tarihiyada-blog
tarihiyada-blog
Tarihi Yarımada
27 posts
Ziyaretçi sayısına göre en çok gidilen yerlerin baştan sona listelendiği site.
Don't wanna be here? Send us removal request.
tarihiyada-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yada Taşıyla İlgili Bir Rivayet
Ebülberekât Nişaburi ve nasır Tûsî ve hâkim Tifaşî ve Mansurî ve sair itimat olunur âlimlerin o taşın acip hikâyelerini ve garip rivayetlerini nakledip kendileri itimat ettikleri birçok kimselerden işittiklerinden doğruluğuna inanmışlardır.
O taşa Türkler Yeda taşı demişlerdir. Müteaddit sıfatlan ve garip hassaları görülmüş bir taştır. Bazısı toprak renginde beyaz ve ağır olup, derununda kırmızı nokta bulunur ve bazı lekesiz beyaz ve kimi koyu kırmızı (pıhtılaşmış kan rengi) ve kimisi de muhtelif renklerde olurmuş. Ebülberekat: (Ben hazine-i sultan zamanında mezkûr vasıflarla mevsuf birçok nevilerini gördüm), demiştir. Madeninde dahi ihtilâf ölüp bazı büyükler ol taşı madenîdir. Hata ve Tamğaç vilâyetlerinde olur derler. Anda dahi ihtilâf olup, kimi hanazir (yani domuz) cinsinden bir hayvandan bazısının karnında bulunur demiş.
Amma ekseriyet Çin iklimlerinde ve İranın doğu taraflarında bir cins yabanî ördek olur. Kanatları kızıl, cüssesi büyüktür. Ana Fars dilinde Sührap derler ki Anğıt dediğimiz kuşun ismidir. Bu kuş bahar günlerinde suları sığ olan göllerde yuva yapar. Yaz günlerinde o mahallin suları çekilmekle bu kuşun yuvasını iki Zira kazıp ol taşı bulurlar.
Ne kadar toplarlarsa hükümdarları hazinesine teslim ederlermiş. O kuş Mısır diyarında da olup Semmur derler. Tüyü ile gemilere ziynet yaparlar. Amma o taşın ahvalini bilmezlermiş. Cumhur-u Türkân müttefiklerdir ki, her nerede bu yağmur taşı kullanılırsa kar ve yağmur, her ne isterlerse o yerde ve o yere yakın olan yerlerde mutlaka eserleri zuhur edip istedikleri kar ve yağmur yağar.
Cumhur-u Türkandan bir cemaat o taşın hassalarma vakıf olmakla o mertebe maharetleri vardır ki isterlerse yazın güneş Eset burcunda iken yağmur ve kar yağmak, çok şiddetli yel esmek gibi acaip eserleri o taşların amali ile zuhura getirirler.
Bir derecede ki kasabalar ve köylerden birinin bir taraf kar ve yağmur yağdırır, diğer tarafında güneş meydanda ve havada lâtif olur. Bazıları yağmur için başka kar ve dolu havanın değişmesi ve rüzgâr ve toz için başka başka taşlar vardır demişlerdir.
Ama rivayet edenlerin çoğuna göre bu bir nevidir ki Seng-i yeda ve seng-i yat derler. Ancak o garip eserlerin zuhuru bu sanata vakıf olanların çoğalmasiyle olur.  Yani bir yerde onlardan bir kaç şahıs toplanırsa biri kar, biri yağmur, biri dolu yağmasına gayret edip kudret sahibi olan Cenab-ı Hak lütuf ve kereminden her birinin Say-u gayretine göre de tesirlerini halk eder.  Amma biri bulunursa kar ve yağmur ve sair garip eserlerden hangisini diliyorsa ancak onu yapar demişler. Bazı ülema o acaip eserler bazı âzâirri ve efsun vasıtasiyle ki onları Türklerden bir taife bilirler.
Onlara Yat Hizbi denir ve taşların  azimeti okunmadan bir tesiri olmaz, derler. Bir cemaat dahi mezkûr taşın tesiri Türkistan diyarma mahsustur. Diğer vilâyetlerde tesiri görülmez. Amma muhakkak ki Tüsi-î onları yalanlayarak “Bu Hassalı taş ele geçse hangi vilâyette olursa olsun kar ve yağmurdan istenen ne ise o yağar. Ancak yağdırmasını bilir bir şahsa muhtaçtır.” demiştir. Lâkin usul ve erkânını beyan etmemiştir. Bazılarının mücerret bir kabın içine kar veya su ile o taşlardan birini koyarlar ve yüksek bir yere bırakırlar. Ne niyet ve istek edilir ise o meydana gelir. Efsuna ve azaime muhtaç bir taş değildir, Deyu rivayet ettikleri mukaddeme, doludan korunmak için naklolunan  Büzürk Mirk bahsindeki hikâyeye uygundur.
Tifaşî merhum rivayeti üzerine dahi o taşların, kullanılmasını bilen şahıslara muhtaç olduğu sabittir. Zira o âlim hakim naklettiği şeyleri itimat ettiği insanlardan daima sahih olduğunu tevsik ile rivayet eder. Önce geçmiş sultanların meşhurlarından Sultan Mehmet Han-ı Harezmî ordugâhında bir Pir-i Türki o taşı ne keyfiyet ile kullandığını ve acayip olan eserlerinin ne suretle meydana çıktığını Fitnat sahibi Tifa-şi’ye şöyle anlatmıştır: O namlı hükümdar yaz günlerinde sayısız askerle sefere çıkmıştır. Bir sahrada kervanın hararetin şiddetinden ve tozun çokluğundan zengin, fakir, piyade ve süvari ne kadar insan varsa hepsi ıstırap çekmişti.
O Sultan-ı zişan yağmur taşını muhafaza eden adamına ferman eyledi ki, bu ihtiyar usul ve erkânına riayetle o taşı kullansın Allah’ın emriyle yağmur yağarak havaya itidal gelsin. Taşın muhafızı hükümdarının fermanı üzerine o Pir-i Türkî’yi davet etti.
Benim dahi onlarla ülfetim olduğundan ben de beraber bulunup yaptığını seyrettim. O şahıs bir çadır içinde başını açtı. Bir tasa su koyup önüne koydu. Üç tane uzun kamış aldı. Birini o taşın sağ, diğerini sol tarafına yere dikti ve üçüncüsünü taşın üzerine o iki kamışın başlarına bağladı. Sonra yağmur taşı renginde canlı bir yılanı kuyruğundan o taşın üzerine geçirilen kamışa baş aşağı bağlayıp astı.
Öyle ki yılanın başından tas içindeki suya iki endaze yüksekliği vardı. Ondan sonra taşın muhafızından iki parça taşı alıp o tasın içine bıraktı. Bâdehû çıkarıp o taşları yavaş yavaş birbirine sürttü ve her birini bir tarafa attı. Sonra gene alıp suya attı ve çıkarıp sürttü. Tekrar suya bıraktı. Bunu yedi defa tekrarladıktan sonra o tastan bir miktar su alıp etrafa serpti. Bu esnada ihtiyarın başı açık ve saçı dağınık ve hey’eti gazapnak’idi. mırıldanarak bir şeyler söyler ve başını semaya kaldırır, güya yağmur isterdi. İki saat kadar bu veçhile hareket ettikten sonra birden etrafta bulutlar gözüktü ve bol bir yağmur başladı, hava serinledi, insan ve hayvan rahat etti. Bunu rivayet eyleyen demiştir ki ben şanı Celil olan rabbülalemin’in hikmetine akıl ermez. ahkâmını ve yarattıklarına tevdi’ ettiği garip esrarını temaşa için o ihtiyarın yanma devam edip yukarıda yazılan ahvali defalarla gördüm.
Seferden döndükten sonra yaz günleri hava gayet sıcak iken ziyaretine varıp avdetinde yağmurun çokluğundan dolayı sellerden geçemezdim. Bu dahi Allahü teala’nın bir hikmetidir ki rivayet olunur. Bu işle iştigal eden şahıslar biri her ne zaman o işe başlasa elbette mal, evlât ve ensab cihetinden bir mazarrata uğrar ve mutlâka bir musibet ile karşılaşarak sonunda fakirlikle ömürlerini geçirirlermiş, ma’haza kendini bu işe memur edene sultan tarafından verilen ihsanlar az olmaz imiş. Ti-faşî’nin bu rivayetinden başka yalan söylemediği herkesçe bilinen diğer zevat nakletmişlerdir ki: Harzemşah Sultan Mehmet, Cengiz istilâsından önce Çin semtine gitmişti.
Bu memlekete yaklaşınca o derece çok yağmur ve kara tutuldu ki askerin çoğu ölüm tehlikesine düştü. Hükümdar o mevsimde bu havanın yağmur taşı kullanılmasından ileri geldiğini anlayarak bir kaç adamını ordugâh yakınındaki dağa gönderdi. Orada yağmur yağdırmakla meşgul iki kötü insan bulunarak huzura getirildi. Hükümdar o iki habisi siyah keçelere sardırıp diri diri gömdürdü ve derhal hava açılmağa başladı. Eğer yağmura sebep olan insanlar öldürülmeselerdi işlerinin te’siri uzun zaman baki kalır ve seng-i yede vasıtasıyla kar, yağmur ve tufan devam eder. Düşmanlarına galip gelirler dedi.
Yukarıda zikrolunduğu üzere bazj zevat, hâsıl olan neticeler o taşa mahsus bir haldir. Azimet ve efsunsuz kar ve yağmur ve tufandan hangisi istenirse yalnız o taşı suya bırakmakla istenen hal zuhur eder, demişlerdi. Buna binaen bir garip hikâye nakletmişlerdir.
0 notes
tarihiyada-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde En Değerli Yaratık “At”
At, en kuvvetli kültü olan, destanlarda çok yer tutan bir hayvandır. Şaman’lığı kabul eden Türk’lerle Moğolların inanışına göre at gökten inmiştir. Yakut’lara göre kahramanların Atları güneş âleminden gelmiştir.
Bazı Türk boylarına göre de (Apsatı) adında atların bir tanrısı vardır.
Bir de kanatlı ve kürekli atlar vardır ki, hem uçan hem yüzen bu atlar Kaf dağının altındaki (Süt Gölü)nde bulunmaktadır. Hızır ölüme çare ararken bu atları görmüş, tutamamış, nihayet (Süt Gölü) ne şarap dökerek bunları sarhoş edip bir çiftini tutmuş, kanatlarını koparmış, bunları çiftleştirmiş, at nesli böyle türemiş.
Hızır’ın Kır veya Boz Atı kanatlıdır, Uçar gibi gider. İslâm inanışları arasında yerleşen bir de şu efsane vardır: Tanrı, Âdem Peygamberi cennetten çıkararak dünya yüzüne gönderirken, kanatlı bir Ata bindirdi: Âdem bu kanatlı^Atın tekrar uçarak cennete dönmesinden korktu, kanatlarım kırdı. Bundan sonra Atın kanatlarındaki kuvvet bacaklarına indi. Yine bu atın cennetten çıkarken dört gözü vardı. Kanatları kırıldığı için dünyada kalmak zorunda bulunan hayvan, kederinden o kadar ağladı ki, gözlerinin ikisi kör oldu.. Bunlar şimdiki gözlerinin üzerinde bulunuyordu. Görmez hale gelince kurudular, yerleri boş kaldı. Gözlerin üzerindeki çukur, bu kuruyan gözlerin yeridir.
En kıymetli cins atlar için sudan çıkan bir aygır efsanesi vardır. Bu efsaneye göre, sudan çıkan bir aygır orada Tasladığı bir kısrakla çiftleşmiş, cins atlar bunlardan türemiştir ki bu atlar denizleri de yüzerek geçerlerdi.
Sudan çıkan aygırlar için şöyle de bir efsane daha vardır: Bunlar sudan çıkar, yine suya girerler. Kırk tanedir, büyülüdürler. Bulundukları sudan yahut denizden çıkarak pınar suyu içmek istedikleri sırada, bir adam birini yakalar, üstüne binerse aygır buna çok sevinir, adamı rüzgâr sür’ati ile istediği yere götürür. Artık aygır onunla beraber kalır, emri altında bulunur.
Bir efsaneye göre de cins atlar tanrılarla ejderhalardan türerdi. Yuen-Chih’lere göre ise bir mağarada tanrıların atı bulunmaktadır. Bazı kısraklar oraya gider, gebe kalırlardı. Cins atlar bunlardan doğar. Türkistan bölgesinde Mazdaist’lerin tapmaklarında gökten inmiş, bakırdan bir at bulunuyordu. Bu at yarıya kadar toprağa gömülü idi. Haziran ayında nehirden bir altın at çıkar, bu gökten inmiş atla çiftleşirdi.
Moğol kâhinlerinden (Teptengeri); tanrılarla konuşmak için görünmezlerden gelen bir boz ata binerek göklere çıktığını, dolaştıktan sonra geri geldiğini söylerdi. Büyük Şamanlar da göklere çıkmak için ata binerlerdi.
0 notes
tarihiyada-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yunan Mitolojisinde Ünlü Kahraman Herakles
Ünlü kahraman, arkadaşım üzüntü içinde buldu. Sebebini sonradan öğrendi; Admetos’un karısı Alkestis, biraz Önce ölmüştü. Garip bir ölümdü bu… Eskiden, tanrılar tanrısı Zeus, Apollon’un oğlu Asklepios’u öldürmüştü. Apollon da öc almak amacıyla Zeus’un işçileri Kyklop’lan ortadan kaldırdı, Tanrılar tanrısı onun bu davranışını cezalandırmak için Apollon’u yeryüzüne, bir yıl Admetos’un yanında uşaklık etmeye yolladı.
Apollon, uşaklığı sırasında, Admetos ve Alkestis’le dost Oldu. Karı-koca çok yakınlık gösteriyordu kendisine. Apollon bu yakınlığın altında kalmak istemedi. Kader tanrıçaları Molra’lardan öğrendiği bir şeyi gidip Admetos’a söyledi. Öğrendiğine göre, kralın hayat ipliği artık kesilmek üzereydi Yalnız, tanrı Moira’larla konuşmuş, ipliğin kesilmesini birazcık geciktirmişti. Admetos, kendisinin yerine Ölecek bir başkasını bulursa kurtulacaktı.
Bunu duyan Admetos, hemen annesiyle babasının yanma koştu. “Siz artık yaşlandınız. Biriniz benim yerime ölün de ben kurtulayım,” dedi. Yaşlılar canlarına daha düşkün oluyor galiba. Admetos’un annesi de, babası da oğullarının yerine ölmeyi kabul etmediler. “Aman oğul,”’ dediler, “bu yaşta gün-ışığı daha tatlı geliyor adama.” Admetos kızarak, “ölümün eşiğindesiniz,” diye bağırdı, “hâlâ ölmekten korkuyorsunuz!” Ama kendi de korkuyordu ölmekten. Arkadaşlarının yanına koştu, hepsiyle konuştu. Kimse’ onun yerine Ölmek istemiyordu. Sonunda umutsuzluk içinde evine döndü.
Alkestis, kocasının üzgün olduğunu sezmişti. Sonunda üzüntünün neden geldiğini öğrendi. “Hiç sıkma canını,” dedi, “senin yerine ben ölürüm.” Admetos’un ne kadar sevindiğini ayrıca belirtmek gerekmiyor. Alkestis ölüme hazırlandı. Moira’lar onun hayat ipliğini kestiler. Admetos sicim gibi gözyaşı döktü, yandı yakıldı.
İşte o sırada Herakles geldi kiralın sarayına. Kral, konuklara karşı güler yüzle davranılması gerektiği için ünlü kahramana üzüntüsünü belli etmek istemedi. Onun üstündeki yas elbisesini gören Herakles “Kim öldü?” diye sordu.
“Hiç,” diye cevap verdi Admetos, “hizmetçilerden biri.” “Öyleyse ben gideyim,” dedi Herakles. “Olur, mu canım? Bu geceyi benim sarayımdan başka yerde geçiremezsin.” Sonra uşaklarını çağırıp konuğu uzak odalardan birine götürmelerini söyledi. Böylece, ağıtları, ağlaşmaları duymayacaktı Herakles.
Herakles odaya çekilip bir başına yiyip İçmeye başladı. Uşaklar durmadan ona yiyecek içecek yetiştiriyorlardı. Her Şey daha sofraya konmadan bitiveriyordu. Hele şarap, hele şarap… Herakles de tam kahramanlar kahramanına yaraşır biçimde yiyordu hani…
Karnı doyup içkiyle başı dönmeye başladıktan sonra Herakles şarkı söylemeye başladı. Kart sesiyle bas bas bağırıyordu. Uşaklardan birine, “Hadi be,” diye gürledi, “sen de içsene!” Uşak, “Aman efendim,” diye cevap verdi. “Siz de tam içip kahkahalar atacak zamanı buldunuz.”
“Niye içmeyecek mişim ? ” dedi Herakles. “Yabancı bir karı öldü diye gülmeyeyim mi yani?” “Yabancı mı?” “Yabancı ya. Admetos öyle söyledi. Bana yalan mı söyledi demek istiyorsun?” “Yok yok, Öyle demek istemiyorum, efendim,” dedi uşak, “sadece konukseverliğini göstermiş size.”
Herakles’in bardağına şarap doldurmak üzere testiye davrandı. Herakles Uzanıp sımsıkı yakaladı adamcağızın bileğini.
“Burada bir şeyler dönüyor,” diye bağırdı. “Ne var? Doğruyu söyle bana.” Uşak, “Görüyorsunuz efendim,” diye cevap verdi, “yas tutuyoruz.” Uşak cevap vermedi. “Kim öldü?” “Alkestis Kiralımızın karısı.”
“Bilmeliydim,” diye fısıldadı, “gözleri kan çanağı gibiydi Admetos’un. Ama yemin etti, ‘Hizmetçi öldü,’ dedi. Belli etmek istemedi üzüntüsünü. O, acılar içinde kıvranırken ben oturup burada şarap içtim. Ah, söylemeliydi bana.”
Her zaman yaptığı gibi bütün suçu üstüne aldı yine. Kendini bağışlatmak için bir şey yapmalıydı. Yapamayacağı bir şey yoktu dünyada. Birdenbire aklına geldi, “ölüm ��imdi mezar başında Alkestis’i bekliyordur,” dedi; “gider onunla güreşirim. Belinden bir kavradım mı bırakmam. Kaburgalarını kırarım. Alkestis’i alır geri getiririm arkadaşıma. Mezar başında değillerse Hades’e bile inerim.”
Keyifle ayağa fırladı. Hem arkadaşına bir iyilik etmiş olacak, hem de ölümle iyi bir güreş tutacaktı. Sarayına döndüğü zaman Herakles’i Admetos karşıladı. Bir kadın vardı Herakles’in yanında. Azıcık yorgun görünen kahraman, “Bak Admetos” dedi, “tanıyor musun bu kadını?” Admetos, “Hayalet bu!” diye bağırdı. “Olamaz! Tanrılar benimle alay ediyor!”
Herakles, “Seninle alay eden yok,” dedi, “gidip Ölümle güreştim, karını geri aldım.” Herakles’in kişiliği bu öyküde apaçık ortadadır: basit. aptalca, çabucak sarhoş olan, ölümün bile kendi sırtını yere getiremeyeceğine inanan bir adam… İşte Herakles budur. Aslına bakılırsa, kahramanlar kahramanı, yas tutan uşaklardan birini de öldürmeliydi ki kişiliği daha da ortaya çıksın. Herakles’in olduğu yerde birkaç kişi ölmedi mi hiç? Ama yukarıdaki öyküyü anlatan Euripides, sadece Alkestis’in ölümüyle ilgilenmiş, oyununun bütünlüğünü bozacak ayrıntılara yer vermemiştir.
0 notes
tarihiyada-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Anadolu Topraklarından Mitolojik Bakış
Dağlar, Mağaralar ve Taşlar
Büyüklük ifade eden dağlar; tanrı tanınmış, koruyucu görevini yapmış, tanrılara, tanrıçalara, dağ perilerine makam olmuş, ilk ana ve baba sayılmış, akrep insanlar da dağlarda barınmıştır.
Eski azizlerden de bir kısmının mezarı, ibâdet ettikleri yerler dağların tepelerindedir. Gökte bulunan tanrılara tapanlar da, dağlara çıkınca tanrılara yaklaşmış olurdu. Bu tanrılara ulaşabilmek için, onlara doğru uçmak isteyenler de olurdu ki, bunlar derin bir inanış ve heyecanla dağların yüksek tepelerindeki uçurumlardan göklere doğru uçmak üzere kendilerini bırakırlardı.
Bir takım, kurbanlar dağ başlarında kesildiği gibi, büyük savaşlar da çok zaman dağlarda yapılmıştır. Türkler de dağlara kutsal önem vermişlerdir. Altaylı’lara göre dünyanın yaradılışından sonra ilk insan, ağzındaki toprağı tükürünce bundan dağlar meydana gelmiştir. Bir efsaneye göre de, Kara Han yarattığı toprak üzerine bir kuş gönderdi. O kuş bu toprakları gagaladı, çıkıntılar birer dağ oldu.
Çinlilerin Tiyanğ-Şang (tanrı dağlan); Yunanlıların Olimbos ve Parnas, Hintli’lerin Mero ve Parvata (Himalaya) dağları gibi tanrıların oturduğu dağlardı. Moğol’lar da 7000 metreden yükseğe ulaşan bu dağlara saygı gösterir, (Han Tengeri) derlerdi, Bu dağlardan sayılan (Göktürk), (Buzdağ Ata) ve (Afrasyap) ta önemli, kutsal dağlardandı.
Tiyanğ-Şanğ, Türk gelenek ve efsanelerinde çok yer alır. Divan-ı Lûgat-üt Türk ve Kudatgu Bilik’te de bu dağların adı geçer. Destan kahramanı Manas bu dağlardaki (Isığ Göl) civarında yaşamıştır. Şaman dualarında dağ adları çok geçer. Dağlara yalvarılır, medet umulurdu. Alt ay dağlarına; (Atalarımız, büyük babalarımız zamanında
Mitolojide Cadılar
Folklorla da karışık efsanelere göre; kötü bir tip olan cadılar; saçları dağınık ve uzun kuyruklu olarak şekillendirilmiştir. Bunlar kadındır. Küpün üzerine biner gezer, hatta küp uçurur. Bu gibilere (Küp uçuran cadı) derler. Kimse için hayır, düşünmez, işi gücü daima şerdir. Çocukları kapar, kaçar. Birisi öldüğü zaman üzerine makas korlar. Çünkü makas konmadan ölünün üzerinden bir kedi atlarsa ölenin ruhu cadı olur veya ölen hortlar.
Cadının kızları da vardır. Ama bunlar analarım dinlemezler. İstedikleri zaman çıkar, gezerler. Anaları onlara uymaya mecbur kalır.
Eğer cadı kızı sevdiği ile kaçmak isterse anasının bahçesinde iki kuyu vardır. Bu kuların birinde bal, öbüründe kan bulunur. Cadı kızı baldan, sevdiği de kandan içer. O Ne zaman her kıyafete girer, her yere gidebilirler.
Cadıyı yok edebilmek için onun bahçesinden bir gül koparmak lâzımdır. Ama o bahçenin bekçisi aslanı, yahut kaplana benzer bir kedidir. İşte bu bekçi kediden bir fırsat bulunması gerekir ki bu da pek güçtür.
0 notes
tarihiyada-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde “Toprak”
Beş kutsal unsurun en verimlisi topraktır. Dünya yüzündeki toprak ve kara tabakasının türeyişi şöyledir:
Büyük tanrı kara Han (Kayra Han); suları yarattıktan sonra, bir kuğu kuşu gönderdi. Denize dalan bu kuş, denizin dibinden gagası ile çamur alarak çıktı. Kara Han’ın emriyle gagasındaki çamurları suların üzerine serpti, karalar böyle meydana geldi. Sonra Kara Han’ın oğlu Ülgen de; ilk insanları topraktan yaptı.
Tanrı ayarında sayılan (Ağaç Han); toprağı ve ağaçlan temsil eden, koruyan bir kudrettir. Tanrıça Aruru ise; bir parça çamurdan Gılgarruş’ın arkadaşı Enkidu’yu yaratmıştır.Toprağın altındaki âlemin tanrısı olan Erlik Han, yer altındaki sarayının kutsal yeri olan ocağım ve bacasını çamurdan yaptırmıştı. Kırgız’ların bir efsanesine göre, Türklerin ilk babası ve anası da topraktan şöyle türemiştir.
Karadağda bir mağaraya sellerin yığdığı toprak birikintisine güneş tanrı sıcaklık, sonra da can vermiş, Türklerin ilk babası olan (Ulu Ayata) böyle türemiştir. Bundan kırk yıl sonra da tekrar o mağarada biriken sel yığınına güneş tanrı yine sıcaklık ve can verecek Türklerin ilk anası olan (Ulu Ayana) türemiştir. Bunlar yüz yirmişer yıl yaşamışlar, öldükten sonra onlardan yetişenler büyük baba ve analarının türediği bu mağaraya bir altın taht, üzerine de (Ulu Ayata)nın altın heykelini koymuşlar, her yıl bir defa toplanarak tören yapmışlar, kurban kesmişlerdir. Ölenleri yakanlar, suya atılanlar, kurtlara, kuşlara teslim edenler olduğu gibi, ilk insan topraktan yapıldığından, son gidilecek yerin de yine toprak olacağım kabul edenler çok olmuştur. Toprağın üstü, besleyici bir ana, altı da başka bir hayat filanını kapsayan, özellikle cehennemler ülkesini de içinde bulunduran bir âlemdir.
Bütün yaratıklar toprağın üzerinde ve içinde beslendiği gibi, Sular ve içindeki hayvanlar da yine toprağın üzerindedirler. En kahraman kuşlar ne kadar yükseklerde uçsalar dahi nihayet toprağa iner, dinlenir, beslenirler.
Türkistan’dan gelerek kuzey Chi’lerin arasında yerleşen bir efsaneye göre; koyunlar dahi otlar gibi topraktan biter. Toprağa koyun kemiği ekilecek olursa,
Oradan kuzular çıkar. Ama bu kuzuların göbeği toprağa bağlıdır. Oradan koparak serbest kalabilmeleri için ürkütülmesi lâzımdır. O zaman bağları kopar, serbest kalırlar. Gök tanrılarının döktürdüğü bereketli yağmurlar, güneş tanrının verdiği sıcaklık, ışık ile her şeyi toprak yetiştirmektedir. Bitkileri, yaratıkları yaşatma şartlarını o taşımaktadır.
Bunun içindir ki Türkler; Göğe (Ata), Toprağa da (Ana), demişlerdir.
Toprak altı âlemi hakkındaki çeşitli inanışlarladır ki ölenlerle beraber, ya kurban olarak, yahut ölene arkadaşlık ve hizmet etmek üzere insanlar ve hayranlar da canlı olarak gömülmüştür. Ateş, deniz, su ve ağaç gibi kutsal unsurların tanrıları olmakla beraber, bu unsurları toprak ya içinde barındırmakta, yahut yetiştirmekte ve üzerinde taşımaktadır. Derler ki (Toprak hem bitirir, hem yitirir: Toprak her şeyi hem yetiştirir, var eder, hem de yok eder).
Bütün yaratıklar toprağın üzerinde ve içinde beslendiği gibi, Sular ve içindeki hayvanlar da yine toprağın üzerindedirler. En kahraman kuşlar ne kadar yükseklerde uçsalar dahi nihayet toprağa iner, dinlenir, beslenirler.
Türkistan dan gelerek kuzey Chi’lerin arasında yerleşen bir efsaneye göre; koyunlar dahi otlar gibi topraktan biter. Toprağa koyun kemiği ekilecek olursa, oradan kuzular çıkar. Ama bu kuzuların göbeği toprağa bağlıdır. Oradan koparak serbest kalabilmeleri için ürkütülmesi lâzımdır. O zaman bağları kopar, serbest kalırlar.Gök tanrılarının döktürdüğü bereketli yağmurlar, güneş tanrının verdiği sıcaklık, ışık ile her şeyi toprak yetiştirmektedir. Bitkileri, yaratıkları yaşatma şartlarını o taşımaktadır. Bunun içindir ki Türkler; Göğe (Ata), Toprağa da (Ana), demişlerdir.
0 notes
tarihiyada-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Türk Mitolojisinde Sudan Çıkan İnsan Ve Yaratıklar  
Beş kutsal unsurdan biri olan su; içinde çeşitli ve sayısız hayatı barındırdığı gibi, dünya üzerine gönderdiği insan ve yaratıklar da olmuştur:
Türkler arasında da yaygın efsâneye göre; Yarısı insan vücudu, yarısı balık olan (Oannes), Basra körfesi sularından çıkan insandır: Bunun başı ‘ve sırtı Balıktır. Gündüzleri karaya çıkar, akşama kadar yemeden içmeden yeryüzün-deki İnsanlara bilgi vermeğe çalışır, akşam olunca yine denize girer, geceyi suların altında geçirir. Büyük Tanrı Kumarbi’nin Ullikummi adında bir oğlu olmuştur. Onu, babasının tavsiyesi üzerine, gök ve yer üzerinde tutan Upelluri adındaki devin sağ omuzu üzerine koydular. Bu çocuk Diyorit taşından yapılmıştır. Upelluri’nin omuzu üzerinde, denizin dibinden ve suların içinden yukarı doğru büyümeğe başladı. Az zamanda yükselerek göklere kadar uzandı.
En kıymetli ve cins atlar için de, sudan çıkan bir aygır efsanesi vardır : Bu efsaneye göre, sudan çıkan bir aygır, orada rastladığı bir kısrak ile çiftleşmiş, en cins atlar bunlardan türemiştir ki bu atlar denizleri de yüzerek geçerdi.
Bir efsaneye göre de bir ırmağın suları içinden koyun çıkarmış. Kainatın yaradılışında yalnız Kara Han ile sular vardı. Tatlı sular; yer – su’larla, tuzlu sular da Tiamat ile temsil ediliyordu. Bunlar beraber oldular. Lakhumu ve Lakhamu adında iki büyük yılan türedi.
Ağaçlar Ormanlar
Türkler arasında ağaç kültü de geniş yer almaktadır. Başka milletlerde olduğu gibi, Türklerde de ağacı tanrı yahut tanrıdan ayrılmış bir parça tanıyanlar çok olmuş, ağaçlar üzerine dualar tertiplemişlerdir.
Altay türkleri kayın ağaçlarına taparlardı. Kayın ağacı başka ağaçlardan daha kutsal tanınmıştır. Adına kurbanlar da keserlerdi. Bazı Türk boylarınca (Turçut) adında bir ağaç ve orman tanrıça’sı da vardır. Şamanlar hastaları iyi etmek için gayret ederken yanlarında kayın ağacı da bulundururlardı. Şaman davulunda da kayın ağacının resimleri vardı. Samanlara göre kayın ağacı; büyük tanrı Ülgen tarafından Tanrıça Umay’a gökten gönderildiği için dinî törenlerde çok önem verilirdi.
Abakan Türkleri de dört kutsal kayın ağacının yanında dinî törenlerini yaparlardı. Bu törenler yapılacağı zaman bir tepeye çıkılır, kökleri parçalanmadan yerden çıkarılmış kayın ağaçlan tören yerine dikilir, Kurban kesildikten sonra orada bulunanlar kayın abacının etrafında üç defa dönerler, ateş yakarak kurban etlerini kızarttıktan sonra, bunları kayın ağacının kabuklarından yapılmış kaplara koyarlar, başına toplanarak yerlerdi. Bundan sonra ağaçlar etrafında yine dönerler, tören sona ererdi.
Saman dualarında kayın ağacı için: (Altın yapraklı, yetmiş yapraklı mübarek kayın ağacı) gibi tabirler geçer. Pir inanışa göre de kayın ağacının altmış kökü vardır.
Çam (Fusuk) ve ardıç ağaçları da Türklerde kutsaldı. Altay Türkler’ince kozmik âlemin yaradılışında Kara Han yarattığı bir adaya dokuz dallı bir çam ağacı dikmişti. Bu, dünya üzerinde ilk çamdı. Bu çam tanrıyı temsil ederdi. Kırgızlar akça kavağı, yakut ve Ostiyak’la da kara çamı kutsal tanırlardı. Ardıç dalları ile kadınlar ateşlerini yakar, kötü ruhları kovmak için odaları tütsülerlerdi. Çünkü kötü ruhlar bu ağacın yanık kokusundan hoşlanmazlardı.
Ağaçların başka özellikleri ve vasıfları da vardı: Konuşanağaçlar, koruyucu ağaçlar, şeytan ağaçları, evlenme ağaçları. Doğum ağaçları ve ölüm ağaçları) gibi Oğuz Han bir gün ava gittiği zaman, uzakta bir gölün ortasındaki ağacın dibinde bir kızın oturduğunu gördü, bunu aldı.
Hulin dağının üstünde de iki ağaç vardı ki; bu ağaçlara, nur inmiş, bundan sonra gövdelerinde şişkinlik olmuş, bundan beş çocuk doğmuştu ki en küçükleri Buğu Tekin’dir. Tukyu’lardan, Totuluşa öldükten sonra, oğulları içlerinden birini babalarının yerine seçmek üzere bir ağaç altında toplandılar. Ağaca en çok sıçrayacak olanı seçeceklerdi. Bunların en küçüğü olan Assena hepsinden çok sıçradı, seçilerek A-Hien-Şe adını almıştı.
Başka milletlerin ağaç kültünde görülen hurma, zeytin, defne ve öd ağaçlan, sonraları dinî gelenekler etkisi ile Türkler arasında da az çok yer almıştır.
Ağaçların toplu bulunduğu ormanlar üzerinde de efsaneler vardı ki, (ötüken) ve (Kadırgan) ormanları bunlardandır, ötügen ormanı ile dağının Türk Kitabelerinde de adı geçmektedir. Orhun abidelerinde de ilk Türk’lerin burada yerleştikleri yazılıdır. Türkler buradan ayrılmanın felâket olacağına inanırlardı. Çinliler de bunu bildikleri için Türkleri bu ormandan ayırmaya çok çalışmıştır, ötüğen ormanında geçen maceralar, savaşlar etrafında kahramanlık hikâyeleri de türemiştir, ötüğen ormanları Orhun ırmağı ile Selenga ırmağının arasındadır.
Altaylıların yaradılış efsanelerinde ormanları şeytanlar yaratmıştır. Cengiz dahi sözlerinde (anamız ötüğen) diyorsa da bu ötüğen sözü ile (yer) kast edildidiği ileri sürülür.
Hînli ve Budun ormanları da Türklerin ilk kutsal vatanları sayılmıştır. Hitit’lerin (Ezen-in-pi) denilen meyve bayramları ormanda yapılır. Tanrının heykeli tapmaktan alınarak ormana götürülürdü. Heykeli götüren alay (Tarnui) tapmağı önüne gelince, en büyük kâhin onu karşılardı.
0 notes
tarihiyada-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatmasından ��ki Günden Yansıyanlar
Wildungsmauer’de Konaklama
Sadrazam seher vakti yola çıktı. Üç saat sonra kahvaltı molası verdi. Sonra da otağına girdi. Orada kendisine Hamburg palankasında ele geçirilmiş bulunan on tutsakla iki yüz kelle getirdiler. Getirenlere hilat giydirildi ve bahşiş verildi.
Öğle namazından sonra Sadrazam adı geçen palankaya doğru bir at gezintisi yaparak burasını gözden geçirdi. İkindi üzeri otağına döndükten sonra da piyan kuruldu.
Bugünkü yürüyüş sırasında sağ ve sol yakalarda yirmi kadar yakılıp yıkılmış palanka gördük. Bunların görünürde temel duvarlarından başka hiç bir şeyleri kalmamıştı.
Akşama doğru Tatar Hanının gönderdiği Yalı Ağası ile İslâm Mirza, Viyana önlerinde ele geçirilmiş dört tutsakla birlikte geldiler. Tutsakların birisi alıkonuldu, öteki üçü Tatarlara bırakıldı. Getirenlere iki hilat giydirildi, ötekilere de bahşiş verildi.
Her şeye gücü yeten Allaha şükürler olsun, zaferin her gün yeni bir belirtisini gösteriyor. Din düşmanlarının yenilgisi ve yok edilmesi gün ışığı gibi açık seçik bir gerçek olarak belli oluyor.
Schwechat’da Konaklama
Güneş doğduktan yarım saat sonra Sadrazamın çıktı. Az sonra da kendileri hareket’ buyurdular. Beş saat yürüyüşten sonra konak yerine vardılar. Geldikten sonra daha yarım saat bile dinlenmeden, ağırlığı olmayan on bin atlıyla birlikte Viyana kalesini (6) bizzat gözden geçirmek ve metrislerin kazılacağı yerleri kararlaştırmak üzere yola çıktı. Şehrin önlerine gelindiğinde, bir kısım gözüpek İslâm askeri varoşa doğru hücuma geçti. Sekiz yüz gâvuru tepeleyip bir o kadarını da tutsak aldılar. Mallarıyla erzakları kaşla göz arasında yağma edildi. Sadrazamın huzuruna yüz elli kelleyle elli tutsak getirildi. O da Müslüman gazileri büyük bir cömertlikle mükâfatlandırdı.
Daha sonra Sadrazam, cennetmekân Sultan Süleyman’ın 936 Hicrî yılında Viyana’yı kuşatmak üzere buraya geldiği zaman büyük otağını kurdurmuş olduğu yeri gözden geçirdi. Bu yeri’ Hristiyanların Kıralı çok yüksek bir duvarla çevirmiş ve içine set set şahane bir bahçe yaptırmıştı. O zamanki Alman Kayzeri batıl inançlı Ferdinand, hatıra olsun diye tam otağı hümayunun kurulduğu yere çok güzel bir şato,  harikulade bir saray yaptırmış; çatısına Kurşun yerine altın kaplama bakırla kaplattırmıştı. Üstüne güneş ışığı vurduğunda parıltısı insanın gözünü kamaştırıyordu.
Ferdinand’dan sonra gelen krallar da buraya çeşit çeşit yüksek köşkler kurdurmuşlar. Sarayın içindeki sütunlar ile duvar kaplamaları renkli somaki taşından ya da beyaz mermerdendi. Sarayın önündeki bahçe çeşit çeşit çiçeklerle donanmıştı. Bu bahçede elma, armut ağaçları olduğu gibi, incirler, portakallar, hurma ağaçları da vardı. Fıçıların içinde ve saksılarda yetiştirilmiş bitkiler, limonlar, nadide meyva ağaçları, başka çeşit ağaçlar, selviler, palmiye koruları her yanı kaplıyor, yeşil yapraklarıyla duvarlar meydana getiriyorlardı. Bu yapraktan duvarlar iki mızrak boyuna kadar yükseliyordu.
Öyle ki, insan ne dışardan içeri sini, ne de içerden dışarısını göremiyordu. Burada eşine ender rastlanır bir ağaç yetiştirme yöntemi kullanılmıştı. Bu yöntemi o kadar güzel uygulamışlardı ki, sonunda ağaçları birer duvar haline getirmeyi başarmışlardı. Ağaçların hepsi istenilen boyut ve istenilen büyüklükteydi. Yanlarında ve tepelerinde öteki ağaçların üzerine bulunan tek bir yaprakçık bile yoktu. Bahçede ayrıca çeşitliliği sürüye vahşi hayvan da yaşamaktaydı. Karacalar, geyikler ve başka yırtıcı hayvanlarla kuşlar vardı. Bütün bu şeyleri yapmaları zordu. Sadrazam biraz dinlenmek için o yere gitti. Dilediği gibi gözden geçirip inceledikten sonra -. ikindi namazından önce yola çıktı ve ordunun konakladığı yere gitti.
Konak yerine varmak için bugün yapılan yürüyüş sırasında yolun sağında solunda kül yığını haline gelmiş on kadar köy ve palanka gördük. Daha ötede yol ırmağın sağ kıyısında bulunan küçük bir şehrin önünden geçmekteydi. Burasının gâvurların odun olduğu anlaşılıyordu. Sayılamayacak kadar çok yakacak odunu, kereste ve tahta bulunduğu gibi, bir hayli de değirmen taşı ve has ekmek unu vardı. Hepsi yakıldı. Aynı yol üzerindeki ne ırmak kıyısında yüksek duvarlı bir bahçe bulunuyordu. Kayzer in dinlenmesi ve eğlenme gir b.en^ı4ni hiç kimse görmemiş
Allaha hamd ve şükürler olsun ki, kahraman Sadrazamın Cenabı Hakkın emirlerine uyması sayesinde şimdi böyle bir ülkeye el atılmış ye buraları İslâm askerinin atlarına koşu alanı olmuştur. Tarih bilenlere gün gibi belli ve böylelerine başka bir delil göstermek gereksizdir ki, yoktan vari denli belirtileri şimdiye kadar daha hiç bir Kumandana hülasandan açıkça görünmemiştir.
0 notes
tarihiyada-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatmasında Kayıtlara Geçen Üç Gün
4 Eylülde Yaşananlardan Kayıtlara Geçenler
Bir tutsak getirildi. Sorgusunda, Alman Kayzeri’nin taraf taraf bütün Hristiyan Krallara acele yardım isteyen mektuplar yolladığını, ama bunlardan sadece Polonya Kıralı Sobieski adlı melun hainin bu imdat çağrısına uyduğunu, yanına Büyük Litvanya ve Küçük Litvanya hetmanlarını alarak, atlı yaya otuz beş bin Polonya gâvurunun başına geçtiğini, Alman Kayzerinin de kendi askeri ve başka Hristiyan devletlerden aldığı yardımcı kuvvetlerle atlı yaya seksen beş bin Alman topladığını, böylece toplam olarak kırk bini atlı, seksen bini yaya yüz yirmi bin gâvur askeriyle yakın yere geldiklerini, İslâm askeri üzerine de henüz Viyana önünde, metrislerdeyken hücum etmeyi plânladıklarını söyledi.
Bu haber üzerine derhal Raab ve Rabnitz üzerindeki köprüleri korumakla görevlendirilerek Yanık Kalesi önünde bırakılmış bulunan Budun Beylerbeyi Vezir Koca Arnavut İbrahim Paşa ya ferman yazılıp Ulak Çelebi ile gönderildi. Yerine Silistre Beylerbeyi Mytilenli Vezir Mustafa Paşayı vekil bırakıp, kendi kapısı ve vilâyet-i askeri ile orda bulunan yeniçerileri, cebecileri, Orduyu Hümayun süvarilerinden dört bölüğü yanına alıp orduya katılmak üzere gelmesi bildirildi.
12 Eylülde Yaşananlardan
Orduyu Hümayunda bulunan her ne varsa geride bırakılıp hepsi melun gâvurun eline geçti. Mel’ûnlar ise, iki kola ayrılıp bir kısmı Tuna kıyısından ilerleyerek kaleye vardı. Metrislere saldırdı. Öteki kısmı ise Orduyu Hümayun çadırlarına girdi.” Hâlâ metrislerde durmakta olan zavallı Müslümanlar ya öldürüldü ya da tutsak edildi. Metrislerdeki savaş sırasında top, tüfek, humbara ya da taş atışından yaralanmış, saf dışı olmuş, dermansız düşmüş ya da kolunu bacağını kaybetmiş bulunan on bin kadar askerin hepsi kılıçtan geçirildi. Gâvurlar orda buldukları kendi milletinden birkaç bin tutsağı zincirlerinden kurtardılar. Ele geçirdikleri zenginlikleri bir bir anlatmağa insanın gücü yetmez. Bu yüzden zaten İslâm savaşçılarını kovalamayı, akıl edemediler. Yoksa durum çok daha kötü olabilirdi.
Allah bizleri felâketlerden korusun! Bu başımıza gelen devletin kuruluşundan beri bir benzeri görülmemiş bir yenilgi ve bozgundu.
Birkaç gün önce otlağa girmiş bulunan davar çobanlarıyla deve sürücüleri, yanlarında binlerce hayvan olduğu halde her şeyden habersiz Viyana önüne çıkageldiler. Gâvurlar hiç bir çaba harcamadan hepsini ele geçirip adamları tutsak aldılar.
14 Eylülde Yaşananlardan Bir Parça
Yanık önlerinde bir porsiyon sade yağ elli paraya, bir okka kuyruk yağı elli paraya ve bir ölçek pirinç beş kuruşa fırladığı halde, yine de hiç biri bulunmaz oldu. Ancak Budun’dan hayli miktar erzak geldi de, bir parça ferahlık oldu.
Bu sırada, daha önce boyun eğmiş bulunan kalelerle palankalar halkının başkaldırıp muhafız birliklerini kovdukları haberi geldi.
Zrinyi ile Batthyânyi, Viyana önünde ordugâha gelmişler, Sadrazama bağlılıklarını bildirmişler, sonra da bir hayli erzak göndermişlerdi. Bu arada muhafız kıtası olarak serhat, askerinden dört beş bin müslümanı yanlarına almışlardı. Bu defa bu askerlerin hepsini öldürdükleri haberi geldi.
Müslümanlar gâvur ülkesinde, özellikle de Viyana varoşunda ele geçirdikleri şarabı gördüklerinde, hiç içmemiş olanları dahi işrete düşüp, çeşit çeşit rezillikler ve akla gelmedik edebsizlikler yapmaya başladılar. Kuşatma; mübarek Recep, Şaban ve Ramazan aylarına rastladığı halde fuhuşu ve oğlancılığı bırakmadılar. Şarap içerek öyle mest oldular ki, Cenabı Hakkın nimetlerine şükretmeyi unuttular. Böylece de Allah’ın gazabını üzerlerine çektiler.
Bir başka kötü tedbir de kendini çok üstün görerek, o zamana kadar tutuklu bulunan Alman büyükelçisini koy vermekti. Adam, kendi tarafına varınca, İslâm askerinin bütün aksak yanlarını anlattığı gibi, ilk hücumda bozulup kaçacak durumda olduklarını da haber verdi. Bunun üzerinedir ki, dinsizlerin Kayzeri yüreklendi. Dört bir yana mektup yollayıp Hristiyan beylerinden yardım diledi. O sayede de bu kadar güçlü bir orduyu İslâm askerine karşı çıkarmayı başardı.
0 notes
tarihiyada-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatma Sonrasında Yaşananlar
İki Tutsağın Başının Kesilmesi
GÜNEŞ doğarken sadrazamın bütün maiyeti tepeden tırnağa silahlanmış bir halde davul ve sancakla birlikte cellat çadırının önünde toplandılar. Savaşa hazır durumda beklediler. Tımarlı müteferrikalarla çavuşlar bütün silâhlarım kuşanarak hazine çadırı önünde nöbete geçtiler.
Bu arada Maraş Beylerbeyi Ömer Paşa’dan, gâvurların çekildiği yolunda bir haber geldi. Bunun üzerine bir iki saat daha beklendi; fakat düşmandan hiç bir eser görünmeyince, her ihtimale karşı hazır bulunmak şartıyla herkesin çadırlarına çekilebileceği emri verildi.
Macarlardan arabalarla çok miktarda erzak gelip Cellat Çadırı önünde İslâm askeri için satılığa çıkarıldı. Tarsus Sancakbeyi Receb Ağa tutsak alınmış iki Hristiyan askeri getirdi. Sorguya çekildikten sonra kafaları kesildi. Atlı Beyin oğlu tarafından genç bir tutsak gönderildi. Hemen cellata teslim edildi.’
Bu arada din düşmanlarının öncüleri, Kara Mehmed Paşa’nm bulunduğu kıyı boyundan ve manastır yolundan ilerleyerek İslâm cephesinde kavgaya susamış gazilerin üzerine aç kurtlar gibi saldırmışlar. Onlar da iki üç yüz kadar gâvurun büyük bir kısmını tepeleyip iki kelle almışlar.
Sadrazam, Kara Mehmed Paşa’nın haberini alıp Allahsız gâvurların İslâm askeri üzerine kudurmuş domuzlar gibi saldırmış olduğunu öğrenince, kendisinin bütün maiyeti ve hizmetkârları derhal silahlanıp savaş düzenine sokuldu. Ayni anda yeniçeri ağası da huzura çağrılıp kendisine yaya kapıkulu yeniçerileriyle savaş alanında topların önüne siper hazırlaması buyruğu verildi. Yeniçeri Ağası derhal bu emri uygulamaya koştu. Arkasından Sadrazamın Kethüdası Gürcü Ali Ağa savaşa hazır kılınmış maiyet birlikleriyle söz konusu yere gitmek üzere hareket etti. Yenilmez devletlû Sadrazam otağında kalıp yanında kalanlara her an dikkatli ve uyanık olmalarını buyurdu.
Daha sonra savaş bölgesinden bir kelle ile iki tutsak getirdiler. Her iki tutsağın da başı uçurulup zavallı vücutları zaman defterinden silindi.
Bu arada kale duvarının altına konmak üzere hazırlanan lağım deliğinin dört arşın kadar kazıldığı ve çok yakında barut koyulması kararlaştırılan noktaya varılacağı haberi geldi.
13 Eylül Pazartesi
Sadrazam bugün yukarda sözü edilen yerden yola çıktı. Öğleden az; önce üzerine yaya köprüsü kurulmuş bir ırmaktan geçti ve bir çayırlıkta mola verdi. İkindiden önce buradan da yola çıkıp akşam ezanında C56) adlı bir yerde geceyi geçirmek üzere konakladı.
İslam Ordusunun Utançlığı
Sadrazam ertesi sabah buradan da yola çıkıp öğleden Önce Raab ve Rabnitz suları üzerindeki köprüleri geçti. Öğleye doğru Raab ovasına varıp Silistre Beylerbeyi Myliteni i Mustafa Paşa’nın çadır önünde atından indi. Mustafa Paşa ile Erdel Kıralı Apâfy Mihâly, Sadrazamı köprübaşında karşılamışlardı.
Budun Beylerbeyi Vezir Koca Arnavut İbrahim Paşa’nın savaş meydanında herkesten önce bozulmakla kalmayıp, üstelik Yanık’a da bir gün önce geldiği haberi Sadrazamın kulağına gidince, aralarındaki eski bir hesabı görmenin tam zamanı olduğu kanısına vardı.
Korku verecek bir İbret olsun diye İbrahim Paşa’nın idamına karar verdi. Daha önce Yanık’tan Viyana ya gelmesi buyruğunu İbrahim Paşa’ya götürmüş olan Ulak Çelebi Ahmed Ağa kendisine gönderilip Sadrazamın huzuruna davet edildi. İbrahim Pasa hasta olduğu ve gelecek durumda bulunmadığı için “Sadrazamın fermanları neyse bildirsinler” şeklinde karşılık yolladı. Bunun üzerine, Sadrazam büyük bir Öfkeye kopildi ve cezasını hiç geciktirmeden derhal vermek İstedi. Aynı ulağı bir daha gönderip “Hastaysa bir arabaya binip gelsin, görüşülecek çok önemli bir mesele vardır” diye buyruk yolladı.
Bu sefer İbrahim Paşa, Allahın dediği olur, diyerek atına bindi. Sadrazamın otağı önünde büyük bir ölüm korkusu içinde atından indi. Sonbahar rüzgârına tutulmuş sarı yapraklar gibi titreyerek Sadrazamın huzuruna girdi ve eteğini öptü. Sadrazam terbiye gereği verilmesi töre olmuş hiç bir karşılık vermediği gibi, hatır saymayı belirtecek en küçük bir davranışta da bulunmadı.
Öfkeden köpürmüş bir halde paşanın üstüne yürüyüp çok ağır şekilde azarladı:               “Behey Allahsız Koca mel’ûn!” diye bağırdı. “Bunca zamandır seni Padişahımızın öbür vezirleri yanında yüceltip, gayretli ve sadık bir kul olduğunu söyleyip durdum. Senden ne zaman bir mektup gelse, içinde hep Viyana kalesi kolayca alınır, çok küçük bir garnizonu vardır, buraya bir sefer açmak çok yerinde ve çok yararlı olur sözleri bulunurdu. Şimdi ise, sen, savaş meydanında gâvura karşı hiç bir direnme göstermedin, herkesten önce kaçmağa koyuldun ve böylece İslâm ordusunun toptan bozulmasına sebep oldun. Ondan sonra da ölümü hak ettirecek böyle bir suç işlediğini aklına bile getirmeden, kendi kendini öncü kuvvetleri tayin edip Sancak’ı Şerifi bey ordunun kumandanını da yüz üstü bıraktın ve buraya koşup geldin. Büyük yararlıklar yapmış gibi de çadırına yan gelip yattın!”
Bu azarlara karşı İbrahim Paşa, hiç bir şey ifade etmeyen birkaç özür ileri sürdü; fakat bunlar bir işe yaramadı. Çavuşbaşı’na teslim edildi. Aynı saatte kendisine öteki dünyanın yolu hazırlanıp, bir daha açılmamak üzere hayat defteri kapatıldı. (Allah rahmetini en bol şekilde ona da nasip etsin!) Budun vilâyeti, Diyarbekir Beylerbeyi Kara Mehmed Paşaya verildi. Kendisine kürklü hilat giydirildi. Diyarbekir vilâyeti de kısa bir süre önce Kahire Beylerbeyliğinden azledilmiş bulunan eski bostancı başı Vezir Boşnak Osman Paşa’ya verildi. Gerekli ferman gönderildi. İdam edilen paşanın bütün eşyasına, develeri ve diğer hayvanlarıyla, ona ait olup da ordugâhta bulunan nesi varsa hepsine el konuldu. Devlet hazinesine gelir kaydedildi. Aynı gün saray müteferrikalarından Padişahın davar emini İbrahim Ağa, idam edilenin haznedar ve kethüdasıyla birlikte, Budun ‘da bulunan bütün mallarına el konulması için posta atıyla gönderildi.
İslâm ordusunun diğer savaşçıları da bitkin, şaşkın, yoksul ve utanç içinde ordugâha geldiler. Çoğunun çadırı yoktu. Çırılçıplak bir halde açıkta konakladılar.
Yüreğinde bir avrat kadar bile cesaret bulunmayan şu Tatar Hanı denilen kancık, bir gün önce buraya gelmiş ve Yanık önünde konaklamış. Onun yaptığı şekilde bir döneklik şimdiye kadar hiç bir Tatar hanında görülmemişti.
0 notes
tarihiyada-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Yaradılış - Kâinatın Yaradılışı (Cosmogonie)
Türk Kozmogonisinde, dünya denilen âlemin türeyişi üzerinde daha etraflı durulmaktadır. Gökler ve gökler âlemi içinde güneş, ay, yıldızlar gibi tanrısal kudretlerin de yaradılışlarına çeşitli olaylar gösterilmekte, ayrı açılardan bakılmaktadır.
Bu büyük âlemlerin yaradılışları üzerindeki bir Sümer efsanesine bakılınca; (APS-su) denilen tatlı su ile (Tiamat) adında tuzlu suyu temsil eden dişi bir devden gökler ile yerler meydana geldiği, bundan sonra gök tanrısı Anu, hava tanrısı Enlil, deniz tanrısı Ea. (Enki) nin yaratıldığı, bu üç tanrının da güneşi, ayı, yıldızları yarattığı görülür.
Bir efsaneye göre de; Kara Han (Kayra Han) suları, dünyayı, insanı yarattıktan sonra on yedi kat göğü yaratmıştır.
Aslı Sümer’lerden gelen (Enüma Elis) destanında görüldüğüne ve Keldanlı’ların bir açıklamasına göre, büyük tanrı Marduk, Tiamat’ı tutturdu. Vücudunu ikiye bölerek bir parçasını yukarı attı, bundan gökler, bir parçasını da aşağıya attı, bundan da yerler meydana geldi. Genel olarak, Türelerin yaradılış efsaneleri, yabancıların kozmogonileri ile de karıştırılmış görülmektedir.
Birkaç Yaradılış Efsânesi I
Aşağıdaki efsane ye göre sudan başka dünya üzerinde bir şey göze çarpmazken büyük tanrı Kara Han önce inşam yaratmıştır. önceleri yalnız büyük tanrı Kara Han vardır. Kara Han’ın karşısında sudan başka bir şey yoktur. Kara Han ilk insanı yarattı, ama bu insan hiyleci ve haindi. Sular üzerinde uçmaya başladı. Sonra Kara Han onun yaşaması için suların dibinden bir yıldız çıkardı, insana yıldızdan bir avuç toprak almasını, bunu suyun üzerine serpmesini bildirdi. İnsan yıldızdan bir avuç toprak aldı. Bir avuç ta gizlice kendisi için ayırdı, ağzına sakladı.
Kara Han’ın emri ile insan toprağı suyun üzerine serpti. Bu toprak büyüyerek ada oldu, öbür taraftan insanın ağzındaki toprak ta büyümeye, ağzına sığmamaya başladı. Ağzı parçalanacaktı. Kara Han bunu sezdi, ona: (Tükür!) dedi. O da tükürdü. Bundan da dağlar meydana geldi. Kara Han bu adaya bir çam dikti. Bu çamın dokuz dalı vardı.
Bundan sonra Kara Han bunları kendi haline bıraktı. Yukarda onvyedi kat göğü yarattı. On yedinci katta kendisi, on altıncı katta oğlu Ülgen oturdu. Yer altında yarattığı âlemde de Öbür oğlu Erlik’i oturttu. Şu Altay efsanesinde de; yine büyük tanrı ile sular vardır. Bunda da sudan başka, her şeyden önce bir beyaz kuğu kuşu görülür. Kuğunun, gagası ile suların altından çıkardığı toprak suların üzerine serpildi, karalar meydana geldi:
İkinci Efsane
Çnceleri yalnız büyük tanrı ile bir de su vardı. Tanrı suya bir beyaz kuğu kuşu gönderdi, bir ağız dolusu toprak getirmesini söyledi. Kuğu kuşu suya daldı, dibe indi. Oradan toprak aldı. Kuğu, suyun üzerine çıkınca toprağı üfledi. Bunlar toz halinde sulara düştü. Bu tozlar b��yüyerek yayıldı. Topraklar meydana geldi. Bu topraklar düz bir alan halinde idi. Tanrı bu defa ikinci bir kuğu kuşu gönderdi. O da toprağı gagaladı. Bundan da dağlar, yükseklik ve derinlikler oldu. Bu arazi üzerinde bir bitki yoktu. Bu hal şeytanın hoşuna gitmedi. Şeytan da bataklıklarla ormanı yarattı. aşağıdaki efsânede de, tatlı ve tuzlu su her tarafı kaplamıştır: Tatlı su (Ap-su) adını almış, Tuzlu su da (Tiamat) adında bir dişi
dev olarak şahıslandırılmıştır. Tiamat, sonra erkek bir dev olan (Kingo) ile evlendi. Bundan sonra türemeler ve mücadeleler devam etti.
Üçüncü Efsâne
Tiamat, adındaki devin Kingo adında ikinci kocası vardı. Onlardan hatsiz hesapsız ifritler, cinler türedi. İyilik sever  Ap-su tanrıları da çoğaldıkça, âlemleri genişledi. Tiamat’ın âlemi de daraldı. Kendi mülkünün bu gidişle tükenmemesine çare olmak üzere, Tiamat, Ap-su’larla savaşa kalktı. Kocasını kumandan yaparak bütün ifritleri ona verdi. Ap-su tanrılarından Anşhar ile Ea bunlara yenilerek kaçtılar. Daha çok Keldan’lılar tarafından tertiplenerek (Emüna Elis) destanı denilen efsaneye göre, bütün tanrılar Ea’nın oğlu Maduk’u baş seçtiler’. O da fırtınaları, Rüzgârları, yıldızlar gibi kuvvetlerini kendisine asker edindi. Sonra bir de ağ hazırlattı, Tiamat’ı o ağın içine düşürdü, yaraladı. Bütün tanrılar huzurunda vücudunu ikiye ayırarak bir parçasını yukarı fırlattı ki bundan gökler, öbürünü de aşağıya fırlattı, bundan da yerler yaradıydı ve bu âlem böylece meydana geldi .
Şu efsanede de kozmik âlemden önce Ap-su ile Tiamat’tan Mummu denilen hüviyetsiz ve acaip bir kudret türedi. Bundan biri dişi, biri de erkek iki büyük yılan doğdu. Bu yılanların evlenmesiyle gökler, yerler meydana geldi.
Dördüncü Efsane
Kozmik âlemden önce Mummu meydana geldi. Ondan da Lakhamu adında bir erkek ve lakhamu adında bir dişi yılan peydâ oldu. Bu yılanlardan Anşhar adındaki gök ile Kishar adındaki yer meydana geldi. Budist Uygur’lara göre dünyanın yaradılışı şöyledir:
Beşinci Efsane
Düğün sofrasında toplanıldığı zaman (Yu dadşob Dero) adı verilen bir duada şöyle denilmektedir: (Dünya nasıl yaratıldı.
— Dört tarafta dört gök sütunu yaratıldı.
Birinci olarak (Rendulk) sütunu yaratıldı. İkinci olarak (Nö-dulk) sütunu yaratıldı. Üçüncü olarak (Cün Cölk) sütunu yaratılınca, yeter, dördüncü olarak (Döndulk) sütunu yaratıldı.
Bu efsânelerin birincisinde ilk varlık olarak sulardan sonra insan, İkincisinde kuğu kuşu, üçüncüsunde de su âlemini temsil eden Ap-su ile Tiamat’dan sonra devler, ifritler, cinler görülür. Dördüncüde sulardan bahsedilmez, beşinci efsane ise yalnız dünyanın yaradılışı gösterilmektedir. Yakın doğudan gelen bir efsanede de yine su temel yeri almaktadır.
2 notes · View notes
tarihiyada-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatmasında Temmuz’dan Ağustosa Geçiş
Sadrazam öğleden önce Vezir Ahmet Paşa kolunu ziyaret etti. Burada yarım saat kaldıktan sonra Yeniçeri Ağasının tabyasına gitti. Orda bulunduğu sırada Haznedar Ali Ağa da geldi. Sadrazamın yanında bir süre dinlendi. Birlikte serdengeçtilerin ileriye alınmış metrislerine giderek buradan kaleyi seyrettiler. Ancak Sadrazam haznedarla birlikte geri dönmedi. Kendisi için yeni kurulan tabyanın yapım çalışmalarını gözden geçirip eski savaş mahallinde kaldı. Sadece bir tek tabyaca ustası olduğundan Sadrazam dokuz kişiye küçük timarlar vererek onları tabyaca ustası tayin etti.
Metrisler her gün bir parça öne alındığından Yeniçeri Ağası için de yeni bir tabya yaptırıldı. Bu kola verilmiş bulunan beş Kolombrine topuyla yirmi beş Sahi topu ön hatlara çekilip ateşe hazır duruma getirildi.
İkindi namazından sonra sağ kanattaki Kara Mehmed Paşa kolunda bir lağım patlatıldı. Bir hayli gâvuru yok ettiyse de istenilen etkiyi pek yapamadı.
Güneş batmazdan az önce Tököly’den bir ulak geldi. Güneş batımından sonra gâvurlar, Kara Mehmed Paşa kolunda bir püskürme lağım patlattılar. Ama Allahın lütfu sayesinde kimseye bir zarar vermedi.
31 Temmuz Cumartesi
Bugün Haznedar Ali Ağa, Padişahın yanına dönmek üzere erkenden yola çıktı. Yanık’a kadar yanına Aydın Sancak Beyi Şeyhoğlu Ahmed Paşa ile Sadrazamın Delilerinden bir birlik verildi. Aynı zamanda Sadrazamın ağalarından Ömer Bey, Belgrad’a gönderildi. Yeğen Hüseyin Bey Te Telhisi İsmail Ağa’ya Haznedarın kafilesini mehterhaneyle uğurlamak görevi verildi. Sultan Süleyman otağının kurulduğu yerde yemek molası verildi. Telhisi İsmail Ağa ordugâha dönerken yola çıkan Ali Ağa’yla birlikte bir süre daha gidilip alayla uğurlandı.
Perşembe günü Tököly’den gelmiş bulunan Hırvat, bugün Tatar hanının oğlu Alp Giray komutasında on bin tatar askerinden meydana gelen bir takviye kuvvetinin Tököly’ye verildiği fermanını aldı; kendisine ayrıca iki adet hilat verildi.
Sipahi ve silahtar birliklerinden kendilerini, serilen geçti olarak yazdırmış bulunan bin askerin adı Sadrazamın huzurunda okundu ve künyeleri kütüğe geçirildi. Sipahiler altı bölüğe ayrıldı. Silahtarların adlarının okunması bugün yapılmayıp, ertesi güne ertelendi.
Akşam üzeri gâvurlar Kara Mehmed Paşa kolunda bir lağım patlattılar. Ancak Allahın inayetiyle, İslâm ordusuna hiç bir zarar vermedi. Aksine geri tepip bir hayli gâvuru cehennemin gayya kuyusuna gönderdi. Yeniçeri Ağası, Sadrazama bir ulakla haber gönderip metrislerde bir sancağın dahi zarar görmediğini bildirdi. Bu güzel haberden dolayı Sadrazam, ulağı çil çil altınla mükâfatlandırdı.
Yatsı namazı vakti Rumeli kolundan şarampollere karşı hücuma geçildi. Allahın yardımıyla hücum edenler ilerleyip şarampole bitişik hatta kadar olan kısmı ele geçirerek burada metrislendiler.
Geceleyin Tuna tarafındaki hristiyan ordusundan dokuz gâvur geldi. Sadrazamın huzurunda “Biz kendi arzumuzla kaçıp size hizmet etmek için geldik!” dediler. Merhamet sahibi Sadrazam lütûf ve kerem göstererek adamların Delibaşının emrine verilmesini buyurdular.
Yeni bataryalara yerleştirilmiş bulunan toplardan ikisine gâvurun güllesi değdi ve kundakları paramparça oldu.
Geceleyin şarampoller alınıncaya kadar bombalar ve taşlarla beş saat süreyle tasvir olunmaz bir savaş yapıldı.
1 Ağustos Pazar
Bugün Hanın oğlu Alp Giray Sultan rüzgâr gibi at koşturan on bin tatar ve Tökeli’nin maiyet adamlarıyla birlikte Pressburg’a gitmek üzere yola çıktı.
Râkoczy’den gelen ulaklar mektup getirdiler. Kendilerine Sadrazamın huzurunda hilat giydirildi. Öğleden sonra silahtar serdengeçtileri altı bölüğe ayrıldılar. Hepsi bin kişi kadardı. Sadrazamın huzurunda teker teker adları okundu. Düşman bugün çok şahane güllelerle atışa başladı. Öyle ki, rastladığı yeri süpürüyordu.
Yakalanan bir gâvur getirildi. Sadrazamın huzurunda sorguya çekildikten sonra öldürülmedi. Düşman ordusundan kaçtığı ve tavlacı askerler tarafından yakalandığı anlaşıldı.
1 note · View note
tarihiyada-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatması Günlüğünden Ağustos Ayının Son Günleri
Tatar Hanından bir ulak gelip, geçen gün şehit düşen Hüseyin Paşa’yta birlikte yukarı taraflara gitmiş olan serhad askerinin Pressburg yakınlarına sağ salim vardığını ve orda Tököly’ye katıldığını bildirdi. Ayrıca Tatar Hanının bölgesinde ele geçirilmiş bir tutsak da getirdi. Tutsak sorguya çekilip serçeşmeye teslim edildi.
Öğleden sonra yağmur boşandı. Metrisleri ve dışardaki araziyi çamura buladı. İkindiden az önce dindi.
İkindi vakti Rumeli kolunda bir püskürtme lağım patlatıldı. Sarsıntısının etkisiyle tabyanın uç tarafı yıkıldı. Zaten bu tabyadan pek az bir şey kalmış, her tarafı defalarca hırpalanmış bulunuyordu. Bu lağım da patlatılınca serdengeçtiler hücuma geçerek gâvurların büyük bir kısmını tepelediler. Bir yığın kelle getirip bahşiş aldılar.
Gâvurlar bu gece de yüksek kiliseden yüz tane fişek attılar. Böyle yapmalarının kendi sıkıntı ve bunaltılarını göstermekten başka bir anlamı olamaz. Yerin göğün hâkimi Yüce Allah, bu gâvurların vücudunu yeryüzünden toptan kaldırsın!
Kethüda Ahmed Paşa Sadrazamın eteğini öptü ve Macar Kiralına gitmek iznini aldı. Ali Paşa, Uyvar’a gitmek buyruğunu aldı.
Mohaç Sancağı Vanlı Mehmed Paşa’nın oğluna verildi. Kendisine yüksek dereceden hilat giydirildi.
29 Ağustos Pazar
METRİSLER bugün kuruyup temizlenmiş olduğundan Sadrazam tabyasına gitti ve sonra da Vezir Ah-med Paşa’nın tabyasına geldi. Ayrıca bu kolun sıçan yollarını da gözden geçirdi. Serdengeçtilere hediyeler dağıttı. Sonra kendi tabyasına dönüp bir süre burda dinlendi. Tekrar dışarı çıkıp ön saflarda bulunan tabyasına gitti.
Öğleye doğru yeniçeri ağası kolunda bir püskürme lağım patlatıldı, şarampolü çökertti. Tatarlar iki tutsak getirdiler. Sorguya çekildikten sonra serçeşmeye teslim edildi.
30 Ağustos Pazartesi
Eeğri Beylerbeyi Ahmed Paşa, Macar Kiralına gitmek üzere yola çıktı. İkindi üzeri Rumeli kolundaki tabyada bir püskürme lağım patlatıldı. Hayli gâvuru yok etti. İki kelle getirildi.
Açık arazide yakalanmış bir tutsak getirdiler. Sorguya çekildikten sonra serçeşmeye teslim edildi. Ve cellat tarafından da kafası uçuruldu. Geceleyin Rumeli kolunda gâvurların bir lağımı keşfedildi. Lağımın içinde çalışan mel’ûnlar humbara bombasıyla yok edildiler.
Yatsı namazı vakti, gâvurlar, Rumeli kolundaki serdengeçtilerln üzerine saldırdılar. Fakat yiğit ser-dengeçtiler bunlara karşı koydular ve domuzlar gibi çıktıkları deliklerine tekrar çekilmek zorunda bıraktılar.
  Melunlar güneş batımından yatsıya kadar otuz-bumbara bombası attılar. Allahın esirgemesi sayesinde önemli hiç bir zarar olmadı.
31 Ağustos Salı
ÖĞLEDEN önce ilâh! gazabın yıldırımı tabya ardında gâvurların humbaralar üzerine düştü. Humbaralar birbirlerini ateşleyerek öyle gümbürtülerle patladılar ki, daha hiç bir lağımın patlaması toprağı böyle-sine sarsmam işti. Buranın yakınlarında bulunan sayısız gâvur dört bir yana savruldu ve mel’unlar büyük kayıplara uğradılar.
Yine öğleden önce Padişah Hazretlerinin bostancısı Boşnak Mustafa Ağa gelip bir hattı hümayun getirdi. Bu hattı hümayunda dileği üzerine Ağaya Beçuy sancağının verilmiş olduğu yazılıydı. Bu bakımdan kendisine Sadrazamın huzurunda yüksek dereceden bir hilat giydirildi. Adı geçenin dilekçesine Padişahımız mübarek elleriyle turasını basmış, doğruluğunu belirten bir derkenarla tarih yazmak lütfunda bulunmuşlardı. Her şeye sahip olan Allah, ona uzun ömürler versin, kimselerin ulaşamayacağı yaşlara eriştirsin! Amin! Orduyu hümayunun erzak sıkıntısını gidermek için ûdenburg palankası halkına bir mektup gönderildi. Bize bağlı olan Macarlar, var olsunlar! Kendilerinden bir şey istenilenlerin hepsi, istenilen erzakı derhal sağlayıp gönderdiler. Bu erzak, cellat çadırı önünde her zamanki pazar fiyatından satıldı.
Bugün ordugâhta bir okka unu fiyatı on iki – on üç paraya, otuz dirhem ekmeğin bir akçaya, bir ölçek arpanın iki kuruşa çıktı. Bunlar da kolay ele geçmediği gibi, hiç bir zaman yetecek miktarda da bulunmuyordu. Artık yakın yerlerde hayvan yemi bulunmaz olduğundan, kuru ot almak için iki üç günlük yollara gitmek zorunda kalınıyordu.
1 note · View note
tarihiyada-blog · 9 years ago
Text
Viyana Kuşatması Günlüğünün Arka Yüzü
Eğri Beylerbeyi Abaza Kör Hüseyin Paşa almış olduğu buyruk uyarınca, yanına verilmiş altı bin İslâm gazisiyle Yanık önünde orduyu hümayundan ayrılıp Orta Macar Kıralı Tököly İmre’ye gitmek üzere yola çıktı. Tuna’yı Gran köprüsünden geçip Ciğerde-len palankasına vardı. Burada üç gün dinlendi. Dördüncü gün yola çıkıp iki gün sonra Uyvar kalesi önüne vardı. Burada Tököly İmre’nin on bin Macar askeriyle Leva kalesi önünde olduğunu öğrenince, ertesi gün tekrar yola çıkıp 29 Temmuzda ikindi üzeri Leva kalesi önüne geldi. Tököly İmre ordusunun karşısında konakladı.
Ertesi gün savaş meclisi kuruldu ve Leva kalesi kumandanına bir elçi gönderilerek kalenin teslimi istendi. Kale silah zoruyla alınacak olursa, içindekilerin toptan kılıçtan geçirileceği bildirildi. Kale kumandanı ise şu haberi yolladı: “Viyana kalesi kimde ise biz ona bağlıyız. Teslim olmayı kabul ediyoruz, gelin kaleye asker koyun. Eğer Viyana fethedilirse, ne güzel. O zaman kale de bütün ülke de sizin olur. Allah mübarek etsin. Ancak bunun tersi olursa, o zaman da Kayzerimiz nasıl olsa sizin kaleye koyacağınız askeri yok eder.” Bu söz akla yakın görüldü ve tekrar yola devam edildi.
Aynı ayın 31 İnci günü asker Nitra kalesi önüne varıp orda konakladı. Nitra kumandanı da tıpkı Leva kumandanı gibi haber gönderdi. Böylece ordan da yola çıkıldı. Waag suyu üzerine köprü kurularak öte yaka ya geçildi ve Ağustosun 2sinde Sered kalesi önünde konaklandı.
Burası da öncekiler gibi cevap verdi Şimdiye kadar bütün kalelerin, palankaların, bölgede ki köy ve kasabaların halkı hep boyun eğmişti. Ancak Vİyana’ya bağlı olduklarını da bildirmişlerdi. Kalelerin, palankaların, köy ve kasabaların ileri gelenleri Komorn adasında Tököly İmre’ye elçilerini yollayıp bağlılıklarını belirttiler. “Bize mutlaka Türk muhafız kıtalar yollamalısın, ancak bu suretle kadınlarımızdan, çocuklarımızdan, mal ve erzakımızdan yana güven içinde oluruz” dediler. Fakat Hüseyin Paşa bunlara güvenmedi.
Burdan da kalkılıp Tırnova adlı büyük şehrin önüne varıldı ve hemen kıyısında konaklandı. Pressburg kalesine bağlı ne kadar köy varsa yakıldı. Fakat bu bölgenin köylüleri kaçıp Slovakya dağlarındaki sarp kalelere sığınınca, Tököly İmre yok edilmelerine razı olmadı. “Eğer Viyana kalesi müslümanlarm yenilmez avucuna düşerse, bu insanlar bizim uyruğumuza geçe’ çeklerdir. O zaman da bunlardan Padişah için yüklüce vergi almak mümkün olacaktır” dedi. Ama yine de bunlardan ele geçenleri kılıçtan kurtulamadılar.
Bu yerden de yola devam edilip 9 Ağustosta Pressburg kalesine dört saat uzaklıkta bir yerde konaklandı. Serasker Hüseyin Paşa, Abdullah Ağa’nın yanma serhat askerinden ve Tököly İmre Macarlarından bir miktar adam verip Pressburg kalesi kumandanına yolladı. Fakat Padişaha boyun eğme teklifine bu kumandan top, tüfek ve kılıçla karşılık verdi; üstelik askerini dışarı çıkarıp savaşa tutuştu. Cesur serhat askerleri bunlara göz açtırmayıp üzerlerine yüklendiler. Bir kısmını kırdılar. Geri kalanlar kaleye kaçıp oraya kapandılar.
Kalenin iki büyük varoşu ateşe verildi, evleri yağma edilip yıkıldı. Getirilen tutsaklar şunları söylediler: “Bir ordu kumandanı Viyana kalesinin karşısında bulunan Alman askerinden atlı yaya otuz bin kişilik tabur düzüp Pressburg kalesinin yakınlarına geldi ve orda konakladı. Kale kumandanı bu ordunun kumandanına ulak yollatıp şöyle şikâyet etti: Türk askeriyle Tököly İmre üzerimize geldi. Bizden kaleyi teslim etmemizi istiyorlar. Ne yapmamız gerekir? Şu anda Türklerin asıl ordusu Kayzerin başkenti Viyana kalesini kuşatmış bulunuyor. İçindekiler umutsuz ve çaresiz kalmışlardır.
Eğer Viyana silah zoruyla alınır ise, o zaman bizim de teslim olmamız mı gerekir? Gerekmezse imdadımıza yetişin. Ordunun kumandanı da şöyle karşılık verdi: Türk ve Macar askerinin gelip sizden kaleyi istediklerini işittik. Dayanın ve sakın kaleyi teslime kalkışmayın. Hemen imdadınıza koşacak durumdayız. İşte bu haber geldiği için size kaleyi vermedik.” Bunlar öğrenildikten sonra tutsaklar öldürüldü.
Hüseyin Paşa bu haberi alır almaz hemen hareket edip, Pressburg kalesinden iki saat uzaklıkta Tuna kıyısına geldi ve orda konakladı. Hemen arkasından da Tököly İmre’nin bir casusu gelip, gâvur ordusunun kalenin arkasına vardığını ve orda konakladığını bildirdi. Tököly’nin kendisi de Hüseyin Paşa’ya bir adam gönderip şöyle haber yolladı: “Gâvur güçlüdür, onlarla baş edemeyiz. Ben kendi askerime güvenemem.
Serasker Hüseyin Paşa ve Varat Beylerbeyi Moğrulzade Gürcü Mehmed Paşa ve alay beyleriyle serhat askerinin pirleri bir araya gelip şöyle karara vardılar: Bu şimdiye dek ne gâvur ordusuyla, ne de bir kaleyle savaşa tutuşmadık. Padişahımızın vekili, kaleyi ve gâvur ordusunu daha görmeden savaşmadan niçin geri döndünüz diye sorarsa, kendimizi haklı çıkaramayız, başımızdan korkarız. Zira böyle bir durumda bizim boynumuzu vurdurtur. Savaşmadan geri dönmemiz İmkânsızdır.”
Tököly imre tekrar haber yollattı: “Ben bu Hristiyan ordusuna karşı çıkamam, çünkü benim askerim onların din kardeşidir. Savaşa girişilirse o tarafa geçecekler, bize dönüp savaşacaklardır. Siz ise, sayıca çok azsınız. Hepimizi yere sererler. İşte düşman, işte siz! Onlara karşı koyabilirseniz, buyurun çıkın!”
Kırat böyle deyip askerini alarak geri çekilmeye başladı. Böyle bir davranış bu gâvurun Sadrazamın huzurunda söylediği lafların ve ettiği gevezeliklerin tam tersiydi. Bu şekilde ihanetine daha sonra çok daha acı biçimde pişman olacağını şimdiden göstermiş oluyordu.
2 notes · View notes
tarihiyada-blog · 9 years ago
Text
Arion, Aristaios, Aurora ile Tithonos ve Biton ile Kleobis
Arion’un İsa’dan önce 700 yıllarında yaşamış bir şair olduğu da ileri sürülür. İster yaşamış, ister yaşamamış olsun, Arion’un ölümden kurtuluşu mitologyada eşine rastlanan öykülere benzer.
Arion bir musiki yarışmasına katılmak üzere Korinthos’dan Sicilya’ya gitmişti. Çalgı çalmadaki ustalığını gösterdi yarışmada ortaya konan ödülü kazandı. Korinthos’a dönerken gemideki denizciler onu öldürmek istediler. Onların bu tasarısı Arion’un düşüne girmişti. Olacakları tanrı Apollon kendisine bildirmiş, kurtulmak için bir yol göstermişti. Gemiciler kendisine saldırdıkları zaman, ölmeden önce çalgı çalıp bir şarkı söylemek isteğini kabul ettiler. Şarkısının sonunda denize atladı Arion, çalgının sesiyle oraya gelmiş olan yunus balıklarına binerek karaya çıktı.
Aristaios
Tanrı Apollon ile su nymphesi Kyrene’nin oğlu olan Aristaios arıcıydı. Bütün anları ölüverdi bir gün; Aristaios da, arılanm yeniden diriltmesi için annesine başvurdu. Annesi, “Deniz tanrılarından Proteus’a gidersin,” dedi, “akıllı biridir Proteus. Arılarına kavuşmanın yolunu öğretir sana. Ama daha önce onu yakalayıp sımsıkı bağlamaksın. Menelaos. Troia’dan dönerken tanrıyla boğuşup bağlamıştı onu. Yolda başına gelecekleri ondan öğrenmişti. Şunu unutma, Proteus’u bağlamak kolay değildir. Durmadan kılık değiştirir deniz tanrısı.”
Aristaios, annesinin sözünü dinliyerek Pharos adasına gitti. Orada sımsıkı yakaladı Proteus’u. Proteus durmadan kılık değiştirdi, ama sonunda yorulup kendini Aristaios’un ellerine bıraktı. Aristaios, “Arılarıma nasıl kavuşabilirim?” diye sordu.
Proteus. “Birkaç hayvan kurban et tanrılara,” dedi. “Hayvanların ölülerini dokuz gün kesildikleri yerde bırak. Dokuzuncu günün sonunda git bak, ne göreceksin.”
Aristaios, Proteus’un dediğini yaptı. Dokuzuncu günün sonunda, hayvanların kesildiği yere gitti. Binlerce arı buldu orada. Bu olaydan sonra arıları bir daha ölmedi.
Aurora ile Tithonos
Aurora ile Tithonos’un öykülerine tliada’da değinilir: Tartanlarla, ölümlüleri ışığa kavuşturmak için Gül parmaklı tanrıça, Şafak, kalkıyor Soylu Tithonoa’la yattığı yataktan.
Şafak tanrıçası Aurora. Tithonos’un karısı, Habeş kıralı Memnon’un da annesiydi. Oğlu Memnon, Troia savaşında öldürülmüştü. Tithonos’a gelince, zavallı adamcağızın başına olmadık şeyler gelmişti. Aurora, bir ölümlü olan kocasının ölümsüzlüğe kavuşturulmasını istemişti Zeus’tan. Tanrılar tanrısı onun bu dileğini yerine getirerek, kocasına ölümsüzlük vermişti. Ama Şafak tanrıçası, ölümsüzlükle birlikte gençlik de istemeyi unuttuğu için Tithonos günden güne kocamış, zayıflamış, halsiz düşmüştü. Buna dayanamayan adamcağız, öldürülmesini istedi tanrılardan. Ama ölümsüz olmuştu bir kere, artık ölemezdi. Durmadan yaşlanıp öylece yaşayacaktı.
Kocasına acıyan Aurora, bir odaya kapadı onu. Tithonos orada sabahtan akşama kadar kendi kendine konuşarak yaşardı gitti. Bazı yazarlara bakılırsa, Tithonos gittikçe küçülmüş. Aurora da onu cırcır böceği haline getirivermiştir.
Biton ile Kleobis
Biton ile Kleobis, Hera’nın rahibelerinden Kydippe’nin oğullarıydı. Bir gün Kydippe, ünlü yontucu yaşlı Polyklitos’-un yapıp Argos’a diktiği Hera heykelini görmek istedi. Çok uzaktaydı Argos, oraya gidilse ancak arabayla gidilebilirdi. Araba vardı; ama ne at ne de öküz bulabildiler. Biton ile Kleobis, annelerine, “Biz götürürüz seni,” diyerek kendilerini arabaya koştular.
O tozda, toprakta, o kavurucu sıcakta Argos’a kadar çektiler arabacı. Hera’nın heykelinin yanma vardıkları zaman ikisi de yorgunluktan bitmişti. Anneleri inip tanrıçanın heykeli önünde diz çöktü. “Hera” dedi, “ne olursun, oğullarıma en iyi armağanını bağışla.”
Kydippe’rtin yakarması biter bitmez Biton ile Kleobis yere yığılı verdiler. Gören uykuda sanırdı onları; gülümsüyorlardı. Eğilip baktılar: ikisi de ölmüştü.
0 notes
tarihiyada-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
İlk Kahraman Tanrılardan Europa
Zeus’la sevişmesi yüzünden adı coğrafyaya geçen tek kadın Io değildir; Europa’nın ünü daha da yaygındır. Io’nun yıllarca, acı çekmesine karşılık Europa, bir boğa sırtında denizler aşıvermenin yarattığı birkaç saniyelik şaşkınlık ve korku bir yana bırakılırsa, hiç üzülmemiştir denebilir. Europa’nın Zeus’la seviştiği sıralarda Hera nerelerdeydi, bilinmiyor. Bilinen bir şey yar: Tanrılar tanrısı, gamsız tasasız, gönlü ne dilerse onu yapıyordu.
Zeus bir ilkbahar sabahı gökteki sarayında oturmuş, tembel tembel yeryüzünü gözetliyordu. Gözleri, ansızın, kendisi için çok ilgi çekici bir yaratığa ilişti. Güzel Europa, uykudan uyanmış, gördüğü düşü yorumlamaya çalışıyordu. İki kıta, kadın kılığında, kendisini paylaşmak istemişlerdi düşünde. Europa’yı doğurduğunu ileri süren Asya, onu kendisi almak istemişti, öteki kıta ise, Zeus’un Europa’yı kendisine verdiğini söylemişti.
Gördüğü bu garip düşü yorumlayamadı Europa; kendi yaşındaki kız arkadaşlarını topladı; deniz kıyısındaki çiçek tarlasına gittiler. Orada oyunlar oynarlar, sepetlerini çiçeklerle doldururlardı. Hepsi de bilirdi ki, en güzel sepet Europa’nın sepetidir. Hephaistos yapmıştı sepeti. Üstünde îo’nun öyküsü, inek oluşu, Argos’un Öldürülüşü, sonra Zeus’un io’yu; yeniden kadın kılığına sokuşu çiziliydi.
Yalnız sepetler mi, içlerini dolduran çiçekler de ne kadar güzeldi… Nerkisler, sümbüller, menekşeler, kırmızı yaban gülleri. Aşk tanrıçası, Kharit’lerin arasında nasıl ışıldarsa, Europa da yaşıtları arasında Öyle ışıldıyordu.
Zeus onu görünce dayanamadı. Zaten Aşk tanrıçası Aphrodite, oğlu Eros’a söylemiş, o da oklarından birini Zeus’un kalbine saklamıştı. Hera uzaklardaydı o sırada; ama Zeus yine de ne olur ne olmaz diye korktu. Bir boğa kılığına girdi. Koyu kahverengi, kaşları yerinde gümüş yaylar çizili, boynuzları yeni ayın görünüşüne benzeyen güzel, çekici bir boğa olup çıktı. Çiçek toplayan kızların arasına indi. Yaşıtları gibi, Europa da boğayı görünce dayanamayıp yanma geldi. Onu sevdi, okşadı.
Hemen eğildi bağa. Sanki Europa’nın, ‘sırama binmesini ister gibiydi. Sırtına bindirip gezdirecek bizi öyle tatlı, öyle güzel bir boğa ki bu, Hiç boğaya benzemiyor, iyi bir insan gibi, Yalnız konuşamıyor.
Europa, gülümseyerek, boğanın sırtına oturdu. Ötekilerin de binmesine fırsat vermedi Zeus; fırlattığı yıldırımların hıfzıyla denize daldı. O ilerledikçe dalgalar iki yana açılıyordu. Yanlarında, önlerinde, arkalarında garip deniz tanrıları Nereidler, borularını öttürerek Tritonlar ve Zeus’un kardeşi f Po-‘ seidon gidiyordu.
Sulardan, gördüğü yaratıklardan korkan Europa, düşünmek için bir eliyle boğanın kocaman boynuzunu tutarken, öteki eliyle de ıslanmasın diye mor eteğini topluyordu. “Bu boğa, olsa olsa bir tanrıdır,” diye düşünüyordu. Sonunda dayanamadı; kendisini ıssız bir yerde tek başına bırakmaması için boğaya yalvardı. Boğa; cevap vererek kendisinin ‘tanrılar, tanrısı Zeus olduğunu, ona tutulduğunu, Girit adasına gittiklerini söyledi.
Bir süre sonra Girit’e ayakbastılar, Orada Mevsimler karşıladı kendilerini, Seviştiler; çocukları oldu. Europa’nın oğullarından ikisi, Minos Ve Rhadamahthys, yeryüzünde öyle tarafsız davrandılar ki, ölümlerinden sonra ölüler ülkesine yargıç yapıldılar. Ama Europa, mitologyada oğullarından daha önemli bir yer tutar.
2 notes · View notes
tarihiyada-blog · 9 years ago
Text
Salmoneus, Sisyphos ve Tyro
Salmoneus
Ara sıra kendinden geçip tanrılara kafa tutan Ölümlüler vardır ya, işte Salmoneus da onlardan biriydi, öyle aptalca bir şey yaptı ki herkes onun delirdiğini sandı.
Kendisinin Zeus olduğunu sanan Salmoneus, durmadan gürültülü sesler çıkaran bir araba yaptırdı. Zeus Bayramı’nda arabaya atladığı gibi, şehrin alanına gitti. Toplanmış halka, “Bundan sonra bana tapacaksınız,” diye bağırdı; “tanrılar tanrısı benim! Olympos’un tek yöneticisi benim! Yıldırımı fırlatan benim!” îşte o anda olan oldu; sahici Zeus bir yıldırım fırlattı Olympos’tan, Salmoneus’u yere serdi.
Sisyphos
Sisyphos, Korinthos kiralıydı. Bir gün son derece büyük, güçlü bir kartalın ırmak tanrısı Asopos’un kızı Aigina’yı kaçırdığını gördü. Kızını arayan Asopos’a, Aigina’yı Zeusün kaçırdığını söyledi.
Tanrılar tanrısı bu “ihbar”a kızmaz olur mu hiç? Hemen Sİsyphos’u cezalandırdı. Hades’e gönderdi Korinthos kiralını. Slsyph03, orada bir kayayı yokuş yukarı çıkarmak zorundaydı. Kayayı tam tepeye çıkaracağı sırada, koca taş parçası aşağı yuvarlanıyordu. Sonsuza kadar bu böyle sürüp gidecekti.
Asopos’a gelince, zavallı tanrıcık, kızının kaçırıldığı adaya gitmek istedi. Ama Zeus, yıldırımıyla korkutarak kaçırdı Asopos’u. Aiglna’nm bir oğlu o’du tanrılar tanrısından. Kendisine Aiakos adı konulan bu çocuk, ileride Akhilleus’un dedesi olacaktı.
O zamana kadar Oinone diye bilinen adaya, bu olaydan sonra, Aigina adı verildi.
Tyro
Salmoneus’un kızı olan Tyro, Poseidon’dan Pelias ile Neleus adlarında iki çocuk doğurmuş, babasının öfkesinden korkarak onları ıssız bir yere bırakmıştı. Çocukları Salmoneos’un seyisi bulup büyüttü.
Zaman geçti; Tyro’nun kocası Kretheus, karısının Poseidon’dan iki çocuk doğurmuş olduğunu öğrendi. Hemen Tyro’yu kovarak hizmetçilerden Sidero ile evlendi. Bir süre sonra da öldü.
Kretheus’un ölümünden sonra, Salmoneus’un seyisi, Pelias ile Neleus’a asıl annelerinin kim olduğunu söyledi. İki kardeş Tyro’yu aramaya çıktılar. Sonunda bir kulübede yoksulluk içinde yaşar buldular onu öç almaya ant içerek Sidero’nun yanma gittiler. Onların aklından geçeni anlayan Sidero, Hera’nın tapınağına saklandı. Pelias buna aldırmadan Sidero’yu öldürdü. Hera’nın yıllar sonra kendisinden öç alacağını bilmiyordu tabiî.
Pelias’m üvey kardeşi, Iason’un babasıydı. Kardeşinin yerine geçen Pelias, yeğenini öldürmek için, Altın Post’u aramaya yolladı. Iason döndükten sonra da, Medeia’nın kışkırttığı öz kızları tarafından öldürüldü.
1 note · View note
tarihiyada-blog · 9 years ago
Photo
Tumblr media
Viyana Kuşatmasında Dikkate Değer Bir Gün
Bu gece Sadrazamın Kethüdası Ahmed Ağa aldığı yaranın etkisiyle yeniçeri ağasının tabyasında rahmete kavuşup cennet bahçesinin yeşilliklerine doğru yolculuğa çıktı. Sabahleyin cenazesi kendi çadırına getirilip yıkandıktan sonra oraya gömüldü. Cenabı Hak ruhuna rahmetinden bir parçasını nasip etsin.
Valyos palankası halkı bağlılıklarını sundular. Kendilerine kadınları ve çocukları için aman belgesi ihsan edildi. Bu şekilde ordudan ve tatarlardan hiç kimsenin kendilerine saldırmaması sağlandı. Ali Çavuş üzerlerine muhafız tayin edilip bunun için gerekli buyruklar verildi.
Öğle namazından sonra Haznedar Ali Ağa tabyaya gelip akşama doğru çadırına döndü. İkindi üzeri genel bir hücum için çeşitli hazırlık tedbirleri alındı, fakat zaman böyle bir hareket için elverişli görülmediğinden vazgeçildi.
İkindiden sonra Macar Kiralından bir ulak geldi. Sadrazamın huzuruna çıkıp eteğini öpüp mektubunu sundu. Sadrazam mektupta yazılı olanları öğrendikten sonra ulağa ve yanındakilere küçük hilatlar giydirildi.
Kamieniec Beylerbeyi Abdurrahman Paşa’nın kapıcılar kethüdası Gürcü Ali Ağa, Sadrazamın kethüda lığına tayin olundu. Haraç muhasebeciliği de orduyu hümayun nişancısı Acemzade Hüseyin Efendi’ye şimdiki görevine ek olarak verildi.
Kara Mehmed Paşa bir el humbarasıyla yaralandı. Cebecibaşı Fazlı Ağa da aynı şekilde el humbarasıyla yaralanıp bir parmağını kaybetti.
Güneş batınımdan sonra adada bulunan Hızır Paşa kolundan bir hırvat tutsak gönderildi. Sadrazamın huzurunda sorguya çekildi, kendi arzusuyla bizim tarafımıza geçtiği anlaşıldığından öldürülmeyip Serçeşmeye teslim edildi.
28 Temmuz Çarşamba Günü Yaşananlar
Beş ağanın serdengeçti olarak seçilmesi buyruldu. Rumeli ve Anadolu kolundan ikişer, şu sırada sahibi atanmamış bir timarlı birliğinden bir kişi serdengeçti yazıldı. Hepsine Sadrazamın huzurunda kaftan giydirildi. Kuşluk vakti Sadrazam metrislere gitti.
İki serden geçti ağasına bir orta dereceden ve bir küçük hilat verildi. Dokuz Kolombrina topu metrislere çekildi. Henüz gündüz olduğundan bataryalardaki yerlerine konulmadı.
Macarlardan erzakla birlikte bir ulak geldi. Kendisine Sadrazamın huzurunda orta dereceden bir hilat giydirildi.
Sadrazam kendisi için ön saflarda yeni bir tabya yaptırdı. Macar Kıralı Tököly İmre, Pressburg şehrini fethedip egemenliği aitına aldığını haber veriyordu. Ancak kaleyi kuşatmaya hazırlanırken Almanların çok güçlü bir orduyla yürüyüşe geçtikleri haberini almış, bu yüzden de üç saat uzaklıktaki bir yere çekilmiş ve halen de orda durmaktaymış.
Rumeli kolunda bir püskürme lağım patlatıldı. Gâvurları havaya uçurup şarampolün bir kısmını çökertti. Büyükçe bir gedik açıldıysa da her hangi bir hücuma geçilmedi.
Akşama doğru Macar Kiralının elçisi olarak maiyeti halkından Stefan Szirmay adlı bir Hırvat geldi. Kiralın ordusuyla birlikte Pressburg şehrine çekildiği, Leva ve Neutra kalelerinin uzlaşmayla kendisine boyun eğdiği, ancak bir miktar takviye kuvveti rica ettiği haberini getirdi. Elçi, Sadrazamın huzuruna törenle kabul edilip kendisine orta dereceden bir hilat hediye edildi.
Gündüzün metrislere çekilmiş olan balyemez topu yeni kurulan bir bataryaya getirilip Defterdar Efendi’nin tabyasının yakınına yerleştirildi. Atış mazgalı henüz açılmadığından top ateşlenmedi.
0 notes