturdu. Fizik terimi, diğer bir çok terim gibi Yunancadan gelmiştir. Yunancada doğa yani “fisis” kelimesinden oluşur. Bilimin en eski dallarından birisidir. Astronomi gibi, fizikte Mezopotamya’dan başlamak üzere günümüze kadar yükselerek ve her geçen yüzyılda ayrı bir öneme sahip olarak gelmiştir. Bu alan üzerinde çalışma yapan bilim adamlarının çalışmaları ve düşünceleri zaman içerisinde değerlenmiştir. Günümüzde klasik, modern ve kuantum fiziği olarak 3 ana dala ayrılmıştır. Asıl yapı taşları Antik Yunan zamanında atılan bilim dalı, bilginin el değiştirmesi ve İslam Coğrafyasına geçmesiyle fizik alanında önemli adımlar atılmıştır. Ortaçağ yıllarında tekrar Batı Coğrafyasında önem bulan fizik ve matematik alanları Rönesans ve İsaac Newton ile birlikte en önemli dönemlerine doğru ilerlemiştir. İnsanlığın Serüveni adlı kategoride günümüzde ve geçmişte var olan bilim dallarının ve çeşitli alanlardaki yapılan çalışmaların geçmişten günümüze kronolojik bir şekilde işleyerek gerekli konu ve konular hakkında bilgi deposu oluşturmayı amaçlıyoruz. Bu serüven kronolojik bir sıraya ve bu alan hakkında yapılan neredeyse tüm çalışmaları içereceği için konu biraz uzun olacaktır. Gözden kaçmış konu ve şahsiyetler bulunabilir bunun için konu altına yorum yapmayı unutmayınız. Giriş Fizik Tarihi adlı hikayemizde pek çok alana ve şahsiyete değineceğiz. Neredeyse her bölüm kendi kategorisi altında detaylı bir şekilde işlenecektir. Bu yazıda ise çok derine inmeden fizik alanında çalışma yapan uygarlık ve önemli bilim insanlarından bahsedilecektir. Tarihe uzanamadan önce fiziğin ne olduğunu, ne işe yaradığını dair ufak bir açıklamada bulunalım. Fizik Nedir? En eski ve kuramsal bilim dallarından birisi olan fizik, temelde madde ve enerji arasındaki ilişkiyi inceler. Amacı evrenin nasıl işlediğini gözlemlemek ve anlamaktır. Fizik, doğası gereği diğer bilim dallarının gelişmesini veya değişmesini de temel anlamda değiştirebilecek seviyede temel bir bilim dalıdır. Bu sebeple bazı araştırmacılar tarafından “bilimin temeli” olarak kabul edilir. Kuarklardan gibi temel parçacıklardan başlayıp galaksi kümelerinin oluşumu gibi geniş bir yelpazeye sahip olan fizik dalının temelleri Mezopotamya’dan birkaç örnek dışında Antik Yunan uygarlığına atfedilir. Klasik Fizik Nedir? Klasik fizik, diğer adıyla Newton fiziği. Basitçe anlatmak gerekirse atomdan büyük ve ışık hızından düşük seviyedeki olayları ve maddeleri inceleyen paradigmadır. Modern Fizik Nedir? Modern Fizik, klasik fizik ile tanımlanamayan veya incelenemeyen diğer fizik olaylarını inceleyen paradigmadır. Kuantum Fiziği Nedir? Kuantum fiziği ise günümüzden çokta uzak olmayan yıllarda keşfedilmiş atom altı parçacıkları inceleyen paradigmadır. Bir diğer adıyla Kuantum Mekaniği olarak geçer.
Mezopotamya Uygarlıklarında Fizik ve Bilim– Her şeyin başladığı Yer
Hikayemiz en eski medeniyet olarak görülen tarihçiler tarafından "Tarihin Başladığı Yer" olarak adlandırılan Mezopotamya, Sümer'de başlıyor. Burada az da olsa bilimin ve fiziğin temelleri atılacak daha sonra Mezopotamya'dan çıkıp dünyanın farklı köşelerinde baş gösterecektir. Sümer Uygarlığında Bilimin Temelleri
Tumblr media
Sümerlilere ait kabartma/duvar süslemeleri Sümer, Babil ve Mısır gibi uygarlıkların fizik dalında yaptığı çalışmalar pek fazla olmasa da bir bu bilim dalı üzerinde bir takım çalışmalar yaptığını biliyoruz. Sümerliler matematik ve geometrinin temellerini atarak ilk olarak dört işlemi, kare ve karekök almayı bulmuşlardı. Günümüzde pek çok icadın öncüsü olan Sümerliler daireyi 360 dereceye bölüyordu. Güneş saatini ve ay takvimini icat ederek bir ayı 30, bir yılı ise 360 gün olarak hesaplamışlardı Sümerliler dönemine göre oldukça modern ve gelişmiş bir topluluktu, böylece tarihçiler tarafından “Tarihin Başladığı Medeniyet” olarak kabul ediliyor. Kendilerinden sonraki veya komşu olan pek çok uygarlığın odak noktası olmuştur. Sümer kültürü ve çalışmaları ondan sonraki medeniyetlere ışık tutarak, uygarlıkların gelişmesini sağlamıştır. MÖ 4000 ila 2000 yılları arasında baş gösteren medeniyet, böylelikle fiziğin başladığı veya doğduğu yer olarak kabul edilir.
Tumblr media
Sümer Tabletlerindeki Çivi Yazısı Fizik o dönemlerde felsefi düşüncenin içerisinde işleniyordu. Bu yüzden yapılan pek çok çalışma felsefeyi de içeriyordu. Gökyüzünü ve uzayı gözlemleyerek burçları bulmuşlardır. Günümüz burçları Sümer uygarlığının keşfiyle günümüze gelmiştir. Mısır uygarlığı
Tumblr media
Mısır Yazı Sistemleri Antik Mısır medeniyeti de Sümerliler gibi geometri, matematik, astronomi ve fizik alanlarında önemli çalışmalar yapmıştır. Alan ve hacim hesapları yapabiliyor, matematik alanında kullandıkları on tabanlı rakamları hiyeroglifler ile sembolize ediyorlardı. MÖ 2500 yıllarında yapılan Keops piramidi basit bir matematik hesabı ile yapılamayacak kadar muhteşemdir. Sadece bir yapıyı yapmak için onu düşünmek yetmez, bunun için gerekli matematik ve fiziğe hakim olmanız gerekmektedir. Antik Mısır uygarlığından günümüze gelen mimari eserler bunun birer örneğidir.
Tumblr media
Mısır Piramitleri Astronomi alanında da oldukça ilerlemiş olan Antik Mısır uygarlığı gökyüzünde gördüklerini tanrılara ithaf ediyorlardı. 365 günlük Güneş takvimini kullanılıyorlardı. Günümüzde kullanılan takviminde temelini atmışlardır. Papirüs yaprakları ile kağıt yapmayı ve tıp alanında inanılmaz bir ilerleme göstermeyi başarmışlardır. Astronomi hakkında daha fazla bilgi almak için bir diğer hikayemiz olan Astronomi Nedir? Astronominin Tarihi Hikayesi adlı yazımıza göz atmayı unutmayın. Babil Uygarlığı
Tumblr media
Babil uygarlığının jüpiterin hızını ölçmek adına kullandığı matematik formülleri içeren kil tablet Babil uygarlığı, Sümerlilerden sonra gelen bazı alanlarda çok daha gelişmiş bir medeniyettir. MÖ 1900 ile 540 arasında kendini gösteren Babil uygarlığı da astronomi ve matematik alanlarında oldukça gelişmişti. Geometrinin üstüne ekleyerek daha modern ve daha kolay bir hale getirerek matematik hesaplamalarında ve evreni gözlemlerken kullanmışlardır. Gözle görülebilen 5 gezegenin kayıtlarını tutmuşlardır. Babil uygarlığı geometri alanında kendi dönemine nazaran çok gelişmiş hesaplamalar yaparak Jüpiter gezegeninin zaman içerisindeki hızını hesaplayacak icat ve keşifler yapmışlardır. Yüzyıllar boyunca gökyüzündeki cisimleri inceleyerek kayıt altına alan Babil uygarlığı, astronomi ve matematik alanına oldukça fazla katkı sağlamıştır.
Antik Çin’de Bilim Taneleri
Mezopotamya’dan çıkıp yönümüzü doğuya doğru çevirdiğimizde karşımız yeni bir coğrafya ve yeni bir uygarlık çıkıyor Antik Çin. En eski uygarlıklardan birisidir, tarihi ise oldukça geriye dayanır. Çin tarihi günümüzde 3 ana bölüme ayrılır bunlar tarih öncesi(MÖ 3500 ve daha eski), yazılı tarih(MÖ 1500-1912 arası), modern tarih(1912-Günümüz). Çin uygarlığındaki en eski yazılı kaynaklar MÖ 1500 yıllarına dayanır, Çin’de yapılan icat ve keşifler daha sonraları Avrupa’ya taşınacaktır. Yazılı tarihten başlayacak olursak Çin seddi gibi büyük oldukça büyük ölçekteki yapıları ve para birimi gibi keşifleri bu dönemde ortaya çıkmıştır. Ölçü ve ağırlık birimleri bu dönem içerisinde keşfedilerek bilim alanında diğer çalışmalara da kendi içerisinde ışık tutmuştur. Çin bilgiyi paylaşmak istememesi ve kendi içerisinde ilerleme kaydetmesi nedeniyle bazı tarihçiler tarafından Antik Çin medeniyet olarak kabul edilmez. Fakat Çin uygarlığının barut, matbaa vb. gibi buluşlarını inkar etmemiz mümkün değildir. Her ne kadar dışa kapalı bir toplumda olsalar kendi içerisinde muazzam bir çaba göstererek bilim alanında ilerleme kaydetmişlerdir.
Antik Yunan Uygarlığında Bilimin Doğuşu
Yakında eklenilecek konular ile fizik tarihinin devamlılığı sağlanacaktır. Kaynak: https://bilimuzay.com/fizik-nedir-fizik-bilimine-giris-fizigin-hikayesi/ Read the full article
0 notes
zennialweirdo · 5 years
Text
31.12.2015
🎉 2015 yılının son notu:
Evet şuan neden bunu yazıyosun diyeceksiniz ama bugün 31 aralık 2015 yani bir kaç saat sonra 2016 ya giriyoruz. Ve ben bu yıl her yıldan farklı olarak hiçbir şeyin değişmeyeceğini öne sürüyorum.!!! Bence öyle yani. Bunca yıl hayal ettiğim ufak tefek şeylere ulaştım belki. Evet ama galiba insan belli bir süre sonra soyut şeyleri istemeye başlıyor hepimiz biliyoruz ki onları elde etmek daha zor. Öğrendin mutluluk, aşk, sağlık tarzı şeyler. Bense açıkçası şuan spotifyda melankolic melodys adlı playlisti açmış saçma bi işe başladım. Yazı yazıyorum. Bunun için düşündüm acaba bu yılbaşıları bir şeyleri umut etmek için yada hayal etmek için bir fırsat mı? Bu yüzden acaba inancıma devam edip her yılki kadar olmasa da bu yıl neler isteyeceğimi daha dikkatli mi seçmeliyim dedim. Ama . Hep ama işte hep ama. Her neyse az önce mesela scorptan hoşlandığım çocuk geldi aklıma genelde salak ben hep gidip o popüler göz önünde asla ulaşamayacağım çocuklardan yada ünlülerden hoşlanıyorum. Salaklığın daniskası işte. Şuaralar çok ama çok tereddütteyim biliyorum üniversite sınavı önümde ama hayallerim var mesela. Youtubeda şuan bir kanal açsam belki kendi formatımla türkiyede bir ilk bile olabilirim ama. Cesaret yok bende. Yeni yılda cesaret isteyebilirim. İçine dönük biri olarak cesaret ciddi anlamda beni etkiliyor. Cesaretim olsun çok isterdim ama gereksiz bir cesaret değil sadece kimsenin benim önüme engel olmamasını saplayacak bir cesaret. İnsanların ne dediğini umursamamak isterdim mesela. Yada ne isterdim evet biraz aykırı kişiliğime yakışmayan ve her genç kızın istediği bi şey ama aşık olmak ama İKİ TARAFLISINDAN. Orası çok önemli. Mesela hiç cesaret edemediğim şeyleri onla yapmayı isterdim. Bi gün beni alıp beraber lunaparka falan eğlenmeye götürebilecek tıpkı filmlerdeki gibi sahneler yaşayacağım biri olsun istiyorum. Yani Benden çok zıt biri olmasını istiyorum sanırım. Yani eğer yeni yıl bana cesaret vermezse zıt oluyo. Evet uzun bu ya yani benim içim karışıktır birAz içimi anlatmam yıllar sürer ama insanlar sıkılır gider. Böyle olmayı ben mi istedim hayır ama böyleyim napalım. Neyse ya bunu okuyacak olan biri olacağını sanmıyorum ama eğer okursa diye lafı daha fazla karamsar yapmiyim. Hani demiştim ya insan büyüdükçe soyut şeyler istemeye başlıyor artık. Cidden öyle. Hatta siz içinizden diyosunuzdur yahu bu kız cidden hayal aleminde film gibi hayat olur mu diye. Ama bu hayat bizim hayatı yaratan da biziz istediğimiz gibi olur. Hikaye nedir ki? Bizim hikayemiz olamaz mı yada filmimiz? İşte bakış açımla bile insanlardan farklıyım . 😏 dileklerime geri dönelim konu sapmaya başladı. Yılbaşına şuan az kaldı saat 19:22. Ve aslında isteklerim say say bitmez şuan aklıma gelmedi demek çocukça ama öyle. - ve sonra dedim ki kasma kendini deniz daha yazmak istemiyosan yazma özgür diğil miyiz canım istediğimizi yaparız (yani özgür diğiliz de neyse)
Saat 20:11
Ben dileklerim arasına babamın daha beni anlayan bir insan olmasını sinirli hallerinden çok komik zamanlarının daha fazla olmasını istiyorum. Ama bence değişmeyecek. Yine de söylemek istedim. Ailemin beni ne zaman tam olarak anlayacağını da bilmiyorum. Babamın hep dediği o laf 'benim demek istediğimi anlayacaksın' ama iş işden gçmiş olacak diyor hep. Ama ben de benim bunca yıl içimde biriktirdiklerimi nezaman anlayacaksınız tüm hissettiklerimi ne zaman anlayacaksınız onu merak ediyorum. Anne baba! Bunun suçunun siz olduğunu içime kapanık olmamın babamın suçu olduğunu belki hiç kabullenmeyeceksiniz ama bu sadece kişilik meselesi olamaz. Mutlaka başka şeylerin payı olduğunu son yıllarda anladım. Daha doğrusu son yılda. 18 yaşım bi açıdan daha farklı geliyor. Eskisinden daha az salağım mesela. Yalanlar söylenmiş bunu öğreniyorum. Babamın her geldiğinde evi strese soktuğunu görüyorum. Her şeyi daha net görüyorum artık. Kardeşimin babama benzeyişini görüyorum. Çabuk ve kolayca ufak şeylere sinirlenmemi babamdan aldığımı görüyorum. Belki hiçbir zaman babamla yakınlaşmayacağım ama belki de o böyle mutludur. Belki hiç kızıyla yakın olmamayı tercih ermiştir. Öfkeli falan değilim aileme sadece neden böyle olmak zorundaydı. Neden huzur ortamı hiç olmadı ailemizde. Daha doğrusu çoğunlukla şimdi bana kızarlardı allah aşkına hiç mi huzur sağlamadık sana şükret diye. Ama işte hep düşünürüz ya kötü olan şeylere bakarız nasıl yaşıyor insanlar diye. Belki de başkasına göre kötü olanı biz yaşıyoruzdur hiç böyle düşündünüz mü? O yüzden hep şükrederek yaşayamayız. Mutlaka ama mutlaka aksilik veya sıkıntılar olacak hep ama hep. Mutlu olmayı öğretemediniz bana kusura bakmayın. Ben küçüklüğümden beri normal standartlarda mutlu bir aileyiz sanıyordum geç farkettim aslında değişik olduğumuzu. Belki bana kızacaklardı annemler bunu okusaydı ama çocukluğumda kavgasız geçmedi açıkçası, küçük bir çocuktan olgunluk beklediler hep. Bunu tüm ailesi ananesi de yapınca e haliyle çocuk içine kapandı ve hikaye de buralara geldi. Ama babannemle dedemin haklarını yemeyeceğim bir de büyüdükçe metin dedemin. En azından anlatabildim onlara. Konuştuk iki laf. Ottan boktan da olsa konuştuk onlarla. Hep çocukmuşum gibi hissettirdiler. Neyse şimdi ağlicam odaya babam annem falan giderse yine emo ağlıyo demesinler, yine mi ağlıyosun demesinler.En büyüğü de ne biliyor musunuz? Duygusal olmak rezil bir şey. Her şeye ağlarsınız. O zaman da insanlar sizin gerçekten neye ağladığınızı anlamaz. Yada durduk yere gözleriniz dolmaya başlar.Benim şu tablete bakarak tüm gün vakit geçirdiğimi söyleyen babam lütfen bilsin ki burada siz yokken müzikler beni avuttu, dertlerimi unutturdu, mutlu etti... Robotlaşmadım tam tersi bi şeyleri öğrendim bu yeni bilgilerden dünyada olup bitene. Tüm gün o önümdeki ekrana bakarak senin veremediğin o sadece bebekken verdiğinizi süreki bana söylediğiniz sevgiyi huzuru verdi belki de. Sürekli bebekken beni ne kadar çok ilgilendiğinizden bahsedip durdunuz. Sevgi ve ilgilenme oraya kadar değil ama. Her yaşta ailenin o sevgiyi hatırlatıp çocuğun yanında olması gerekir. Evet beğenmediğimi söylüyorum gibi oluyor ama kendinizi sanki çok iyi ebeveynlermişsiniz gibi kandırdınız.
(Telefonumda olan ancak silmeye karar verdiğim bir takım yazıları buraya aktarıy olacağım beklemede kalın. Sanki çok merak ediyodunuz aq.)
2 notes · View notes
gameintrwvs-blog · 5 years
Text
Prince of Persia Sands of Time
PRİNCE OF PERSİA:SANDS OF TİME
 Oyunumuz klasik ‘’new game, load game, options vs seçeneklerinin ve arka planında çevresi ağaçlarla sarılı saray benzeri bir yapının oldukça hoş görünen balkonunda duran bir adam resminin olduğu bir menüyle karşılıyor bizi.( Ne uzun giriş cümlesi oldu ya…) Daha sonra new game’a basıyoruz vee oyundayız. Nolacadı… Ama oyun girişte hiçbir yükleme ekranı falan olmadan direk o menü arkası görsele bağlanıyor ve küçük prensimizin kontrolü size geçiyor. Kontrolü ele aldıktan sonra başka seçeneğiniz olmadığı için balkondan o odanın içine bodoslama dalıyorsunuz ve odanın içini merak ederken bir de bakmışsınız bambaşka bir yerdesiniz. Yani oyun başlamış ve küçük prensimiz: ’’Gelin, hikayemi dinleyin a dostlar.’’ dercesine hikayesini anlatıyor. 
Tumblr media
 Hikayemiz aslında oldukça basit ve içinde öyle çok da fazla şaşırılıcak şeyler barındıran bir hikaye değil onu hemen belirteyim. Yani: ‘’Ah ne şaşırdım! Vah ne üzüldüm!’’ demiyorsunuz oynarken ama bence zaten geliştiricilerin asıl amaçları da öyle mükemmel bir hikaye yazmak değilmiş. Sadece arka planda sizi oyuna biraz daha sokmak ve atmosferi yaşatmak için yazılmış gibi duruyor. Ama yaşattıkları atmosfer gerçekten güzel. Oyun,  mimarisiyle ve basit de olsa hikayesiyle sizi bir yerden yakalamayı ve kendini sevdirmeyi başarıyor. (Yani en azından bende öyle olmuştu:) Hikayemiz prensin babası pers kralının ordusuyla Hindistan’a bir sefer düzenlemesiyle başlıyor. (Yani ordusuz gidecek hali yok adamın.) Hindistan kralının veziri de burada puştluk yapıyor ve bu seferin başarılı olmasında Persler’e yardım ediyor. Hindistan sarayının kapıları açılıp Pers ordusu saraya girmeye başlarken gençliğin verdiği heyecanla adeta ‘’Battal Gazi’’ gibi Pers ordusundan önce saraya atlayan prensimiz sarayda zamanın hançerini buluyor ve bunu babasına getiriyor. Burada hain vezirin hainliğinin sebebinin bu hançer olduğunu öğreniyoruz ancak Pers kralı ‘’ Sana bir söz verdim ancak bir gencin ilk savaş ganimetini alamazsın ve ele geçirdiğimiz zamanın kumlarını da vermiyorum. Zamanın kumlarını bilmem ne kralına hediye edeceğim.’’ diyerek hain vezire istediğini vermiyor. (Ne kralı olduğunu unutmuşum maalesef:D) Her neyse tam krala hediye götürüldüğü an sarayda vezir bizim acemi prensi gaza getiriyor ve prensimiz Hindistan’dan kaçırılan prensesin ‘’Dur yapma!’’ nidaları eşliğinde hançeriyle zamanın kumlarını serbest bırakıyor. Olanlar olunca vezir, bunu ancak ben düzeltirim, diyerek hançeri istiyor, ama bizim prens hançeri vermiyor ve yediği haltı düzeltmek üzere kendisini uyaran prensesle bir maceraya başlıyor. Yani işte hikaye kısaca böyle. Giriş kısmı oldukça umut vaat edici aslında ancak dediğim gibi hikayenin devamında sonuç kısmına kadar bir daha ne veziri görüyorsunuz ne de başta gördüğünüz herhangi bir başka karakteri. Yani prenses haricinde. Ve bu yüzden de prenses dışında herhangi bir karakterle de bağ kuramıyorsunuz. Giriş kısmındakinden çok da başka bir olay olmuyor olaylar finalde çözülene kadar. İşte hikayenin sanki çok üzerine düşmek istememişler dediğim noktası burası.
Tumblr media
 Evet hikayeden kafamızı kaldıralım ve oyunumuzun diğer güzelliklerine bakalım. Şimdi oyunda prensesi görüyoruz oyun boyunca ancak prenses haricinde en çok gördüğümüz şeyler, prensimizin zamanın kumlarını serbest bırakmasıyla ortaya çıkan düşmanlar. Bu canavarlar sanırım normal insanlardan dönüşüyorlar. Yani orayı çok anlamadım ama işte oyun boyu onlarla savaşıyoruz. Size prensin zamanın hançerini bulduğunu söylemiştim. Aslında oyunun en önemli ögesi o hançer çünkü o hançer zamanı kontrol etmeye yani en azından geri sarabilmeye yarıyor. Savaşın en önemli noktası zaten burası. Ortaya çıkan düşmanların çok büyük bir kısmı serbest kalan zaman kumlarının ortaya çıkardığı düşmanlar ve onları yok edebilmek için düşman yere düştüğü zaman hançeri ona saplamanız ve içinde bulunan ve onun canlı kalmasını sağlayan kumları hançere çekmeniz gerekiyor. Bu tür düşmanlar haricinde oyunda bir de böcekler, şerefsiz kuşlar ve onlardan daha da şerefsiz yarasalar var. Böcekler koridorlarda bazen karşınıza çıkıyorlar. Kuşlar da bazen açık alanlarda. Yarasalarınsa biraz daha farklı bir kullanım alanı var oyunda. Ona unutmazsam platform kısmında değiniriz.
 Savaştığınız yaratığın türü n’olursa olsun savaşma biçiminiz değişmiyor; kılıcınızı sallıyorsunuz, karşı tarafın ataklarını savuşturuyorsunuz, savuşturamazsanız sağa sola atlamak suretiyle kaçıyorsunuz. Ve hepsi bu kadar. Yani savaşmak maalesef pek de çeşitli değil. Savaş animasyonları ve savaşta çıkarabileceğiniz kombolar, yapabileceğiniz farklı şeyler yok pek fazla. Hani en fazla arada prens canı sıkılırsa kılıcını sallamak yerine tekme atıyor havalı bir şekilde. Bir de işte bitiriş vuruşları farklı ama bunlar zaten olması gereken şeyler. Sıradan şeyler yani. Ama o kadar da sıradan olmayan bir şey var şükürler olsun. Hançer… Savaşta eğer hançeri düşmana saplarsanız düşman ağır çekime giriyor ve nasıl bir düşman olursa olsun ağır çekimdeyken iki vuruşta düşmanı patates edebiliyorsunuz. Yok ediyorsunuz yani. Bir daha hançeri saplayıp kumları çekmenize gerek yok. Bu az da olsa bir ferahlık getiriyor savaşlara ancak maalesef yine de çeşitsizliğin üstünü çok da kapatamıyor. Savaştığınızda kalabalık geliyorlar üstünüze.(Hatta bazen küfür edecek noktaya getiriyorlar işi.) Ama bir kere kalabalık bir grupla savaştıktan sonra da ortalama 20-30 dk kadar başka bir grupla karşılaşmıyorsunuz. Bir de dediğim gibi oyunda sadece kalabalık gruplarla savaşıyorsunuz. Hani boss fight sayılabilecek, bakın sayılabilecek diyorum, sadece iki dövüş var. Hadi ilki biraz zorluyor da ikincisi çook kolay. Ve az boss fight olunca bir de üstüne savaştığınız yaratık çeşitliliği de çok fazla olmayınca savaşlar bazen bıkkınlık verebiliyor. Ha bir de unutmadan savaşla ilgili bence en iyi şeylerden biri kaçış animasyonları ve duvardan sıçramak. Abi o hareketleri prens o kadar havalı yapıyor ki. Sanırsın adam prens değil de sirk emektarı bir insan. Hani o kadar akrobatik. 
Tumblr media
 Şimdi gelelim o savaşların arasındaki 20-30 dk’lık kısma. Oyunun bu kısımlarında ya koridorlarda önünüze çıkan tuzaklardan seri bir şekilde geçip bir düğmeyle açtığınız kapıya ulaşmaya çalışıyorsunuz(ki burada biraz beceri gerekiyor) ya da bulmaca çözüyorsunuz. Çözdüğünüz bulmacalar iki türlü. İlki ve oyunda daha az yer kaplayanı zeka gerektiren bulmacalar. Bunlardan benim hatırladığım sadece iki tane var oyunda. İkinci bulmaca türü ise platform bulmacaları. Yani sanırım bunlara da bulmaca diyebiliriz. Bu tür bulmacalarsa oyunda en çok yer kaplayan içerik sanırım. Platform bulmacalarının çok bir olayı yok aslında. Yapmanız gereken tek şey nerden gideceğinizi bulmakta ki zaten ilk adımı bulduktan sonra zaten gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Hani burada sizden ziyade yapımcının zekasını ne kadar kullandığı önemli. Nereyi nereye nasıl bağlamış falan. Oyunda bu tür platform bulmacaları genellikle kapalı alanlarda geçiyor. Bu kapalı alanlarsa bazen gerçekten devasa ve son derece ihtişamlı mekanlar olabiliyor. Hani ilk girdiğinizde,’’ Vay anasını be ben nasıl geçeceğim burdan ya?’’ şeklinde tepkiler verdirtiyor. Ama dediğim gibi hani çok da zor olmuyor ilk adımı bulduktan sonra. Aslına bakarsanız oyunun çoğunda bu platform bulmacalarını çözdüğünüz için bazen çok can sıkabiliyorlar. Hatta bir noktada’’ Abi yeter nolur daha fazla çözmeyelim.’’ dediğimi bile hatırlıyorum. Hani keşke biraz daha az olsaymış bu platform bulmacaları da bunların yerine zeka gerektirenlerden koyulsaymış. Ha şunu da hemen ekleyeyim oyunda tüm bunları yaparken size o bahsettiğim prenses eşlik ediyor. Hatta sanki biriyle coop oynarmışçasına çoğunlukla bu platform bulmacalarını beraber çözüyorsunuz. Ve bence bu harika bir hissiyat. Yani baya gerçek biriyle oynuyormuşsunuz gibi hissettiriyor. 
Tumblr media
 Evet bulmacalardan da bahsettiğimize göre oyundaki neredeyse her şeyden bahsettik aslında. Ancak şimdi burada hançer muhabbetine bir kere daha dönelim. Çünkü hançere biraz daha ayrıntılı bakmamız gerekiyor. Hançerle zamanı geriye sarabildiğinizi söylemiştim. Bu geriye sarma muhabbeti size savaşlarda öldüğünüz zaman ve platform kısımlarında yanlış bir yere atladığınız zaman yardımcı oluyor ve size bir şans daha veriyor. ki bu bazen gerek kamera açısının sapıtması gerekse prensin iki metreden bile düşse ölmesi sebebiyle çok sık tekrarlanıyor Amaaaaa…. Her istediğinizde canınız istediğiniz kadar zamanı geriye saramıyorsunuz. Yani ‘’Dur ben oyunun başına gidip geliyorum hocam bi.’’ diyemiyorsunuz :D Ekranın sağ tarafında hançeri kaç kere kullanabileceğinizi gösteren barlar var. Her bir geriye dönüşte bir barı kullanmış oluyorsunuz. Bu barları savaşta düşmana hançeri saplayıp içindeki kumları çektiğinizde doldurabiliyorsunuz. Bu barların yanında sadece o barların sayısı kadar açabileceğiniz küçük çubuk simgeleri de var. Bunlar da sizin savaşta kaç kere düşmanı ağır çekime sokabileceğinizi gösteriyor. Barların sayısını artırmanın tek yolu ise haritada bazen gizlenmiş halde bazen de yolunuzun ��stünde duran ışıltılı topları hançerinizle vakumlamak. Ya beş ya da altı tanesini vakumlayınca yeni bir bar daha açılıyor. Bu aslında benim çok hoşuma gitti çünkü oyuna devam ettikçe geliştiğinizi görüyorsunuz ve bu harika bir şey.
 Hançer haricinde geliştirebildiğiniz bir diğer şey de canınız. Max canınızı artırmak için de yine bazen haritada gizlenmiş şekilde karşınıza çıkan bir koridordan geçiyorsunuz ve başka bir aleme ışınlanıyorsunuz. Böyle mavimsi, mağara gibi bir yerdeki musluktan su içince hooop canınız arttı. Hayırlı olsun. Oyundaki sular sihirli midir nedir canınızı yeniden doldurmak içinde orada burada bulduğunuz sulardan içiyorsunuz. Evet bu su muhabbetiyle beraber de oyundaki nerdeyse bütün mekaniklerden bahsettik. Aslına bakarsanız bu oyun gerçekten üzerine düşünülmüş ve güzel bir oyun. Bitirdikten sonra benim ağzımda bıraktığı tat ne yalan söyleyeyim hiç de fena değildi. Bunda atmosferi ve oyun sonunda hikayeyi bağlayış biçimi büyük bir etken. Hani çok şok edici olmasa da iyi bitiyor hikaye. Ancak bu ubisoftun yaptığı ilk prince of persia oyunu ve bu yüzden biraz acemiliğe kurban gitmiş bana göre. Eğer üzerine biraz daha düşünüp düzeltilebilecek eksikler giderilirse oyun çok daha eğlenceli ve güzel bir hale gelebilir.
1 note · View note
muhaibb · 5 years
Text
BİLDİNİZ Mİ?
Olmayacak ve bilmeyecektik. O, bilinmek istedi ve bizim hikayemiz böylece başladı. Biz, olduk ve bildik.(?) Ancak insan elbette ki bu kadarıyla yetinmeyecekti, yetinmedi de. Adem bilmekten ziyade bilinmek istedi. Hikayesi nasıl başladıysa öylece devam ettirme kararı aldı. En mütevazisi dahi bilinmek iştiyakıyla yandı durdu. Peki ne ile bilinmek?
İşte aslında tam da burada başlıyor yazımız. Her bir Adem ayrı bir hikayenin başrolü. Gelen geldi, geçen geçti, gitti. Gün oldu, bilinmek her Adem'e nasip oldu. Ancak mesele bilinmek arzusu değildi. Bilinmekti her şey ama ne ile bilinmekti. Ne ile bilinecekti Adem? Adem'in arzusu bu raddede olduğu sürece ona bilinecek yol çoktu elbet. Fakat onun bilinmesi ana hatlarıyla ikiye bölündü: fikren ve şeklen.
Şimdi baştan alalım. Önceki bir yazımıza gidelim. Ne dedik? Instagram Allahımız. 2019 yılı itibariyle şeklen bilinmenin en sağlam sponsoru şüphesiz ki Instagram. ( Konudan bağımsız onu Allah yapan daha nice şey var. Ve kendileri sadece ikonum yoksa bizzat Instagramla bir derdim yok) Şeklen bilinmekten öteye gidemeyen kalabalıklar sürüsünün bizatihi yuvası. Şeklin esas alındığı, hatta bilinmek ve beğenilmek arzusu ile şekle yeniden form verilip yokluğun olağanmış gibi servis edildiği pazar yeri. İnternet aleminin en masum pazarı. Yanlış anlaşılmasın, ben de bir Instagram kullanıcısıyım. Yanlış anlaşılmasın bu yazının yazılmış olmasının dahi pek gizli ama bir o kadar da gerçek sebebi bilinmek arzusu. Belki fikren ama şeklenine de kurban olduğum doğrudur, her Adem gibi. Öte yandan bu yazıyı yazmamın çok aleni ama bir o kadar da rahatsız edici sebebi ise korku. İnsanoğlunun varabileceği nokta beni gerçekten kokutuyor. Şeklen bilinme arzusunun getirdiği aleniyetten korkuyorum, mahremiyetimizi dalga dalga silişinden korkuyorum, her Instagram hesabıyla çalınan fikren bilinme isteğinin ve fikirlerin kayboluşundan korkuyorum. Herkes gibi eleştirip herkes gibi tüm alışkınlıklarımızı devam ettirişimizden korkuyorum. Hiçbir sosyal medya aracı cahilliğimizden alıkoymayacak bizi. Hiçbir sosyal medya aracı üyeliğinden kaçınmak bizi bir adım öne götürmeyecek. Hayır, hayır meseleyi siz yanlış anladınız, mesele bu değil. Hiçbirinize bir şey söyleyecek gücüm yok. Söz bana ait, söz bana gidecek. Ben iki kişiyim. Bir yarım şeklen bilinmek, bir yanım fikren bilinmek istemekte. Birine izin vermeyim diyorum elimde değil, birine yol vereyim diyorum gidilecek yol belli değil.
4 notes · View notes
shadelessmind · 5 years
Text
Olan Biten, Bitemeyen
İşte, başlayabilirim. Avm’ye girdim, kapıda yeterli doz radyasyon aldıktan sonra deneyimli bir CIA ajanı gibi emin ve umursamaz adımlarla tuvaletin yolunu tuttum. Bir kabinde ayaklarımı sıkan klasik ayakkabılarımı parlak beyaz spor ayakkabılarımla, açık mavi muavin gömleğimi ise beyaz ince kumaştan yapılmış tişörtümle değiştirdim. Pantolonum durabilir, çünkü o tamamlayıcı unsurlarına göre yeterince klasik veya yeterince spor görünüme bürünebiliyor. Şu “business casual” denenlerden. Sonra şu meşhur 2. nesil kahvecilerden en popüler olanına değil de bir küçüğüne oturdum ve random bir kahve istedim. Karşı karşıya olan bu rakip kahvecilerin birinde oturacak yer bile bulamıyorken diğerinde ise at koşturabiliyor olmak işime geldi açıkçası, dikkat çekmeden yaşamayı huy edindim uzun süredir. 
Öncelikle belirtmeliyim ki birazdan anlatacağım şeyler yaşanmış bir hikayeden esinlenilerek yazılan birtakım umut-umutsuzluk-heyecan-koyverme-yeniden umut-nötralleşme gibi duygular döngüsünden dışarı çıkmama ihtimali olan cümleler bütünü olacak. 
Hikayemiz bir yılın Ocak ayında başlıyor, Ocak Ankara’sının o karlı, ayazıyla sakinlerinin sabrını sınadığı günlere tekabül ediyor. Hikayenin öznesi olan çocuk nispeten rutine bindirebildiği, maddi veya manevi olarak çok da tatmin olmadığı ama hiç yoktan iyidir diye düşündüğü için çalışmaya devam ettiği işine devam ederken telefonu çalıyor. Son birkaç aydır olduğu gibi yine daha önceden anımsayamadığı bir sabit telefon numarası tarafından arandığını görünce arayanın o rastgele başvurduğu ve umarsızca mülakatlarına girip çıktığı, sonra da ya kabul etmediği ya da beklentilerini yüksek tuttuğu için kabul edilmediği orta ölçekli firmalardan biri olduğunu düşünerek telefona cevap veriyor. Ama yanıldığını anlaması uzun sürmüyor zira bu seferki farklı çünkü o hayalini kurduğu, ülkenin en prestijli, en kurumsal (en taş*klı) savunma sanayii firmalarından biriydi (ismi Savunma olsun) arayan ve görüşmek için çağırıyorlardı. Heyecanlanmıştı çünkü bu 6 aydan uzun süredir beklediği fırsattı ve sonunda onu keşfetmişlerdi işte. Bir başka bu ölçekte firmayla ise daha öncesinde görüşmüş ancak bu hayatında girdiği ilk iş mülakatlarından biri olduğu için eline yüzüne bulaştırması tesadüf olmamıştı. Artık güçlerini birleştirecek ve birlikte ateş edeceklerdi, tatatatata. Ya da başka bir deyişle çocuk daha çok şey öğreneceği, daha çok kazanımlar elde edeceği (halk arasındaki tabirle para), daha düzenli, daha kurumsal, daha çok bilinen, daha çok istediği, daha çok memur gibi takılabileceği ama öte yandan da yine kılık kıyafet konusunda çok katı olmayan bir ortamda çalışabileceği (ki her ne kadar alay konusu olsa da kılık kıyafet yönetmeliği onun için önemli bir kriterdi) bir yerde hayatının geri kalanında çalışabilecek ve o hayalini kurduğu oyuncakları alabilecek, fotoğraflarını gördükçe içinin eridiği yerlerde bulunabilecekti. Tüm bunların hayali ve hevesiyle mülakata girdi çocuk, sanıyordu ki hemen alacaklar ve ertesi gün işe başlatacaklar. Mülakat bitti ve sonucu beklemeye başladı. Burada beklemekten kastımız çalışmaya devam etmek, biraz önce bahsi geçen orta ölçekli firmalarla İK’cılık oynamaya devam etmek ve hatta iş falan değiştirmek, kısacası arka planda biraz önceki umutları beslemeye devam ederek hayatını hiçbir şey olmamışçasına idame ettirmek. 
Hayat devam ediyordu ve günler günleri, haftalar haftaları kovalıyordu. Çocuk çalıştığı işinden sıkkınlık, bıkkınlık ve başka birtakım maddi/manevi sebepleri mazeret göstererek ayrılmış, bir yandan kafa dinliyor bir yandan da kendini fazla yormadan “daha iyisi” için bakınıyordu ki, çat! Bir telefon daha. O az önce bahsi geçen şirketlerin bir diğeri (ismi Defans olsun), görüşmeye çağırıyor ve çocuk yine aynı heyecanlı sahneleri yaşıyordu. Bu sefer prosedür de farklıydı, sadece eli kolu bağlı beklemek yerine kendini gösterme şansı da vardı zira işleyişe göre verilecek bir konuyla ilgili sunum yapması gerekiyordu. Nitekim sunumu yaptı, ama olaya beklenildiğinden farklı bir bakış açısıyla yaklaştığından çok da etkili olamadı. Lakin ondaki “ışığı” görmüş olsalar gerek ki bir ikinci bir şans verdiler, daha spesifize edilmiş bir konuda hem de. Bu ikinci şansı daha iyi değerlendirdiğini düşündü çocuk. Neticede daha açıklayıcı ve tartışmaya kapalı cümleler kurmuş, sorulara daha net cevaplar vermişti. Sonra tekrar beklemeye başladı…
Olayları anlatıp detayları atlamayayım derken duyguları kaçırdığımı fark ettim. Daha doğrusu şu yukarıda sıraladığım paragrafların herhangi birinde duyguları doğru düzgün iletemediğimi, ilkokul seviyesinde bir günlük yazar gibi sadece olanları en basit cümlelerle aktardığımı fark ettim ki sıçayım böyle yazacağım yazıya. Olanı biteni maddeleyeyim:
Defans şirketine yaptığı sunumdan hemen sonra başka bir işte çalışmaya başladı (ismi Kardeşler Enerji İnş. Tic. Taahhüt A.Ş. olsun - ama görünüşte global bir şirket olsun - bu amcalara da methiyeler dizmek için sayfalar gerekir, ama boşverdim o kısmı)
Yeni işinde birkaç haftadır çalışıyordu ki Savunma şirketi yeniden görüşmeye çağırdı ve umutlarını tazeledi, lakin görüşmeler en başa dönmüş, başka birimler için en baştan (“adın, soyadın” kısmından) başlamıştı görüşmeler.
Sonra yine umutları azalırken ve çalışmaya devam ederken, hatta şehir değiştirmişken Defans şirketinden gelen telefonla ve telefonda belirtilen “bir sonraki aşamaya geçildiği” bilgisiyle yeniden aklı başından gitti ve topukları kıçına vurarak görüşmeye yollandı. 
Ve yine gördü ki B şirketinde de yeni bir birim için görüşmeye çağırılmıştı ve prosedür “yine” taaaa en başa dönmüştü, şu “adın-soyadın” kısmına ve sonrasında yeniden sunum yapmalı olan kısma. 
Bu son maddeyi görüşmenin başında fark etmişti ki, o anda bir rahatlama geldi. Daha doğrusu biraz siktir etmişlik hali, biraz da ümitsizliğin verdiği koyvermişlik hali. Yani, neticede şu an halihazırda yarı-memnun olduğu bir işi vardı ve en başa dönmüştü. Kabul edilirse çok güzel bir dönüm noktası olacaktı hayatı için ama edilmezse de bu onu derinden etkilemeyecekti. Bu nedenle ipleri eline almaya karar verdi, arkasına yaslandı, suyundan bir yudum aldı ve çapraz sorguda gibi gelen soru salvolarını ustaca cevapladı. Arka arkaya gelen soruları sıraya dizmeyi ve sonra hepsine teker teker cevap vermeyi, cevabı verirken ilgili kişinin gözlerinin içine bakıp içinden “senin sorunun cevabını şimdi veriyorum madafaka” demeyi, ve hatta sorular arasında boşluklar oldukça (ki o gergin sessizlik anlarını bilirsiniz) o boşluklara kendiyle ilgili, işle ilgili veya karşısındaki beyaz yakalı niggalarla ilgili anekdotlar, sorular sıkıştırmayı becerdi. Mülakatın sonuna doğru herkesin yüzü gülüyordu. Çocuk “ya sıçtım batırdım ya da onları etkiledim, ortası yok” diye düşündüğünden gülüyordu, karşısındakiler de ya “ne dallama çocukmuş geldi gerzek gerzek konuştu vaktimizi çarçur etti” diye düşündüklerinden, ya da “bebe iyiymiş la, baksana biraz biliyor bu işleri” diye düşündüklerinden gülüyordu. Çocuk insanların duygularını yüzlerinden okuma konusunda henüz o kadar yetkin değildi, ama en azından ihtimalleri 2'ye (ama en uç noktadakilere) indirgemeyi başarabilecek kadar iyiydi. 
O umursamaz, dalga geçercesine gülümsemesiyle odadan çıktı, beklentilerini minimum seviyede tutarak yaşamaya ve o haberi beklemeye devam etti.
Bir şehrin daha az popüler olan Y kahvecisinde başlayan yazıyı başka bir şehrin daha popüler olan X kahvecisinde bitirebildim.  Aynı avm’de karşılıklı konumlanan yine aynı rakiplerin farklı şehirlerdeki şubeleriydi tesadüfen. Bunun sebebini de birazdan elime alacağım yeni pilot kalemimle (keşke dolma kalemim de bana eşlik ediyor olsaydı) yeni siyah deri kapaklı eşantiyon ajandama aktaracağım, en azından parmaklarım uyuşana kadar. Ama bu sebepleri iki kelimeyle özetlemem gerekirse: Yeni Hayatım. 
Daha da sonrasında, yaklaşık 1 yıl sonra bu yazıyı yayınlamadığımı fark edip bir kere daha elden geçirdim. Bu sefer ise kahvecide değil, evimde sıcak yatağımda bilumum grip çaylarımı yudumlarken. O siyah deri kapaklı defterime neler yazdığımı çok iyi hatırlıyorum. O yazdığım yazıyı da yarım bırakıp 2 veya 3 seferde bitirebildiğimi. O yeni hayatıma nasıl adapte olamadığımı, bu iş görüşmelerinin nasıl sonlandığını, o son mutlu haberi beklerken nasıl fiziksel ve ruhsal olarak çöküşe geçtiğimi, son günlerde artık saatleri bırakıp dakikaları saymaya başlayışımı.. Hepsini çok iyi hatırlıyorum ancak bu yazıyı daha fazla uzatmamak için burada noktalıyorum. Anlatırken bazen “acaba abartıyor muyum, en kötü durumda olan ben miyim gerçekten, benden çok daha kötü durumda olan binlerce insan yok mu dışarıda” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Ancak bugüne kadar yaşadıklarımı, hangi yollardan geçtiğimi, hangi amaçlarla neleri yapıp neleri feda ettiğimi en iyi ben bildiğimden, anlatırken abartı gibi görünen detayların bile benim için önemli olduğuna, önemli kazançlar veya önemli problemler olduğuna kanaat getirip “böyle oldu, ne eksik ne fazla” diyorum. Bu benim hayatım ve benim problemlerim, benim çözümlerim. 
2 notes · View notes
vbeyaz · 3 years
Photo
Tumblr media
Tuvalete Neden 100 Numara Denir? Hikayemiz modern tuvaletlerin yeni yeni yaygınlaştığı 1800'lü yılların sonu 1900'lü yılların başına kadar uzanıyor. Modern tuvaletler her ne kadar yaygınlaşmış olsa da, o an için Fransa'da otellerin her odasına koyacak kadar da yaygın değil. Dönem; her kata bir tuvaletin koyulduğu, ortak kullanım dönemi. Otellerde odalara numara verilirken ortak tuvaletlerin, normal odalarla karışmaması için nasıl numaralandırılacağı düşünülürken ortaya atılan 00 koyalım fikri kabul görmüş ve "numarasız" olarak nitelendirdikleri tuvaletleri 00'la göstermeyi yeğlemişlerdir. İşte asıl hikayemiz de burada başlıyor. O dönemlerde hangi sebeple orada bulunduğunu bilmediğimiz, Fransa'ya giden Türkler'in 00 numarayı 100 numara olarak algılayıp, bir hata sonucu dilimize yerleştiriyorlar. Yanlış anlaşılmanın sebebi ise bir göz bozukluğu değil, lisan kıtlığı! Zira; yazılışları farklı olsa da, numarasız olarak okunup, kullanılan 00 (sans numero) terimi ile 100 (Cent) sayısının okunuşlarının aynı oluşu böyle bir yanlış anlaşılmaya sebep oluyor. https://www.instagram.com/p/CTgu9WFN2TwAUep4rnSZ2PF2ySDIuu3HONnkyU0/?utm_medium=tumblr
0 notes
Text
Tumblr media
Masallardan fırlamış gibi kasabalar var Hollanda’nın her yerinde. Bazen insan gerçekten hayret ediyor. Her yer alabildiğine yeşil. Bisiklet yolunda giderken ineklerin, at çiftliklerinin yanlarından geçiyorsunuz oksijenden başınız dönüyor. Üstelik günün sonunda “insanlar burada yaşıyorlar” gerçeğini farkediyorsunuz. 
Binlerce yürek tek bir soru : Cennete mi geldik biz? 
ama her şey öyle mi sürüp gidiyor sanıyorsunuz? hikayemiz bu fotoğraflardan birkaç ay sonra farklı şekillenmeye başlıyor..
0 notes
sizekitap · 4 years
Text
ÜRETEN KÖY MÜZİKALİ (Etkinlik)
Tumblr media
Burası BİZİM köyümüz , bu köy BİZİM hikayemiz… BİZİM hikayemiz başlıyor…Bu köyde birlik ve beraberlik var. Bu köyde üretim var…Bilge Aşçı’nın köyüne, tohum bayramını kutlamaya ve ANADOLU tohumlarımızı paylaşmaya gidiyoruz.Tabiat Anne ve Su Dede karşılayacak Bizi orada.Bilge Aşçı’nın davetiyle köye gelen Toprak ve Çiçek burada hem kendilerini hem de köyü keşfederken kendi iç dünyalarında düşsel bir yolculuğa çıkarlar. Üreten Köyün Mucit Çobanının yardımıyla bir ağaç dikmeyi, sebze meyve toplamayı, bir doğa insanı olmayı deneyimlerken, bu yapma ve olma haliyle çocuklar, görerek, duyarak, hissederek yaşarlar. Üreten Köyün Doğası ile bütünleşen çocuklar, tohumla, toprakla bağ kurmanın yalnızca kendileri için değil, doğa için de ne kadar önemli olduğunun farkına varırlar.Fakat biri vardır ki buna dahil değildir. Tohum Şenliği’ne davetsiz bir misafir olan “YABANCI” birden Üreten Köy’e gelir. YABANCI kimdir? Nereden gelmiştir? Neden gelmiştir ve köy halkından ne istemektedir?
Kaynak
0
devamı burada => https://sizekitap.com/etkinlikler/ureten-koy-muzikali-etkinlik/
0 notes
morrisonlar · 6 years
Text
başka bir umut daha mümkün mü dersin? sonsuzluk çemberinin içinde ve dışında, sen ve ben ve...seninle kurduğumuz o imkansız hayaller. bunları gerçekleştirecek gücümüz var mı dersin? kim için ve ne için mücadele ettiğimizi hatırlatmadan birbirimize. acımasızca yüzümüze vurmadan. kural tanımadan bir gün, bir gün özgürce istediğimiz an istediğimiz yerde birbirimize sarılabilecek miyiz sence? nasıl bir hata sevmek ya da seni sevmek nasıl bir lüks bu evrende? sen benim karşıma çıkmış en cesur çocuksun. sana hayranlığımı gizleyemediğim için üzgünüm ama adını dilimden düşüremediğim bir günün gecesinde bile aklımdan çıkmayışına ver bu seslerimi. bencillik yapıyorum, yine seni seviyorum ve yine seni seven bir tek benmişim gibi davranıyorum. anlıyorum, sevmek de bencillikmiş biraz. arsızlaşıyorum. sen de "ben"cil ol istiyorum. olmuyorsun. o kadar gençsin ve sığmıyorsun ki dünyama, sen dünyada yokken geçirdiğim seneler için kendimi yaşlı hissediyorum. senin içinde olmadığın geniş zamanlarda çok sevildim ama yine de en çok sen sev istiyorum. işte burada başlıyor asıl hikayemiz. saçlarını savuruşunda gizli değil bu sır. bu sır bizim yaramızda kalacak bir başlangıç sadece. belki de; sonu olmayan bir hikayemiz olacak, ne dersin?
1 note · View note
avufuktekin · 1 year
Text
Tobias Wolff - Zincir
Kurgudan Gerçeğe Programının ilk bölümünde Amerikalı yazar Tobias Wolff’ün Zincir isimli öyküsünü ele aldık. Öyküye önce yakın okuma yapıp onu edebiyat açısından ele aldık. Ardından bu öyküde hissedilen adalet arayışı üstüne konuştuk. Son olarak öyküde konu edilen hayvan saldırısından yola çıkarak sokak hayvanları konusunu hukuki ve toplumsal olarak ele almaya çalıştık. İzlemek / dinlemek için…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
firisu · 7 years
Text
Hafta arası
 Çünkü haftalık fazlasıyla sıkıcı oldu. Hafta arası daha sevimli. Ayrıca bugünün de bunu yapmam için özel bir sebebi var: 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü.
Tumblr media
-Bugün anlatılmaz yaşanır yaşatılır bence. Barış içinde ve anlayışlı olmak kaydıyla tabi ki. Çoğu kişi feministlerin hatırlandığı bir gün gibi görüyor bugünü fakat açıp tarihçesine ve neden kutlandığına daha doğrusu anıldığına bir göz gezdirmeli. Neden emekçi kadınlar günü olarak tanımlandığı anlaşılmalı. Bu ülkede yaratıkları ve başardıklarından çok öldürülmeleriyle bilinen kadınların gelecekte tersini göreceğimiz günleri yaşamasını diliyorum. 
-Bu haftanın kitabı her ne kadar bitirmemiş olsam da: Geliş. Ted Chang tarafından yazılmış 10 öykünün birleşmesiyle oluşturulmuş bu kitap uzun zamandır küs olduğum bilim-kurgu ile beni barıştırdı. Henüz bitirememiş olsam da beni gerçekten etkiledi. Hikayeler Babil Kulesi’nin hikayesini temel alıyor gibi; yani her şey dil ile ilgili hemen hemen. Sanıldığının aksine Geliş filminin kitabı değil. Yani öyle ama Geliş sadece kitabın içindeki bir öykü. Düşünün koca film bu 55 sayfalık öyküden ortaya çıkmış. Üstelik hikayenin adı kitapta Geliş değil “Hayatının Hikayesi” adında. Yazarın sadece on beş hikaye yazmış olması ama buna rağmen bu alanda fazlasıyla tanınıp birçok ödül almış olması hikayelerin kalitesiyle ilgili ipuçları verebilir. Müthiş bir okuyucu olmasam da hayatımda daha önce okuduğum hiçbir şeye benzemiyor. Çok farklı ve orijinal. Anlatım tekniği, oturmuş ama sizi sıkmayan dolu dolu bir okuma keyfi, yazarın kolay düşünülen ama zor anlatılabilecek bir öykünün altından akılcı manevralarla ustaca kalkabilmesinin verdiği efsanevi şaşırtma duygusu, duygusal çalkalanma... Ne isterseniz ve uzun zamandır bir kitapta ne arıyorsanız hepsi var. Filmi beni çok etkilemişti ve o yüzden “acaba filmde gösterilenler yazıya nasıl aktarılmış?” diye merak ettiğim için aldığım kitap başucu kitabım oldu. Filmiyle kitap ister istemez yine beklenildiği üzere farklı. Her bir öyküden ayrı bir manyak film çıkar. Filmi daha önce izlediyseniz harika bir de bir video izlemenizi tavsiye edebilirim. Bu videoyu izledikten sonra filmde birkaç şeyi atladığımı fark ettim: 
youtube
Barış Özcan’ın videolarını çok seviyorum.
- Geçen hafta bir şey yazmadığım için hafta arasına hangi filmi izlediğimi sıkıştırabilirim diye düşünüyorum. Geçen hafta izlediğim film: Fantastik Canavarlar Nelerdir ve Nerede Bulunurlar. Evet daha yeni izledim. Öncelikle filmin hikayesi J.K. Rowling’e ait olmadığı için ve sadece Harry Potter ününden faydalandığı için pek bir şey beklemiyordum. Fena değil güzel. Ezra Miller ve Johnny Depp’i görünce afalladım tabi. Güzel iki sürpriz oldu benim için. Sevimli bir filmdi fakat derinlik konusunda meh yorumu yapabilirim ancak. Çerez bir film, görseller için izlenebilir.
Tumblr media
- Film listemi takip etme konusunda gerçekten yavaşım. Hatta Oscar ödülleri sahibini bulmadan Oscar’a aday olan tüm filmleri izleyecektim sözde. Sadece La La Land’i izledim ve her şey orada bitti. Anime listem konusunda ise fazlasıyla cömertim. Listem bir günde 50 tane anime eklenmesiyle devasa büyüyebiliyor. Kötü tarafı da günde bir sezon izler hale geldim. Ders çalışmam gerekiyor ya o yüzden hunharca izleyebiliyorum. 
 Onlardan bir tanesi gerçekten şu ana kadar izlediğim en rahatsız edici animelerden bir tanesiydi. Kısaca Watamote diyeceğim çünkü hunharca uzun. Animenin türkçesi Popüler olamamamın tek sebebi sizsiniz anlamına geliyor (Watashi ga motenai no wa dou kangaete mo omaera ga warui! bu da Japoncası). Bir kızımız var Tomoko adında. Kendisi içine kapanık bir psikopat. Popüler olmaya çalışıyor ve tabi ki o kadar garip bir insan ki okuldan çıkarken öğretmenine “hoşçakal” bile diyemiyor. 
Tumblr media
 Hiç arkadaşı yok, küçük kuzenine erkek arkadaşı olduğu ve sapık şeyler yaptıklarına dair yalan söylüyor sonra yakalanınca çocuktan özür dilemek zorunda kalıyor, sınıf arkadaşlarının okul çıkışı beraber takılacaklarına dair konuştuklarını duyunca beraber sapık şeyler yapacaklarına inanıp özellikle kızların orospu olduğunu düşünüyor, orta okuldan bir arkadaşının neden popüler olduğunu anlamaya çalışıp onu ellemeye çalışıyor falan. Değişik kafalarda sorunlu bir arkadaşımız Tomoko. O kadar çabalıyor ki bazı şeyler için bu sizin kalbinizi kırıyor ve gerçekten çok rahatsız ediyor. Neticede bitirdim mi animeyi, bitirdim.
- Diğer animemiz beni inanılmaz etkisi altına alan ve sebebini anlamakta çok zorlandığım bir anime. Lanet olası kardeşim bulaştırdı bana. 2013 yılında ilk sezonu 2015 yılında da ikinci sezonu çıkan Kamishama Hajimemashita. Şu anda ikinci sezonunun yarısındayım. Kendimi salsaydım bütün sezonu bitirirdim bugün. Hikayemiz dünya tanrısı olan bir insan hakkında. Babasının kumar borçlarından dolayı evsiz kalan Nanami banka ne yapacağını düşünürken bir adamın yardım çığlığını duyar. Adam ağaca çıkmıştır ve bir köpek aşağıda ona havlamaktadır. Kızdan köpeği kovmasını ister ve Nanami sadece “kışt” diyerek köpeğin oradan gitmesini sağlar. Adam ağaçtan iner Nanami’ye teşekkür eder ve konuşmaya başlarlar. Nanami’nin evsiz kaldığını öğrenen adam “E o zaman ben sana kendi evimi devredeyim” der ve onu alnından öper. İşte anlaşılır ki kız dünya tanrısı olmuştur. Tapınakta yaşar ve bir tilki ruhu Tomoe de tapınağın hizmetçilerindendir. Fakat Tomoe’nin hizmetkarlığa devam edebilmesi için Nanami ile hizmetkar anlaşması yapması gerekir. 
Tumblr media
 Hzimetkarlık anlaşması için tanrı ve hizmetkarın öpüşmesi gerekiyor. Nanami insan soyundan geldiği için çok çok zayıf bir tanrı. Nanami’nin tapınağın geleceği için Tomoe’yi de öteki dünyadaki keyif süren hayatından çıkarıp hizmetkar yapması gerekiyor ve bu yüzden onu aramaya gidiyor. Onun zayıflığını gören öteki dünya yaratıkları Nanami’yi yemeye çalışırken Tomoe geliyor ve Nanami bir şekilde zorla hizmetkar anlaşmasının gereğini giften de görebileceğimiz üzere yerine getiriyor. Tabi her şey bundan sonra başlıyor. Evet bu bir soujo -_- Yani aşk, romantik temalı bir anime -.-  Evet en sevmediğimi söylediğim tür -_- Ama evet izledim ve izliyorum -_- Evet ben de Tomoe’ye bayıldım. Ve evet sonra Tomoe ve Nanami birbirlerine aşık oluyorlar. Fakat burada bir sıkıntı var; insan ve ruhların aşkları yasak. Çünkü insanlar hayatlarında birkaç kez aşık olabiliyor fakat yüzyıllarca yaşasalar bile ruhlar için bu söz konusu değil. Ruhlar bir kere aşık oluyorlar ve unutamıyorlar (her ne kadar daha önce Tomoe bir kadına aşık olsa da ve o kadın öldükten sonra kendisini öldürmeye çalışmış olsa da Nanami’nin kurtardığı o tanrı tarafından kurtarılıyor ve o kadını unutması sağlanıyor). Parantezde spoilerı bastım. Neyse Tomoe bir insana aşık olmak istemiyor ve Nanami’nin aşkını geri çeviriyor. Hatta onu bir gökdelenin tepesinden aşağı fırlatıyor reddederken. Fakat onu deli gibi kıskanıyor ve ilerleyen bölümlerde çeşitli sebeplerden ötürü birkaç kez hizmetkarlık anlaşması bozulsa bile ona olan duygularını fark ediyor ve onu öpüyor. Sonunu bilmiyorum ama ne olur sonsuza kadar beraber olsunlar ya. Yoksa kalbim dayanmayacak. 
Tumblr media
 Ay bu animeden çok bahsettim. İkinci sezonda Tomoe’nin karanlık geçmişi ile ilgili daha fazla şey öğreniyoruz ve sanki geçen sezondan daha da bir gıcıklaşmış gibi bu karakter. Tabi animede sadece bu ikisi yok, yardımcı roller de çok hoş olmuş. Bu anime bana tekrar Noragami’yi hatırlattı. Felaket tanrısı Yato ve onun tek insan müridi Hiyori. Nanami Hiyori’ye göre okulda daha sorumsuz ve ona göre fazlasıyla şapşal. Hiyori ve Yato arasında da hiç adı geçmeyen tuhaf bir aşk var. Ne Yato ne Hiyori birbirlerinden hoşlandıklarına dair bir kelime dahil etmiyor. Ve Yato’nun da sürüyle insanı katlettiği devasa korkunç bir geçmişi var. Ama dünyanın en şapşal yaratığına dönüşebiliyor iki saniyede. Yato’nun kendisine de buradan selam çakmış olalım.
Tumblr media
 Yato mu Tomoe mi derseniz şu anda hunharca Kamishama Hajimemashita’nın etkisinde olsam da kesinlikle Yato derim. Çünkü Noragami daha komik bir anime ve duygusal olarak daha da derinden yaralayıcı. Kalbiniz fiili olarak kesiliyor gibi. Yine Yato gifi ile bitirdiğim bir paylaşım oldu. Aman neyse. Bir de sona daha renkli olması için müzik koyalım. 
youtube
2 notes · View notes
drmkaragoz · 7 years
Video
youtube
(https://www.youtube.com/watch?v=4PAPLBTnHFI gönderdi)
Zenofobi. Kişinin yabancılardan ya da bir şekilde kendisinden farklı olan insanlardan korkmasına ve nefret etmesine verilen isim. Değişik olanın tehlikeli olduğu düşüncesiyle oluşan bir korku bu. Bir topluluğun içinde olan ama o topluluğun bir parçası sayılmayan bir gruba karşı duyulan korku. Irkçılıktan tutun ta bilimkurguda dünya-dışı varlıklardan korkmaya kadar gider bu. O yüzden bugün sizlerle çok sevdiğim bir dizinin 3. Sezonunun 5. Bölümü hakkında konuşmak istiyorum. Black Mirror - Kara Ayna dizisinin. Bir dizi incelemesi ya da eleştirisi yapmayacağım. Konuşacağım şey genel olarak dizinin ve özel olarak bu bölümün ahlaki duruşu. Teknolojiye ve hayatımıza bakış açısı. Yine de “Spoiler” hassasiyeti olanlar burada bizden ayrılıp, bölümü izledikten sonra geri gelebilirler. Çünkü çok sıkı detaylara girmeyi düşünüyorum. Bu kaygıyı taşımayanlar için şimdi her şeyi en baştan anlatayım. Hikayemiz bir rüyayla başlıyor. Kısa süre sonra bunun bir askerin düşü olduğunu anlıyoruz. Askerin olduğu yerde her zaman bir düşman vardır değil mi? Burada da var. Adına “böcek” denilen düşmanlar. Başlarda bunlara neden “böcek” dendiğini merak ediyoruz. Karşımızda savaştığımız böcekler mi var yoksa sık sık kendimizi kandırmak için yaptığımız gibi gerçekleri süslü sembollerle maskelemeye mi çalışıyoruz? Zamanında Vietnam’lılara düşman yerine “Viet Cong” ya da “Charlie” denmesine benzer bir kelime oyunu mu bu? Şu anda prototipleri denenmeye başlanan yakın geleceğin bir kaç teknolojik oyuncağının demosunu da gördükten sonra böceklerin saklandığı yerde buluyoruz kendimizi. Onların saklanmasına yardım eden biri de var. Tıpkı duvarlarında asılı resimde tasvir edildiği gibi davranıyor. Ressam William Holman Hunt’ın bu tablosunda da sığınmacıları, zenofobi duyulan yabancıları ve onlara yardım edenleri görüyoruz. Ve bir kere daha anlıyoruz ki tarih tekerrürden ibaret. Her tür yaşamın kutsal olduğunu düşünenler ve onu yok etmeye çalışanlar karşı karşıya. Ama elbette bir gerekçeyle yok etmek zorundasınız.
0 notes
yokyerkitapkulubu · 5 years
Text
KİTAP YORUM: WILLIAM HOPE HODGSON - SINIRDAKİ EV
KİTAP YORUM: WILLIAM HOPE HODGSON – SINIRDAKİ EV
Sınırdaki Ev, belirli bir kalıba sokamayacağım bir kitap. Türünü bile net bir şekilde söyleyemem. Korku, gerilim, bilimkurgu…
Hikayemiz, İrlanda’nın ıssız bir yerinde kamp yapan iki arkadaşın, gezileri esnasında buldukları el yazısını okumalarıyla başlıyor. İlk önce arkadaşlardan birisi okuyor bu el yazmasını, daha sonra bizzat yazanın ağzından dinliyoruz bütün olanları.
İşte, olay burada…
View On WordPress
0 notes
videofragmanizle · 6 years
Text
Avlu dizisi konusu ve oyunculari
Demet Evgar’ın Avlu dizisinin yayın tarihi açıklandı… Star TV’nin yeni dizisi Avlu’da kimler oynuyor Avlu hangi diziden uyarlandı ? Avlu dizisinin konusu ne ? Avlu dizisi oyuncuları.. Star TV Avlu dizisinden son haberler… Demet Evgar’ın Star TV’de yayınlanacak olan hapishane dizisi Avlu’un yayın tarihi belli oldu. 140 ülkede gösterilen Prisoner projesinden uyarlanan Avlu dizisi 29 Mart Perşembe akşamı 1. bölümüyle Star TV’de başlıyor. Limon Film imzalı projenin başrollerinde Demet Evgar, Ceren Moray, Nursel Köse, Kenan Ece, Teoman Kumbaracıbaşı ve Ruçhan Çalışkur yer alıyor. Projenin yönetmen koltuğunda İftarlık Gazoz, Dondurmam Kaymak gibi başarılı projelere imza atan Yüksel Aksu oturuyor. Tanıtım, yılların sağır kaldığı adaletini kendisi sağlamaya çalışmış bir kadının ceza evine girişini konu alıyor. “Avlu” özgürlüğünden vazgeçmek zorunda kalan bu kadınların 3.sayfa haberlere yansımayan, mutsuzluğun acı ile yarıştığı Karakuyu’da kendi düzen ve kendi hukuklarına karşı verdikleri yaşam mücadelesini konu alıyor. AVLU DİZİSİ KONUSU NEDİR? Avlu, koca bir ömrü dört duvar arasına sıkıştırmış kadınların; bu kadınların mutluluk, hüzün, umut, arkadaşlık ve düşmanlıklarının hikayesi… Hikayemiz, uzun süredir şiddet gördüğü eşini vurduğu iddiasıyla tutuklanan Deniz’le ( Demet Evgar) başlar. Deniz’le beraber cezaevini öğrenir, Deniz’le beraber içerideki ağaları, onları temizlemek isteyen yönetimi, bin bir çeşit mahkûmu, gardiyanı hatta cezaevinde doğmuş, parmaklıkların dışını hiç görmemiş çocukları tanırız… Etkileyici sahneleri ile tanıtım dijital platformlarda da yüksek not aldı. Şimdiden zirve yarışında üst sıralarda yer alması beklenen projede Demet Evgar, Ceren Moray ve Nursel Köse’nin yaratacağı karakterler merakla bekleniyor. Güçlü prodüksiyonu, yaşama dokunan hikayesi ve usta oyuncu kadrosu ile “Avlu” 29 Mart Perşembe Günü Star’da başlıyor. AVLU DEMET EVGAR’LI YENİ FRAGMAN Güçlü prodüksiyonu, hayata dokunan hikayesi ve usta oyuncu kadrosu ile “Avlu” çok yakında Star’da başlıyor. AVLU DİZİSİ 2. TEASER Yapımcı: Limon Film Yönetmen: Yüksel Aksu Oyuncular: Demet Evgar, Ceren Moray, Nursel Köse, Kenan Ece, Teoman Kumbaracıbaşı, Ruçhan Çalışkur, Deniz Barut, Eslem Akar, Şeyla Halis, Ayça Damgacı, Onuryay Evren Tan, Hülya Şen, Ümmü Putgül, Efsane Odağ, Mihrimah Cankur, Çiğdem Benli, Billur Pınar Yılmaz, Hüseyin Turunç AVLU DİZİSİ İÇİN DEV PLATO! Yapımcılığını Limon Film – Hayri Aslan’ın üstlendiği, yönetmenliğini Yüksel Aksu’nun yapacağı, senaryosunu Seda Altaylı Turgutlu’nun kaleme aldığı dizinin kadrosunda Demet Evgar, Nursel Köse, Rüçhan Çalışkur, Gamze Topuz ve Ceren Moray yer alıyor. AVLU DİZİSİ 1. TEASER Merakla beklenen dizi için İstanbul – Ümraniye’de dev bir plato kuruldu. Platonun kurulması tam 4 ay sürdü. Hapishane sahnelerinin burada çekileceği dizi 140 ülkede 25 yıldır gösterilen “Prisoner” dizisinden ülkemize uyarlanıyor. Dizi, hapishane ortamı ile yeni tanışan ve kızından ayrılmanın acısını üzerinden atamayan bir kadının çarpıcı öyküsü üzerinden ilerleyecek. Dizide Demet Evgar’ın kızı ve diğer genç erkek rolünü canlandıracak oyuncuları bulmak için yaklaşık 800 oyuncuyla deneme çekimi yapıldı. KENAN ECE AVLU DİZİSİNDE Geçen haftalarda Canan Ergüder’le evlenen ve baba olmaya hazırlanan Kenan Ece, Avlu dizisiyle anlaştı. Demet Evgar, ‘Avlu’da hapishane ortamı ile yeni tanışan ve kızından ayrılmanın acısını üzerinden atamayan bir kadına hayat verecek. Dizide Demet Evgar’ın kızı ve diğer genç erkek rolünü canlandıracak oyuncuları bulmak için yaklaşık 800 oyuncuyla deneme çekimi yapıldı. Dizinin hapishane sahnelerinin çekileceği Ümraniye’deki platonun yapımı 4 ay sürdü. ”Avlu”nun çekimleri Aralık sonunda başlayacak, Ocak sonu – Şubat başı gibi ise yayında olması bekleniyor. Yapımcılığını Hayri Aslan – Limon Film’in üstlendiği, senaryosunu Seda Altaylı Turgutlu’nun yazdığı, yönetmenliğini usta isim Yüksel Aksu’nun yapacağı dizi 140 ülkede 25 yıldır gösterilen “Prisoner” dizisinden ülkemize uyarlanıyor. Nursel Köse ve Rüçkan Çalışkur’un yer aldığı dizinin kadrosuna Gamze Topuz da dahil oldu. Gamze Topuz Dizi, hapishane ortamı ile yeni tanışan ve kızından ayrılmanın acısını üzerinden atamamış bir kadının çarpıcı öyküsü üzerinden ilerleyecek. ‘Avlu’nun Aralık ayında ekranlarda olması bekleniyor.
0 notes