Tumgik
#gidiyorum derken çıkıyorum
sillagen · 1 year
Text
Neyse ben gidiyorum Allah'a emanet olun
24 notes · View notes
sinestezii · 5 months
Text
Tumblr media Tumblr media
Yıl 2018, yıllardır içimde büyüttüğüm bir hayale sıkı sıkı sarılmışım; hayalim de öyle masum ki, tertemiz ve kendi hâlimizde bir yol tutturmuşuz. Fakat herkes ve hatta kalbimin çemberi dışında kalan nesneler bile sanki biz, asrın en hatalı işiymişiz gibi karşımızda durmuş. Ben öyle çok inanıyorum ki kendime, hayalime, tutturduğum yola; doğanın, kaderin ya da şansın tüm zorlamasına rağmen direniyorum. Ve hatta kalbimin üzerinde bir ağırlık gibi taşıyorum ondan uzaklaştığım her anı.
Hastalıklar, kavgalar, yalnız bırakılmalar (sanki daha fazla bırakılabilirmiş gibi) ile sınanıp duruyorum. Derken o hayalin ilk minik parçasına bir adım atarak bu kente geliyorum. Kısacık kalıp dönüyorum. Çabucak geri geleceğimi sanıyorum. Olmuyor ama. Pandemi dönemi gelip çatıyor. Sokağa çıkma yasağı var, belirsizlik almış başını gitmiş, gidemiyorum ama kalamıyorum da. Gün geçtikçe çevremdekilerden yükselen her yorum tuttuğum yolun hayırsızlığına, imkansızlığına çalan cümleler kuruyor. Bense bir rüyadan ve imgeleri tesadüf olamayacak kadar güzel birinden cesaret buluyorum. Bütün bunların iç bilinciyle yeniden geleceğime inanıyorum. Bütün bunlar tesadüf olamaz çünkü. Yine de yoruluyorum. Öyle içsel bir yorgunlukta, çıkmazda olduğum bir gün bu sokağın fotoğrafını tesadüfen instagramda görüyorum. Kalbimden bu sokakta oturmaya ilişkin bir dua geçiyor. Sonra çok turistik buluyorum burayı. Bu sokağa bakan bir sokak dileğinde karar kılıyorum böylece. Diyorum ki “hemen bu sokak olmasın ama buraya da çok yakın, burayı gören bir yer olsun oturacağım yer.”
Vizeler, evraklar, polis kontrolünde ülkeye alınmayışlarım, inadım, teslimiyet sınırım, şaşkınlığım ama sonunda Marburg’a dönüşüm…
Aradan bir yıla yakın zaman geçiyor. Ben ev bulmak konusunda sıkışıp kalmışım. Bulduğum ilk eve, ev çok eski de olsa, içime sinmese de ve hiç eşyam olmasa da tamam diyorum. Taşınırken kendi kişisel eşyalarımı eve bırakıp İstanbul’a gidiyorum. Babamın ameliyat olması lazım ve benim yeni evimi temizlemeye bile vaktim yok. Dönüyorum, karantinada kalıyorum. Evimi temizliyorum. Nisan ortasındayız. Karantina sonrası ilk defa alışveriş için sokağa çıkıyorum. Hava mis gibi. Çıkıp minik marketin sokağına yöneldiğim anda bu çiçekleri görüp şok geçiriyorum güzelliği karşısında. Hayranlıkla biraz ilerledikten sonra o sokağın bu sokak olduğunu, bilinçsiz biçimde buraya taşındığımı; üstelik tam da buraya bakan, burayı kesen sokakta üç öte binada oturduğumu fark ediyorum.
Yani o soru kalbimin kapısına dayanıyor yeniden: “Allah’ım yine, bunu ben senden dilediğim için mi oldu yoksa sen olacağı için mi bana bunu dilettirdin?”
Bu soruyu, sorunun cevabını bilsem de öyle çok seviyorum ki. Tertemiz, çaba ile bezenen ve en nihayetinde dinginliğini bulan pek çok şeyin ardından bana tekrar tekrar sordurttuğun için, bin şükür. Yanıtını bile bile bunu seninle şükür hissiyle konuşacağım, bir ömür. Buna da bin şükür. Ve bu kentin beni yıpratan, ömrüme göründüğünden çok daha fazla yaş ekleyen onlarca yönüne rağmen; neden buradaydım, burada olmalıydım? Sen neden yollarım buraya çıksın istedin? Varmam gereken neresiydi, kimdi? gibi soruların henüz kavrayamadığım cevaplarına da böyle varacağımı biliyorum. Çünkü zaten hiç kimse yoktur ki üzerinde bir koruyucu, bir denetleyici bulunmasın. Senin kalbimi korumadığın bir an yok ki ben dilediğimin, ağzımdan çıkan kelamın, gönlümden geçen niyetin farkına varmayayım, fevriliğine kapılayım.
0 notes
rebelpuppet · 4 years
Text
Tembel Teneke
Tumblr media
Cumartesi sabahı ve sıcak…
Ter içinde, baş ağrısının dayanılmaz eşliğinde uyanıyorum. Klima açacağım ama şu an pek etkilemeyecek gibi duruyor. Baş ucumda duran ama sessize aldığım ve bildirim ışığı yanan telefonuma bakıyorum. Hiç uğraşamam seninle çocuk!!!
Duvardaki klimanın kumandasını arıyor gözlerim hızlı hızlı. Çalıştırmamla, klimanın çığlığı kaplıyor bir anda odayı. Klima bile çığlık atıyor gibi geliyor bana, o da lanet okuyor galiba bu sıcaklara. Kim kızdırdı ki acaba Güneş ağabeyi bu kadar! Ne zoru var? Ya da ne alıp veremediği var bizimle!?
Beynim yeni yeni kendine geliyor, saate bakıyorum. Öğlen olmuş, tam on iki! Kalkmak istemiyorum, yatıp uyumak istiyorum hatta mümkünse bir kaç gün de uyanmayayım! Ama o beynimdeki dayanılmaz ağrı pek izin vermeyecek gibi duruyor. Banyoya gidip elimi yüzümü yıkıyorum.
“Duşa gireyim bari, iyi gelir”…
Tam duşakabinin kapısını açacakken nedendir bilmem vazgeçip mutfağa gidiyorum. Bir bardak soğuk su daha etkili olabilir. Dişleri donduran o buz kokulu suyu içiyorum, aynı zamanda balkona çıkıyorum. Komşucuklarımın yarı çıplak halimi görmelerini aklımın ucuna dahi getirmeden. Denize, sokaklara bakıyorum boş, boş… En az onlar kadar boş hem de! “Sokak niye boş lan?” diyecekken kendi kendime, o zalim güneşin derimi yaktığını hissediyorum hatta galiba duyduğum ses bir cızırtı, yanıyor muyum ki acaba!?
İçeri girmenin vakti geldi de geçiyor. Salona geçiyorum bu sefer… Daha klimayı çalıştırmadan, hayatımı geçirdiğim köşemde duran ve gece dinlemeye bıraktığım oyun canavarının açılış düğmesine basıyorum. Bir kaç saniyede açılması şu ana kadar yüzümde gülümsemeye sebep tek olay oldu! Komik mi? Yoo gayette değil! Olsun hoşuma gitti!
Yok, oyun oynamak istemiyorum. Şarkı listemi oluştururken fazla zorlanmadığımdan olsa gerek, müzik setinin de ses ayarlarıyla oynuyorum, tabi ses en sonda! Ve derken müzik başlar…
“Ne zaman geldin ruhum, görmedim seni!”
Klimayı çalıştırmaktan vazgeçtim. Camların hepsini açtım, ama tüller, perdeler kapalı. Mantık yok işte. “Sarıl bana ruhum, ne olur sar beni” dedikçe, müzik sarıyor beni. Bende söylemeye başlıyorum müziğin sesi yetmezmiş gibi. Şu an ilk defa etraf aklıma geliyor ama vallahi hiç uğraşamam bir de onlarla!
Koltuğa yatıyorum, camın hemen önünde hem de. Rüzgar yok! Esinti yok! Halim de yok! Sadece sesim çıkıyor. Avazım çıktığı kadar b��ğürüyorum. Şarkılar gelip geçiyor, ses geçmiyor. Komşular ne düşünebileceğini düşünüyorum! “Müziği anladık da, bu böğürtü ne!?” deseler bile, benim umurumda değil ki!
Tepemdeki saate bakıyorum saat bir olmuş… Yaklaşık bir saattir kıpırdamadan yatıyorum. Ne yaptım, koca bir hiç. Böğürdüm sadece. Olsun hoşuma gitti… Güneşe küfretmişim kadar rahatlamış hissediyorum şu an kendimi.
Bir taraftan bağırıyorum, bağırdıkça yoruluyorum, yoruldukça hareket etmeden sadece düşünüyorum. Düşünceler alıyor beni. Gereksiz şeyleri düşünmek huyum oldu bu sıralar.
Mesela; Akdeniz insanının neden bu halde olduğunu gayet iyi anlıyorum şu anda, bu fırın tadındaki diyarda. “Siesta” uygulansın buralarda da! Lütfen. Eminim aslında herkes istiyor bunu ama kimse sıcaktan sesini çıkaramıyor. Lütfen duyun bu sessiz çığlıkları…
Neyse ben yoruldum yatacağım, başım hala ağrıyor ve ayrıca cidden yoruldum.
Şu andan itibaren kendi üç artı bir cumhuriyetimde “siesta” uygulamasını hayata geçiyorum.
Haydi iyi günler..
0 notes
ehilal · 7 years
Text
Bataklık
Bir bataklığın içindesin. Ben de ardın sıra geliyorum. Yolumu adımlarından seçiyorum. Ah ne büyük hata, bugüne kadar kendi yoluna her daim yalnız baş koymuş ben adımlarını takip ediyorum. Elimi tutuyorsun. Sanıyorum ki hiç bırakmazsın. Bataklığın ortasında bir çiçek gibi açacağız, yüzümüze bakmayanlara güzel bir çiçek olduğumuzu göstermek için uğraşmayacağız, koparmak isteyenlere kafa tutacağız. Bu fikirlerdeyken elimi bırakıyorsun. İlkinde şaşalıyorum, çok ağlıyorum, batıyorum, çıkıyorum, debeleniyorum. Kimselere kafa tutamadığını görüyorum. İki yol çıkıyor önüne biri ben sakin, kimsesiz, hayal gibi ama huzur var mutlu olabildiğini görüyorum yanımda. Bir diğeri düzen, intizam, standart bir yaşam hali. Düşünürsün sanıyorum, düşünmeden koşarak gidiyorsun. Orada mutlusun sanıyorum. Değilsin, sonra anlıyorum. 
Ummadığım başka bir anda yine tutuyorsun elimi. Ne zaman gelsen senin için hazır bulunan bir insan en kolayı olmalı şu hayatta. Durup soluklanıyor, gülümseyip düzeni kenara koyuyorsun. İşin kötüsü ikimizde düzene baş kaldıramayacağını biliyoruz artık. Ama ben bataklığın ortasında terk edilmekten korkmuyorum. Karanlığa alıştım sanıyorum, bir daha o kadar yaralanmam. Yaralamaktan korktuğunu söylüyorsun, sarılıyorsun, “mutlu günleri bir yerinden yakalayacağız el değmemiş bir çiçek olamasak sonsuza kadar bir hayalimiz olmasa dahi” diyorum. Yine bir yol ayrımı, gitme bile demiyorum sana. Gideceksin biliyorum. Sadece giderken yanımda olduğunu hissettir, beni bil, gör, düşün, bir dakika olsun bencilliğinin köpeği olmadan yüzüme bak istiyorum. Özür dile istiyorum dirayetli, metanetli, dimdik ve güçlü bir insan olamadığın için, beni sever gibi yaptığın, her defasında sayısız kere kandırdığın için. Haklı olduğum tek konu evet canım eskisi kadar yanmıyor. İnancım soluyor mu dersen, büyük konuşmak insanın başını eğer çıkarmıyorum sesimi. Bildiğim bir şey varsa o bataklıktan çıkıp üstümü başımı temizlemek istiyorum şimdi, deniyorum. Sen “ne şiş yansın ne kebap” derken ben aldığım tüm riskler ve göze aldığım tüm zorluklarla birlikte gidiyorum. İkimizin olduğu, hayalinle dolu bir geleceğe değil, Senin adının sanının okunmadığı, yok olduğun bir yere. Mutlu olacağım inan! Bu defa giden sen olsan da bataklığın ortasında tek başıma kalan ben değilim. Acı çekecek bir kalbin yok biliyorum, umarım yaşadıklarımın aynısı boynuna ızdırap olur. 
11 notes · View notes
insideofaredapple · 5 years
Text
Yoksa siz de mi etkinlik kovalayanlardansınız?
Hava yaz havası ve aylar sonra tiyatroya gidiyorum,köşemden çıkıyorum,hayat çok ilginç bir yerdesin bir gökte.Ceyda Düvenci ve Bülent Şakrak'ın oyunu Hanım& Efendi'yi izleyeceğiz.Oyun hakkındaki taraflı görüşlerimi oyun sonrası eklerim.Çünkü bayıldığım bir aile,geçen günlerde Ceyda Düvenci bir fotoğrafın altına bir not yazmış çok hoşuma gitti.Not şöyle "Seninle gelişmek,dönüşmek,üretmek,kazanmak,eğlenmek,gezmek,yorulmak,yaşamak,yaşlanmak ne güzel,çok seviyorum."Hayatın ağırlığından,ayakların yere aşırı çivilenmesinden kurtaran,kişiyi kendisine dönüştüren tek duygu güzel bir aşk,beraber daha iyisi için küreklere asılabilmek,batmak çıkmak ama hep kafaya bir şeyler takıp peşinden gitmek.
Not : Hanım & Efendi oyununa kesinlikle gidilmeli,oyun tek perdeydi,2 saatti ve uzun zaman sonra bu kadar zaman boyunca güldüm ve gerçekten çok sıkılmadım.Cinsel göndermeler olmadan ama ülkece oyun götüremiyoruz,en büyük güldürü unsuru,seyirciyi ele geçiren unsur olarak sunuluyor,bu konuyu bir elden geçirmek gerektiğini düşünüyorum.Ama cinsiyetler arası empati geliştirmek üzerine komik bir oyun.Genel olarak birçok espiriyi çoğu zaman yaptığımız gibi çok da şey yapmamak lazım diyerek dinledim.Kadınlığı doğurganlıkla yücelteyim derken meziyetimizi ona aslında indirgemiş olduğunun farkında olunması lazım.Regl olmak hadi mecbur, ama hamile kalıp doğurmayı peşi sıra doğal akış gibi halka sunmak bence yanlış.Ama oyunu izleyin,sadece benim takıldığım birkaç nokta oldu ama eğlenceli,tatlı bir oyun.
0 notes
kucucukbirmuptezel · 7 years
Text
Neredeyim, kiminle birlikteyim hiç bir önemi yok. İstediğim tek şey hayatımda büyük olaylar olduğunda biraz eğlenmek, geceyi dışarıda geçirmek. Tanıdığım insanlarla birlikte olmaz zorunda değilim. Aksine tanımadığım insanların yanındayım, hiç bilmediğim mekanlarda. Önümde dördüncüyü bitirdiğim biram. Boş şişe duruyor, zihnimde sürekli hareket edip duvarlara çarpan kelimelerin aksine. O gece de susuyorum diğer geceler de olduğu gibi. Birileri soru soruyor. Ağız ucuyla cevap veriyorum. Kalkıp yenisini alıyorum. İçeriye geçip oturmak yerine dışarıya çıkıyorum ve merdivenlere çöküyorum. Yanıma içerideki gruptan bir çocuk oturuyor, adını bilmiyorum. Uzattığı sigara paketinden bir tane alıyorum. Teşekküre gerek duymuyorum. Kafam hala dağılmadı, tek istediğim zihnimdeki çığlıkların biraz olsun susması. En azından bu gecelik. Sigaradan bir nefeslik dumanı ciğerlerime hapsediyorum, gözlerim kapalıyken dışarıya üflüyorum. Çocuk hala yanımda, bakışlarını hissedebiliyorum. Başımı sola doğru çevirip ona bakıyorum. İkimizde konuşmuyoruz. Bakışlarının ağırlığı ürkütüyor beni. Sigaradan son nefesi çekip izmaritini yere atıyorum. Elimden şişeyi alıp içiyor, sesimi çıkarmıyorum. Geri verdiğinde kalanını içip boş şişeyi de merdivenlere bırakıyorum. Kalkıp merdivenleri iniyorum, usulca peşimden geliyor. Konuşmadan yürüyoruz sokaklarda. Bir ara tökezliyorum, kolumdan tutup kendine çekiyor. Bir adım geri çekiliyorum, bir adım da o yaklaşıyor bana doğru. Sarılıyor, kasılıyorum. Omuzlarım titrerken daha çok çekiyor kendine doğru. Başım göğsünde, ellerimi kaldırıyorum usulca ve beline doluyorum. Sanki ihtiyacım olan tek şey birine sarılmak gibi geliyor o an. Ne kadar öyle kaldığımızı hatırlamıyorum. Gece nerede kalacağımı soruyor geri çekilince. Sokaklar bizim diyorum, gülüyor. İlerideki büfeye giriyoruz içecek bir şeyler almaya. Telefonu çalıyor o sırada. Açıp benimle birlikte olduğunu söylüyor. Barda kalan arkadaşlarından biri olduğunu anlıyorum. Telefonu kapatıyor. Siyah poşet elinde o önde ben arkada çıkıyoruz büfeden. Kaldırıma çöküyoruz bu seferde. Biramı açıp veriyor. Ufak  bir yudum alıp iki sigara yakıyorum. Birini ona uzatıyorum. Sigaradan uzun bir nefes çekiyor. Bu gece sokaklardayız, bütün gece susamayız deyip gülüyor yine. Ben yine susuyorum. Adını söylüyor, sesi uzaktan geliyor o sırada duymuyorum ne dediğini.Başımı usulca omzuna koyuyorum. Tekrar sarılman mümkün mü diye soruyorum. Sebebini sormuyor, sarıyor kollarını bana. Mart ayının o üşüten cuma gecesinde kollarında ısınıyorum. Neyin var diye soruyor bir süre sonra. Hiçbir şeyim yok diye fısıldıyorum. Hiçbir şeyim yoktu, kalmamıştı, gitmişlerdi. Kimsem kalmadı diyemiyorum. Saçlarımı okşuyor yavaş yavaş. Yine bir şey demiyorum. Sen geliyorsun aklıma, yumuyorum gözlerimi. Güçlüsün diyor. Bu sefer ben gülüyorum. Ne olduğunu bilmiyorum ama güçlü olduğunu hissediyorum diye tamamlıyor cümlesini. Konuşmamı ister misin yoksa susalım mı diye soruyor daha sonra. Geri çekilip biramı elime alıyorum. Anlatırsan dinlerim diyorum. Anlatmaya başlıyor. Kaç yaşında olduğunu, ailesini, barda onu bekleyen arkadaşlarını, sevgilisinden bahsediyor. Buruk bir tebessüm oluşuyor dudaklarımda. Telefonu çalana kadar devam ediyor anlatmaya. Arkadaşları gideceklerini haber veriyor. Bara giriyoruz. Çantamı alıp diğerleriyle vedalaşıyorum. Eve çağırıyorlar, reddediyorum. Benimle kalıyor o da. Tekrar sokağa çıkıyoruz. Nereye gittiğimizi sormadan takip ediyorum onu. Bir motorun önünde duruyoruz. Bakışlarımı fark edince bir yere gideceğimizi söylüyor. Kaskı başımdan geçirip takıyor. Çok tepkisizim. Ne yapmamı isterse yapıyorum. Motora binince ellerimi tutup beline sarıyor. Motoru çalıştırıyor, hızlı sürmesini istiyorum. Sürüyor, o hızlandıkça ellerim gevşiyor. Kollarımı yana açıyorum ve rüzgarı hissediyorum. Bir süre sonra motoru bir büfenin önünde durduruyor. Büfeye doğru ilerliyor, peşimden gidiyorum. 8 bira diyor. İtiraz edip tekila istiyorum. Bakışları bana dönüyor. Limon dilimletip tuz alıyoruz. Tekrar motora bindiğimizde kask istemiyorum. Sesini çıkarmıyor. O hızlandıkça ben gülüyorum. Bir süre sonra gülüşüm kahkahalara, daha sonra da hıçkırıklara dönüyor. Motor ani bir şekilde duruyor. İniyor ve sorgusuz sualsiz birkaç saattir tanıdığı, güçlü birisin dediği, ağlayan kıza sarılıyor. Senin sarılışın aklıma geliyor, hıçkırıklarım artıyor. Bir haftadır akmayan gözyaşlarım sanki doğru kişiyi bulmuş gibi akıyordu, durduramıyordum. Acıyor dedim hıçkırıklarımın arasından. Ardında bıraktığın ben, senin yanında bile ağlamazken hiç tanımadığım birinin yanında ağladım. Geri çekildim bir süre sonra. Tekrar motora bindik ve bir uçurum kıyısında durduk. Karşıda cinayetimi işlediğinden habersiz Ankara var. Yere oturduk. Bardaklara tekilaları dökt��k. Sigaralarımızı yaktık. İstediğin zaman anlatabilirsin buradayım dedi. İlk shotları attık. İki, üç, dört derken konuştuğumu fark ettim. Seni anlatıyorum farkında olmadan. Kelimeler istemsiz olarak dökülüyor dudaklarımdan. Ne kadar sevdiğimi söylüyorum. Kelimeler yuvarlanıyor dilimde. Her sarhoş olduğumda yaptığım gibi yine seni sevdiğimi söylüyorum ama bu sefer sana değil bir yabancıya söylüyorum. Özlüyorum diye fısıldıyorum. Telefonumu çıkartıyorum, gözlerim bulanık görüyor. Fotoğrafını gösteriyorum. Bir damla yaş düşüyor ekrana. Yine sarılıyor bana yabancı dediğim çocuk. Fotoğrafta senin sarıldığın gibi. Şefkatini hissediyorum ama istediğim şefkat onunki değil. Ben seni istiyorum ve sen artık yoksun. Gelip beni kurtarmanı istiyorum, düştüğüm çukurdan tutup kaldırmanı istiyorum. Hava aydınlanmaya başlıyor, gözlerim ağlamaktan acıyor. Teşekkür ediyorum yanımdaki yabancı dediğim çocuğa. Utanarak adını soruyorum o an. Çağan diyor. Özür diliyorum. Kafasını sağa sola doğru sallıyor. Bu sefer ben sevgilisini soruyorum ona. Tereddüt ediyor ilk başta anlatmıyor. Israr ediyorum, anlatmaya başlıyor. Onu ne kadar çok sevdiğini hissediyorum, gözlerinde görüyorum. Bana bakarken gözlerinde olan bakışların aynısına sahip. Tekrar susuyoruz. Güneş yüzünü göstermeye başlayınca kalkıyoruz. Yeni bir gün, yeni bir şans diyor. Bu sefer içten bir şekilde gülüyorum. Umarım diyorum. Gidiyoruz motoruna binip, yeni güne, yeni umutlara doğru...      24.07.2017
20 notes · View notes
hazaldmr · 7 years
Text
Uzay
Gazetenin sağ alt köşesinde yayınlanmış yedi veya sekiz sene öncesine ait olan fotoğrafıma bakıyorum. Saçlarım daha uzunmuş. Üniversite ikideyim sanırım. Süleymaniye burası da, yanlış hatırlamıyorsam. Göründüğümden daha çirkin çıkmayı başardığım bir fotoğrafımı yayınlamışlar, sağ olsunlar. Fotoğrafın yanında da orta boydan biraz daha küçük harflerle “Mars’a gidecek Türk belli oldu” yazıyor. Benim için kocaman, insanlık için minicik bu haberdeki fotoğrafıma bakıp gazeteyi kenara kaldırıyorum. Bundan önce okuduğum en son haberde onun ölümünü tekrar, tekrar ve tekrar yaşamıştım. Bu uzaydır, Mars’tır olaylarına bilime katkı sağlamak adına ufacık bir istekle gittiğimi zanneden varsa maalesef hayal kırıklığına uğratacağım onu. Ben “gidiyorum”. Hayatı kendimi öldürmeyecek kadar çok seviyorum ama kendimi sevmiyorum artık. O fotoğraf çekildikten dört sene sonra tanıştığım biri, bana çiçekleri, hayvanları, yaşlıları, geceyi ve gündüzü sevdirmişti. Kokuları, sesleri ayırt edebilmeyi, mutluluğun o kadar da uzakta olmadığını öğretmişti. Onunlayken geçirdiğim her saniye öyle pembe, öyle pamuk pamuktu ki; şimdi onsuzken zaten uzayda yer çekimsiz salınıyor gibiyim. Mecazi anlamı ortadan kaldırmak adına Mars’a gitmeye karar verdim. Bu karar, baş sağlığına gelenlerden birinin küçük oğlunun “Abla, şimdi o gökyüzüne mi gitti?” demesiyle eş zamanlı alındı diyebiliriz. Nereye gitti, bilmiyorum… Gitmesi ile ilgileniyorum. Telefonla ulaşamamakla, yürüyüşünü görememekle, kazağındaki kedi tüyünü alamamakla ilgileniyorum. Delirecek gibi oluyorum, delirmiyorum. Ölecek gibi oluyorum, ölmüyorum. “Allah’ım, ben şimdi ne yapacağım!” dedikçe yukarı, tavana bakıyorum. Tavandan ötesini görmeye, bir ses, bir teselli bulmaya çalışıyorum. Müthiş bir aşk acısının içinde olmam yetmezmiş gibi en yakın arkadaşımı da kaybetmiş olduğumu fark ettikçe bazı sokaklarca kusma isteğiyle yürüyorum. Geçmiyor. Her tedaviye açığım. Saklamıyorum kendimi, iyileşmek istiyorum ama asla ve asla olmuyor. Derken başvurumun sonucu olumlu oluyor ve ilk defa bavulsuz bir yolculuğa çıkıyorum. Ailem kalp krizleri, panik ataklar, evlatlıktan reddetme aşamasını atlattıktan sonra olayın ciddiyetini fark ediyor: Ben gidiyorum. Ailem son vazgeçirmeler için uğraşırken gözümün önüne sürekli onu getirmeye çalışıyorum. Yüzünü unutmamak için tekrar ve tekrar. Kaşını, gözünü, ağzını ayrı ayrı düşünüyorum. Birleştirince dünyamın -yani artık Mars’ımın- en güzel şeyine bakarmış gibi eriyorum, donuyorum. Ben gidiyorum. Belki sana yaklaşacağım. Belki de senden iyice uzaklaşacağım. Yanıma fotoğrafını almayacağım ki her gün unutmamak için düşünmek zorunda kalayım. Sanki unutmak mümkünmüş gibi… Mars’a geleli ne kadar oldu saymıyorum artık. Verilen görevleri yapıyorum ve sonra her şeyimle onu düşünüyorum. Ona yaklaştım mı acaba? Biraz bile olsa, çok az bile olsa? Sensiz kaldığım yetmezmiş gibi burada bir de hiç kimsesizim. Sen yalnız değilsin ama. Sen bana sahipsin. Sen, sana biraz olsun yaklaşabilmek için bu tür zekâdan ve mantıktan uzak şeyler yapan bana sahipsin. Benimle, kalbimde ve beynimde, burada ya da Dünya’da, kimsenin sahip olamayacağı bir güce, özleme ve tutkuya sahipsin. Ama artık bunları düşünmeme hiç gerek yok. Bu kadar uzakta, beni yer çekimsizlikten bile hafif, saydam hissettiren senin sevginle sarılmışken, her şeye sahibim. Ama bunları düşünmene gerek yok. Senin ailen benim artık.
2 notes · View notes
selincns-blog · 8 years
Text
beklemek sıkıcı, beklemek tüketici,  beklemek yorucu, beklemek çok yorucu.  ve ben seni hala bekliyorum.  ben hala seninle yaşayacağım günleri, saatleri, saniyeleri bekliyorum.  seninle tekrar yağmurda sırılsıklam olmayı bekliyorum.  soğukta boğuk titreyen sesinle merhaba deyişini bekliyorum.  ilk günkü heyecanla birisi görücek korkusuyla  elini sımsıkı tutup sinemaya gideceğimiz günleri bekliyorum.  gelmeyeceğini bile bile ben seninle yaşayacağım ömrümü bekliyorum hala  çok bunalınca hayattan herkesten  huzur bulduğum yere seninle her zaman buluştuğumuz yere gidiyorum  her zaman oturduğumuz yere gidiyorum  bakıyorum şöyle bir; iki sevgili görüyorum  gözümden akan tek damla yaşla ağzımdan çıkan iki kelime  "hiç yakışmamışlar"  bizim kadar hiç yakışmamışlar sevdiğim  dön bana yeniden ve görsün herkes sevgilisiyle yakışmadıklarını.  bizi görsünlerki imrensinler sevdiğim.  oturuyorum garson geliyor isteğimi soruyo  sevgilimi bekliyorum deyip 2 kişilik şeyler söylüyorum.  sevdiğin nargileden söylüyorum.  gözüm kapıda seni bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum.  ve gelmeyeceğini anlıyorum. ama ben yinede bekliyorum.  gelmeyeceksin biliyorum.  hesabı ödeyip çıkıyorum  kahkaha atarak geçtiğimiz yoldan ağlayarak geçiyorum.  burda olmalıydın sende. nefretim sevgimi aştı.  senin için sürdüğüm makyajımda aktı.  canım demiştim sana, canımdan koparcasına.  nasılda yalan söyledin gözlerimin içine bakarak seni seviyorum derken  3 ayı boşuna geçirdin belli geleceği olmayan aşkı sürdürmek için son çırpınışlarımı yapmıştım oysaki.  herneyse sevdiğim. ben burdayım yine.  elimi bıraktığın bu yerde.  ya sen nerdesin ? hangi orospunun yanında ?  son sarılışım gibi sarılabiliyomu sana ?  düşüyorsun gözümden akan her damla yaş gibi.  içme dediğin bu sigara benim sırdaşım oldu.  her yaktığım sigarada senin hayalin vardı.  bu gidişle ölümün sigaradan olacak diyor herkes.  doktorda yasakladı ama kimse bilmiyor bu lanet sigara değil  senin gelmeyeceğini bile bile beklemek tüketiyor beni.  nasılsın diye sorarsan iyi değilim.  hemde hiç iyi değilim.  hergün yokluğunun verdiği özlem,  hergün sensiz bir güne merhaba demek zorunda kaldığım sabahlar var  geceleri fotoğraflarınla konuşuyorum.  onlarda senin gibi işte.  duvarlar bile bana cevap verecekmiş gibi.  ama sen sadece bakıyorsun ve susuyorsun.  bi nasılsın mesajını bile çok görüyorsun bana.  bir zamanlar seviyorum dediğin bu kıza,  bak seni çok seven bu salak kız siktirolup gidiyor artık.  kalmam için bi umut bile vermiyorsun artık.  ayrıldıkta diyemiyorum çünkü ben hergün senin hayalinle yaşıyorum.  sense. neyse susuyorum.  git dedin gidiyorum.  sus dedin ve susuyorum.  tekrar soracak olursan halim mechul.  iyi değilim işte. hiç iyi değilim hemde.  sahiden ayrıldık mı biz şimdi ?
Tumblr media
2 notes · View notes
yarisgaraji · 7 years
Text
Her şeyden önce SICAK SICAK SICAK demek istiyorum. Gerçi sıcak olacağını bekliyor ve buna hazırlanıyordum ancak arkadaş yok böyle bir sıcak. Biz baştan anlatalım bakalım bu seferki maceramızda neler oldu.
Bu sefer planlar daha yola çıkmadan bozulmaya başladı, çocukluk arkadaşlarımdan (AKB) birinin düğününden dolayı hanımı Angara’da bırakmam gerekti. Ailemizi temsilen düğüne katılacak sabah ilk uçak ile Antalya da olacak bende onu organizasyon başlamadan alacağım. Hanıma hemen bir uçak bileti ve yeni plan hazır…
Hali ile yola tek başıma çıktım Uşak Drift Festivaline göre çok daha rahat gidiyorum römork yok yük yok. Hanımla benim çantam kask tulum ve yakıtlar. Driftheraphy ekibi işin ucunda Antalya/Kemer olunca Cuma’dan gitmiş köfte horlar, değişik fotolar atarak beni kıskandırıyorlar.
Nevarla‘nın hız sabitleyicisi devrede tıngır mıngır gidiyorum sanki her 1 km’de 1° artıyor sıcaklık. Kemer’e organizasyon alanına vardım ki bizim tır yeni gelmiş benim araba tırdan iniyor. Sağ olsun Ahmet abi beni uğraştırmadan attı arabamı pit alanına.
Arabaların hepsi indirildi, pit alanları gölgelikler çadırlar kuruldu lastikler dizildi ancak hava 50° ölüyoruz. Sabah 10.00-14.00 arası her şeyi hazırladık ve hepimizin kafasına güneş geçti. Öğle yemeğinden hemen sonra pistimiz kurduk ve akşam antrenman yapma kararı aldık. Tabi ben 17.00 den önce marş basmayacaktım hava harbiden çok feci sıcak nefes alırken zorlanıyorum. Otelin soğuk havuzuna kendimi attım az bi serinledikten sonra kendimi odaya sürükledim ve 2 saat uyuyayım diye yatağıma gömüldüm.
Çok geçmeden kesicide V8ler, çatara patara 2jz ve tatbikî lastik sesleri gelmeye başladı. Bende her zamanki rüyalarımdan birindeyim sanıyorum ama nedense bu sefer rüyamda görüntü yok, gıcık bir durum. Çok geçmeden anladım ki Kemal Güvenkaya E34 V8i ile pistte 2 tur atayım demiş. Tabi Driftten sorumlu bakanımız Abbas Çimen de dayanamayıp peşine. Bizim pempeli Kenan Büyükbahçeci onlardan eksik kalır mı hop oda pistte. İbrahim Özlütürk tehlikeli adam arabasına binip gelmiş bide utanmadan. Metin Altan abimiz bile duramamış bir turbo ile gazlıyor bir V8 ile hangisinden inerse Salih veya Melih atlıyor piste araba ile. Angara bebesi Murat Yolcu’nun da onlardan aşağı kalır yanı yok. Ele başı Erdoğan wassappppp dan sürekli hadi sende gel diye taciz ediyor halen uyku sersemiyim birde baktım ki tulumumu giymiş elimde kaskım hazırım.
Millet çatara patara devam ediyor bendeeee diye koşa koşa pit alanına geldim. Elimi cebime bir attım anahtar yok aynı hızla otele, otelde de yok hız kesmeden Nevarla‘ya orda da yok nerde lan bu derken arabaya bir baktım elektrik şalteri açık anahtar üstünde. Kendi kendime dedim zaten sıfır problemsiz geçerse akşam uyuyamazsın iyi oldu. 🙂 Oturdum arabaya bastım marşa biraz tereddüt etti ama çalıştı yavrum. O an gözüm hararet saatine ilişti 60° diyor! Bütün gün gölgede çadırda duran arabanın su sıcaklığı 60° direk devir daim açıyor artık sıcaklığı siz düşünün.
Allahtan büyülü kaskım ve yarış tulumum üstümde (benim kasım ve yarış tulumum özel büyülüdür; aptallar göremiyor bu kaskı ve tulumu) her şeyimle piste çıkmak için hazırım. Tam kendimi piste atacağım Serdar Bey geldi yanında genç bir kardeşimiz organizasyondaki “en güzel arabaya” binmek istemiş. Genç ama arabadan anlıyor dedim içimden, dışımdan da “daha hiç piste çıkmadım” dedim ama ne demek istediğimi anlamadılar sanıyorum çünkü genç kardeşimizi paket yapıp arabaya bindirdiler. Tabi bu genç kardeşimin üstünde de büyülü kask ve tulum var bunu da aptallar göremiyor. Neyse genç kardeşim yanımda piste çıktım 2 tur attım belli arabaya hava girmiyor hemen pit alanına geri döndüm kaput aç ufak bir akış metreden ayar tekrar döndüm piste. Bütün arabacılar şok arabaya ayar böylemi oluyor diye. Piste çıkınca anladılar asıl ayar böyle yapılırmış diye. Ben her geçen tur biraz daha hızlanıyorum biraz daha açım artıyor biraz daha ilk girişte (initiation) aracı zorluyorum, yan koltuktaki kardeşimde her tur biraz daha ürperiyor suratı bozuluyor. Lastikler artık tutmamaya başladı pit alanına döneceğim derken birden arabanın içini mis gibi Furkan Gökkaya‘nın hazırladığı plütonyum katkılı benzinin kokusu sardı. Ne olduğunu bilmeksizin arabayı pit alanındaki yangın söndürücülerin yanına çektim. Genç kardeşimizi indirdim velisine teslim ettim ve sıkıntıyı aramaya başladım. Hani şu bizim yeni yaptığımız yakıt depomuz var ya kendi kafasına göre bagajda geziyor. Depoyu sabitledim 2 lastik daha bitirdim derken gün bitti. Arabamın performansı harika pist güzel ama hava çok sıcaktı. Bu soğuk Angara gününde o anları hatırlayınca bile içim ısınıyor.
Ekipteki tek kankam Erdu ile akşam yemeği yedik sohbet muhabbet derken erken kalkacağım için ben yatış. Sabah güneş doğmadan yola çıktım ilk uçakla gelen eşimi aldım yemek yedik geldik derken öğlen oldu. Organizasyon alanına geldim 1000lerce modifiyeli araba bütün turistler ve yerel halk orada bizi bekliyor.
Hemen arabaya bir marş bastım ama dedi bu sefer yok ben çalışmam. Hemen akü almak için yine düştüm yollara. Akü al gel sök tak güneş sıcak. Hepimiz hazırız organizasyon için ama öyle bir sıcak var ki hiç birimiz istemiyoruz piste çıkmayı. Birden dendi hadi piste seyirci selamlamaya hepimiz arabalara atladık askeri aracın çevresine doluştuk fotolar tanıtımlar söyleşiler güzel oldu. 17.00 ye de Drift gösterisini planladık ki bence çok süper oldu.
Saat 17.00 ye varmadan bizim kurtlular dayanamayıp teker teker piste çıkmaya başladılar. Lastiği biten pire girip tekrar çıkıyor. Tabi bu kurtluların içinde bende varım, hanımla da 2 lastik bitirdik hatunun yüzü güler oldu.
Araba ile her çıkışımda yanımda farklı birisi vardı, her çıkışta duman egzoz ve yakıt kokuları içinde geçti. Ben süper eğleniyorum bundan dolayı farkında olmadan arabaya zarar verebilirim arada beni durdurun dedim kankalara. Arkadaş çıkıyorum 2 tur atıyorum durdurdur önüme atlıyorlar. 1 tur boş atıp tekrar gazlıyorum 2 tur sonra tekrar atlıyorlar önüme durdurdur. Sağ olsunlar arabaya zarar ver miyim diye beni Drift organizasyonlarından soğuttular tam Allah Allah Allah moduna geçiyorum biri önüme atlıyor durdurdur. Tabi her çıkışta bende ve yanımdakilerde büyülü kask ve tulum var aptallar halen göremiyor. 🙂
Ekip her zamanki gibi çok sağlam sanırsın en psikopat kim yarışındayız. JOKER E30‘un akü bitip duruyor sanırım fan + ekstra su pompasını rölesiz bağladık ondan oluyor. Tabi sıcak ağır basıyor söylemiş miydim? Herkesin lastikler pat güm yenisi takılıyor yallah tekrar piste. Lastik yakanlar tam gaz yanlayanlar hepsi bizde.
Her şey bir yana sadece pazar günü 20 adet lastik bitti arabayı bitik lastikler üzerinde yükledim. Zaman nasıl geçti gerçekten anlayamadım. Sağ olsun organizatörümüz KMK bizlerin bu çabasını birer plaket ile ödüllendirdi.
Zafer Murat araç lojistiğimiz için bizi hazır bekliyordu arabaları ve malzemelerimizi yükledik hepimiz odalara dinlenmeye geçtik. Geç vakit yemek için buluştuk sohbet muhabere vur kafayı yat nede olsa yarın sabah ver elini Angara!
Bu güzel organizasyonun olmasını sağlayan ve emek eden bütün herkese çok teşekkür ederim, çok sıcak ve güzelsiniz.
Özel teşekkürümü ise Emirler Baskı Balata Ceyhun (0538 732 94 12) kardeşime ediyorum. Gölgede 50° sıcaklıktaki değişken zeminli Drift pistinde 20 adet lastiği tellerine yiyecek kadar Drift yapıp 1 saniye bile kaçırmayan fantastik bir baskı balata yapmış ellerin dert görmesin kardeşim.
Fotoğraflar: Hüseyin Keskinkılıç & Furkan Gökkaya & Mehmet Yılmaz
2017 Kemer Drift Festivali Her şeyden önce SICAK SICAK SICAK demek istiyorum. Gerçi sıcak olacağını bekliyor ve buna hazırlanıyordum ancak arkadaş yok böyle bir sıcak.
0 notes
cemakkilic · 7 years
Link
Yıl 2010. İsrail’in Hayfa Limanı‘ndayız… Her zaman olduğu gibi tek başıma çıkıyorum şehri turlamaya… O zamanlar akıllı telefonlar yaygın değil, internet için lap topumu yanıma alıp bir meyhaneye kapak atma düşüncesiyle gemiden ayrılıp polis kontrolüne gidiyorum. İnsan-boğa karışımı sivil polislerin sevimsiz bakışları altında, İsrail polisinin daha önceden verdiği “pass” ve diğer evrakları onaylatıp, şehre ilk adımımı atıyorum… Hangi üst geçide gelsem ya da bir kavşağa, bir polis grubu durdurup lap topumu açtırıyor ve bir MP-3 şarkı çalmamı istiyor… Önce bu heriflerin kafayı yemiş olduklarını düşünüyordum ama bilgisayarların içine zulalanan bombaları bu şekilde test ettiklerini söylemişlerdi… Bir tanesine Led Zeppelin sever misin arkadaş diyerek espri bile patlatıyorum… Gece meyhane çıkışı zil zurna yola koyuluyorum ve yanımda GPS telefon olmadığı için kayboluyorum… Tabi bu durumda yapılacak ilk şey; yoldan geçecek olan bir polis ekibine rastlamayı umup  yardım istemek… Bir polis minibüsü beni alıyor, başlıyoruz gezmeye… Hatta bir ara bir marketin önünde durduklarında, iki şişe bira alayım diyorum ama İsrail’de gece 22:00 sonrası marketlerde alkol satışı yasak olduğu için itiraz ediyorlar… Sadece barlarda içki satılıyor… Eee hadi beyler bara gidelim, ilk biralar da benden diyecek halim yok!.. Bu andan itibaren hayalini kurduğum tek şey kamaram oluyor tabi. Adamlar bir ara durup, hadi gel hamburger yiyelim diyorlar… Şaka değil, gerçekten hamburgeri yiyoruz. Ulan götürün artık beni gemime, zıbaracağım derken; başlıyorlar sohbete… İçlerinden biri “ben Müslümanım” diyor… İsrail’de bir Müslüman ve de polis… Birader sen şaka mı yapıyorsun dediğim an, herif kelimeyi şahadet getiriyor iyi mi?.. Acaba içkiyi fazla mı kaçırdım, yoksa kaybolduğum için sınırdan çıkıp Ürdün’e mi girdim diye düşünüyorum… Diğer polislere bakıyorum… Meraklı bakışlarımdan hemen anlıyorlar mevzuyu; yok biz Yahudiyiz diyorlar… Sahi yahu; bu şehirde iki tane de cami vardı değil mi?.. Denizci öyküleri yaz yaz bitmez, bitmez de… Diyeceğim şu ki; İsrail‘de Yahudi–Müslüman düşmanlığı falan hikâye arkadaş… Kimsenin tınladığı yok… Söz konusu olan sadece İsrail’in çıkarları… Memlekette donsuzlar Sosyal Medya’da “kahrolsun İsrail” diye tepinirken, tepedekilerKürdistan‘ı kurmak için halay çekip, hatta aynı yatağa bile girerler… CEM AKKILIÇ 26 Eylül 2017
0 notes
ahcocuk · 4 years
Text
Ah çocuk...
Anlatılması gereken hikâyeler vardır. Bu onlardan biri değil. Herkesin ibreti başka başka yerlerde çünkü. Bende hikâye çoktur. İnsan çoktur çünkü. Hep öyle de olacak ya zaten. Kader işte...
Pazar işine başlar başlamaz birisiyle tanıştım. İsmi Nâlân... Ellili yaşlarının sonunda kısa kır saçlı ufacık bir kadın. Erimiş bir kadın... Pazarın manyağı... “Bende de var manyaklık.” dedi geçen. “Var var.” dedim. “A aa şuna bak be hakaret de işittik.” “Yok mu diyeyim ne diyeyim? Var işte. Ben var olana yok diyemem kusura bakma.” Sürekli takılıyorum ona. Nerede görsem nâlân insanını tanırım çünkü. Onu da görmem yetmişti. Bazen kızıyor ama nasıl sinirli. Yanına gidiyorum “Kudur.” diyorum. Sana çok üzülüyorum senin neyin var diyor “Üzül üzül, sana müstahak.” diyorum. Evime davet ediyorum onu. Bu koltuğa oturması lazım çünkü. Aylardan Şubattı ne salgın var ne bir şey. Bugün derken, yarın derken, heh şimdi geldim derken, gelemedi bir türlü. Dilime de düştü tabi... “Bak” dedim. “Gel. Gelebiliyorken, gel...” Gelmedi. İşlerden bunalmıştı. “Ay bıktım artık ben.” deyip duruyordu. “Kudur.” diyordum. Çalışmadan durabilecek bir insan değildi. Ben de kovayım çünkü. Haa, anlaşıldı senin manyaklığın dedim öğrendiğimde. Herkese laf söyler. Herkese sert.  Herkese sataşan bir tip. Kızdı mı müşterinin elinden malını alır, parasını verir, satış yok der, gönderir. Zaten millet deliye ben akıllıya hasret ya, neyse...
Yeni bir başlangıç yapıyorum. Her gün olduğu gibi. Yine bir şeyler oluyor. Oturuyoruz bir gün. Pek iş yok. Virüsmüş, salgınmış... Bir arkadaşım müteahhit “Aman sakın inşaat işine girme.” diyor. Bir başkası “Bir işin de düzgün gitsin be kardeşim.” diyor. Düzgün zaten. Her şey olması gerektiği gibi yerli yerinde. Herkes sevdiceğinin yanında, bunu da unutma... Her neyse. İnsan kaderini tanıyacak, sevecek. Artık bıçak kesse kan akmayacağı için rahatım. Nâlan benden telaşlı. Rahat değil. İş yapamıyorum diye.
Yanımda dayım var, kadir kıymet bilmeyen dayım. Yalvarıyor bana gidelim artık iş yok diye. “Sabırlı ol.” diyorum. Akşam saat yedi, yedi buçuk falan olmuş. “Bütün gün ter döktün bu tezgâhta. Nasıl yakıştıracaksın kendine ekside eve gitmeyi?” 1 ₺ kalmış. Yalnızca bir müşteri daha gelirse o gün eve 1 ₺ kârda gideceğiz. Her gün on binlerce doları euroyu çevirmeye alışkın bir insan için çok zor bu. “Sabırlı ol.” diyorum. “Bir müşteri daha gelsin. Sonra gelse de satış yapmayacağım. Merak etme.” Aradan biraz zaman geçiyor. Yan tezgâhtaki hafif meşrep kız. “Yaaa bunlar ne kadar? Babama alacağım da diyor.” Bütün gün yüz vermediğim kız o beklediğim müşteri oluyor. Allah her şeyi en güzel anlatan gerçekten. Dayımla uğraşıyorum böyle işte. Yorar beni kadir kıymet bilmeyen insan. Nâlân da farkında dayımın adam olmadığının. “Sabırlı ol. Sen merak etme. Öyle herkes yanımda kalamaz benim.” diyorum. Öyle de oluyor zaten. Nâlân’a o gün: “Bak bu adamla bu işin olmayacağını ben de biliyorum. Ama kapıma geleni geri çeviremem. O biraz takılsın, tezgâhımdan geçsin. Vakti gelince gidecek zaten. Sen sıkma canını...” diyorum. Biraz hakîkattan hakîkaten konuşuyorum onunla. Başlıyor anlatmaya... Müşteriler, insanlar gelen giden hepsi geçiyor önümüzden. Biz, biziz o ân. Bunu bilen bilir. Sen de bilirsin. Her neyse tam anlatamıyor orada. Geçen pazar evime geliyor. İçeri giriyor. Sarılıyor bana derinden. Sahi ben en son kime sarılmıştım? Sana değil. Sana söz vermiştim çünkü sen unutmuşsundur bile...
Gönlü bana kayan bir kız vardı o zamanlar. Hep vardır zaten. Kaçındıkça kaçınmıştım. “O” beni sever. Başıma hep böyle şeyler sarar, rahat komaz. Bir gün akşam anneme “Ben falancayla dışarı çıkıyorum şimdi, bir şeyler konuşacağız, geç gelebilirim.” diyorum. Oturup çay içiyoruz. Saat ilerliyor. Benimle çay içince zaten saat hep ilerler. “Bu katı kapatıyoruz. Sizi yukarı alalım.” diyor garson çocuk. “Tamam ablacım biz laf dinleriz.” diyorum. Yukarı çıkıyoruz. Bir kısım hakîkatten sonra söze başlıyorum. “Bak güzelim. Senin bende gönlün var mı, yok mu? Sen bileceksin? Ha, varsa bak, ben çok sevdiğim birine söz verdim. Seninle hemen evleniriz. Kız daha genç. Kız daha ürkek. Bana bir şey konuşmana gerek yok. Ne düşündüğünün de bir önemi yok. Şimdi evine gidiyorsun. Bir hafta yat bakalım istihareye ben de yatacağım. Sen görürsen olur. Yoksa olmaz. “Tamam, ama görmezsem hiçbir zaman olmaz ama tamam mı?” diyor. “Olmaz zaten, sen hiç merak etme.” diyorum. Bir hafta görüşmemek üzere anlaşıyoruz. Onu taksiye bindirirken kaşla göz arası sarılıyorum ona. Kız afallıyor. “Bak.” diyorum. “Ben herkese sarılmam. Şu an burada olmak isteyen kimler var biliyor musun? Olsa da olmasa da bunun kıymetini bil. Tamam mı?” diyorum. “Tamam.” diyor, kafa sallayarak. “Bu sarılma yarım oldu. Sana bir kez daha sarılacağım. Merak etme.” diyorum.
Kız altı gün hiçbir şey görmüyor. Emînim ben sözümden. Kızın hâli sabırsız. “Sabırlı ol.” diyorum sürekli. Kız aslında sevmek istiyor beni. Kendi söylüyor bunu. İnsan gençken olur böyle şeyler. Ama bir özelliği var söz dinliyor. Bu iyi. Çünkü benim içim soğumaz hiç. Yandıkça yanarım ben. Bundan başkasını da yakamam bunu biliyorum. Bazen işlerin üzerine gidip kapatmakta fayda var. Yanlış anlama kız güzel, kız gönüllü ama benim içim geçmiş diyeyim. Yedinci gün geliyor. Kızdan halâ ses yok. Gülüyorum akşama kadar kendi kendime. O akşam çağırıyorum bunu bir çay daha içiyoruz. İçi parçalana parçalana anlatıyor. Gözünden yaşlar akıyor. “Haa, bak bu kadar basit işteee.” diyorum tebessüm ederek.” “Sen sıkma canını diyorum.” (Gördükleriyle alakalı) “Biz, olmayacağız. Bu güzel bak. Allah yüzümüze baktı, baştan haberimiz oldu. Öteki meseleleri de böyle, böyle, böyle halledersin.” diyorum. Ertesi sabah kıza son kez sarılıyorum. “Ben sözümü tutayım da...” Sonra pek görüşmüyoruz. Kız bir salaklık yapıyor. Bana değil. Benimle alakası bile yok. Çağırıyorum olayın muhataplarını. “Özür dile bundan.” diyorum. Diliyor. “Tamam. Sen bilirsin.” diyorum. Gözlerinden yaşlar aka aka gidiyor. Bir aylık falan macera toplasan. Söz dinlemek bu yüzden önemli işte... Neyse. Nâlan işte bana sarılıyor girer girmez. Ağır kadın çünkü dışarıda milletin içinde sarılamadı. Bekledi, bekledi...Sonunda beklediği gün geldi. O gün anlatıyor hikâyenin tamamını. Bir kadının nâlân olması basit bir mesele değildir cânım benim...
Anlatırım çocuk. Belki hemen, belki bilahare... Yorgunum şimdi. Çok vaktim kalmadı. Hem çocuk... Anlamıyorsun. Şurada haziran sonuna ne kaldı?
0 notes
ssblog33 · 5 years
Text
TEOS
Yazı ve Fotoğraf: Olay SALCAN, Sun Savunma.Net, 6 Eylül 2019 Anadolu ve yine Anadolu. Her yöresini adım adım gezmeye doyamadığım, gezdikçe gururlandığım ve keyif aldığım dünyanın merkezi. Ne yazık ki ne kadar gezersem gezeyim, ne kadar görürsem göreyim sahip olduklarının tamamını, hatta büyük bir kısmını tamamlayamayacağım. Bu duruma üzülüyorum ama bir taraftan da zaten Anadolu’da her yeri gezmek ve görmek bir insan hayatına sığmaz diye kendimi teselli ediyorum. Görebildiklerim ile kendimi avutuyorum.
Her zaman yazıyor ve sözlüyorum; nitelik ve nicelik olarak Anadolu, sahip oldukları ile diğer devletler ile karşılaştırıldığında açık ara ile öndedir.
Önde de turizmde nerede? Ülkeye gelen yaklaşık 40 milyon yabancı ziyaretçi sayısı ile dünya sıralamasında ilk onda. Bu gurur duyulacak bir sıralama gibi görülse de; konu Anadolu olunca düşündürücü. Senelerdir 40 milyondan bir iniyor, bir çıkıyoruz ve hep etrafında dolaşıyoruz, takıldık kaldık.
Dünya, artık dünyayı geziyor. Milyarlarca insan her yıl sayıları artarak bir ülkeden diğerine gidiyor. Bu kadar kıymetli değerlere sahip bir ülke olarak yalnızca 40 milyonla yetinmek ve bunu başarı saymak olacak şey değil. Hele bu 40 milyon yabancı ziyaretçi sayısına rağmen gelirlerin beklenene ulaşamaması da ayrı bir hayal kırıklığı. Her sene kırk milyonun üzerine onar milyon koyularak hedef belirleniyor.
Bana kalırsa bugünkü durumu ile Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçi sayısının, en az 100 milyon olması gerekir.
Bu kadar değerli ve üst düzey bir ülkede gelen yabancı ziyaretçi sayısının azlığı ve elde edilen gelirlerin düşük seviyede kalması Türkiye’nin büyük kaybıdır. Gelecek 100 milyon yabancı ziyaretçinin sağlayacağı kazançla Türkiye, dünyada bütçesi fazla veren ülkeler arasına girer.
Bu satırları okuyan turizmle uğraşan ve Türkiye’nin turizmine yön verme gayreti içerisinde olanlar, bana tüm yazdıkların hayal diyebilirler. Tabii ki hayal. Ben, Anadolu’ya ve sahip olduklarına güvenerek bu hayalleri görüyorum. Ama hayallerin gerçek olabileceğine de inanıyorum.
Yabancı ziyaretçi turizmini tüm yurda yayarak tüm Anadolu’nun turizmden yaralanmasını sağlayacağız diye birçok sözler söylendiğini senelerdir duyarım. Bu güne kadar bu başarılmış olsa idi 100 milyonu da aşmış olurduk.
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın istatistiki bilgilerine göre 2018 yılında Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçi sayısı, yaklaşık 40 milyondur. Bu 40 milyonu şehirlere göre dağıttığımızda, İstanbul’a gelen yabancı ziyaretçi sayısı, yaklaşık 13,5 milyon; Antalya’ya gelen turist sayısı ise, 13 milyondur. İki şehrin toplamı, 26 milyon. Yani aslan payı, bu iki şehre gidiyor. Buna İzmir ve Muğla’ya gelen toplam yaklaşık 5 milyon yabancı ziyaretçi sayısını da dahil edersek bu dört şehre giden yabancı ziyaretçi sayısı, toplam olarak 31,5 milyonu bulur.
Bu da, turizmin Anadolu’ya ulaşamadığının, son derece dar bir alanda kısa paslaşmalar ile al gülüm ver gülüm şeklinde devam ettiğinin çarpıcı kanıtıdır.
Örneğin Muğla, İzmir, Ankara, Balıkesir, Çanakkale, Çorum, Urfa, Diyarbakır, Kars, Yozgat, Afyonkarahisar, Hatay, Erzurum, Denizli gibi şehirlerimizin sahip olduğu değerler; İstanbul ve Antalya’dan daha az ve değersiz midir ki buralara bu sayıda ya da yaklaşık yabancı ziyaretçi gelmiyor.
Yabancı ziyaretçiler, bu şehirlere gitmek istiyorlar da; bu şehirler, yabancıların kendilerine gelmesine soğuk mu bakıyorlar ya da istemiyorlar mı?
Bu şehirlerin alt yapıları, bu yoğunlukta yabancı ziyaretçiye ev sahipliği yapacak kadar yeterli değil mi?
Türkiye’nin her bölgesi, son derece zengin değerlere ve çeşitliliğe sahipken neden yanlızca batı ve güney batı bölgesi ön plana çıkıyor?
Buralara giden yabancıların gezerken normal hayatlarındaki yaşantılarını sürdürecek kolaylık tesislerini bulamam endişeleri mi var?
Yurt dışında bu bölgelerle ilgili negatif bir bilgilendirme mi mevcut?
Bu iki bölgede yaşayan halk, diğer şehirlerdeki halktan daha mı misafirperverler?
Turizmin sürdürülmesinden, geliştirilmesinden ve yaygınlaştırılmasından sorumlu bu günkü tüm kuruluşların oluşturduğu teşkilat yapısı yeterli değil mi?
Yukarıda belirttiğim hususlara başkaları da eklenebilir. Anadolu’da yabancı ziyaretçi turizmi yok denecek kadar az. Yalnız ağırlıklı olarak iki şehirde yabancı turizmi yapılarak bunu tüm Anadolu’ya mal etmek, gerçekçi değil.
Yukarıda saydığım şehirlerden benim en çok dikkatimi çeken Ankara’dır. Anadolu, dünyanın merkezi; İstanbul başşehri (şimdi olmasa bile ileride olacağına inanıyorum, bu da bir hayal); Ankara, Türkiye’nin başkentidir. Ankara, Anadolu’da bulunan şehirlerin büyük bir çoğunluğuna İstanbul’dan daha yakındır. Ayrıca Anadolu’nun kendisine has özelliklerini İstanbul’dan daha çok Ankara yansıtır. Ankara’da turizmi geliştirmeden ve gelen yabancı sayısını arttırmadan Anadolu’da yabancı turist sayısının ve turizm çeşitliğinin arttırılamayacağına inanıyorum.
Anadolu’da yabancı turizminin yaygınlaştırılması ve ziyaretçi sayının arttırılmasına katkıda bulunabilmek için Ankara’yı yabancı ziyaretçi turizminde örnek bir şehir haline getirmek, Anadolu’da turizm ateşini yakmak olacaktır. Bunun için de kültür değerlerinin geliştirilmesinin yanında sanat ve eğlenceye öncelik verilmeli; Ankara, uluslararası sanatın Türkiye’deki öncüsü; eğlencesi ile renkliliği ve coşkusu olmalıdır. Kurtuluş mücadelesinin yürütüldüğü Ankara’nın Anadolu’da turizmin yaygınlaştırılmasında merkez olabilecek en önemli şehir olacağına inanıyorum. Sahip olduğu değerlere ve imkanlara ilaveten başkent olması da onun bu görevi en iyi yapabileceğinin kanıtı olsa gerek.
Ancak her faaliyette olduğu gibi turizmde de en önemli unsur, insan faktörüdür. Ne kadar iyi niyetli, ne kadar iyi planmış, ne kadar parasal imkanlara sahip olursa olsun istekli, bilgili, bilinçli ve coşkulu insanınız yeterli değilse projelerin hayata geçirilmesi ve devamlılığının sağlaması tehlikeye girecektir.
Sık sık yurt dışına çıkıyorum ve dünyanın birçok ülkesinde Türkler tarafından işletilen Türk lokantalarını görüyorum.Gördüğüm bu lokantaların büyük bir çoğunluğu, kebap ve döner üzerine hizmet veriyorlar. Birkaç ülkede bazılarını denedim. Artık denemiyorum. Çünkü sundukları kebap ve dönerin kebap ve dönerle hiç alakası yok. Restoranlar da, kaliteli değiller. Bu lokantalara gidenler de, yalnızca ucuzundan karınlarını doyurmak için gidiyorlar.
Bu ülkelerdeki Türk restoranlarına giden insanlar, Türklerin yalnızca kebap ve döner yediği yorumunu yapabilirler. Bu Türk restoranları, belkide farkında olmadan Türk mutfağına zarar veriyorlar. Dünyada Fransız, İtalyan, Çin, Japon ve Peru mutfakları, tüm detayları ile çok iyi tanınıyor da onlardan çok ama çok daha iyi olan Türk mutfağı tanınmıyor ve hak ettiği yere ulaşamıyor.
Türkiye’de hizmet veren Fransız, İtalyan, Brezilya v.s. gibi restoranları, kendi ülkelerinden bol seçenekli menüler sunabiliyorlar. Fast food restoranlarını bu örneklerin dışında tutuyorum. Bu gibi restoranlardan bazılarını işleten ve şeflik görevi yapanların, özel olarak seçilmiş, görevlendirilmiş oldukları ve hatta desteklendikleri fikrine kapılıyorum.
Peki neden bu konuyu burada yazmak ihtiyacını duydum? Çünkü son zamanlarda çok popüler olan bir konu var: Gastronomi Turizmi.
Bana göre gastronomi turizmi yalnızca Türkiye’de yapılmakla olmaz. Gastronomi turizmi, yabancı turistin yaşadığı ülkede başlar ve Türkiye’de biter. Önemli merkezlerde açılacak gerçek Türk mutfağını sunan kaliteli restoranların, yürütülecek bu faaliyete etkili başlangıç noktaları olacağına inanıyorum. Açılacak bu restoranların Michelin yıldızlarının parıltılarını şimdiden görüyorum. Bana şimdi yine hayal görüyorsun diyeceksiniz, ama bunun neresi hayal? Emin olun bizim Türk mutfağı olarak sahip olduklarımız, onların mutfaklarına her bakımdan on basar.
Ben bu yazımda yalnızca Teos’dan söz edecektim. Ancak bir iki cümlede yukarıda belirttiğim konulardan bahsedeyim derken bir de baktım ki iki sayfa olmuş.
Neyse gelelim Teos’a.
İzmir’e her gidişimde Teos’u ziyaret etmeye niyet ettim. Birincisinde zamanlama hatası yaparak kapanma saatinden az bir zaman önce giriş kapısında oldum ve tamamını görmek için daha sonraki bir gelişime erteledim. İkincisinde güneşli bir havada evden ayrılıp Teos’a yaklaştığımda havanın azizliğine uğradım ve bardaktan boşanırcasına yağan yağmur nedeniyle aracımdan dahi çıkamayarak geri döndüm. Sonunda yani üçüncü seferde çok güzel bir havada Teos’u doya doya, keyifle gezdim.
Teos, İzmir’e 50 km. uzaklıkta. Buraya gitmek için Seferihisar ilçesinin Sığaçık limanına gitmeniz gerekiyor. Sığacık’ın içinden geçerek marinayı geçtikten sonra asfalt yolu takip ettiğinizde Teos’a ayrılan yolu gösteren işaret levhasının okunu takip ettiğinizden kısa bir süre sonra tepeden Teos harabelerini göreceksiniz.
Teos’un kapısından içeri girdiğinizde Anadolu’nun o paha biçilmez diğer bir değerlerine daha geldiğinizi hemen anlıyorsunuz. Anadolu tarihinin en güzel kesitlerinden birisini size sunacak bu müstesna eserin her bölümünü gezerken; bu şehirde yaşananları yaşar gibi oluyorum.
Beni kucaklayan bu şehrin kalıntılarını gezerken öyle bir zaman geliyor ki, bu günkü hayattan kopup geçmiş zamana gidiyorum. Sanki bir arazide değil de sokaklar arasında dolaşıyorum. Pazar yerindeki satıcıların seslerini, limana yanaşmış gemilerden karaya çıkmış gemicilerin taşkın hareketlerini, çocukların çığlık atarak koşuşturmalarını, insanların günlük hayatlarındaki telaşlarını görebiliyorum. Onlar sanki beni hiç görmüyorlar. Ben onlar için bir hayaletim. Burada zaman duruyor ve geriye sarıyor.
Bölgede sürdürülen kazılarda elde edilen verilerden Teos’a M.Ö. 1000 civarına denk gelen Protogeometrik Dönem’den itibaren yerleşildiği anlaşılmaktadır.
Zamanında sanatkar şehri diye de adlandırılan Teos’da Anakreon, Antimakhos, Epikuros, Nausiphanes, Apellikon isimli şairler ile antik çağın önemli filozof ve sanatçılarından olan Hekataios yaşamıştır.
Ionia Bölgesi’nin 12 kentinden biri olan ve M.Ö. 241-197 Pergamon Krallığı’na bağlanan Teos, M.Ö. 138-133 kralın topraklarını vasiyet yoluyla Roma’ya bırakmasıyla Roma egemenliği altına girmiştir. M.Ö. 129 yılından başlayarak Roma’nın Asia Eyaleti sınırları içerisinde yer alan kent, Roma İmparatorluğu döneminde de önemini devam ettirmiştir.
Yapılan kazı çalışmaları sonunda ortaya çıkarılan 400 adet yazıt ile Teos, Anadolu’nun en verimli ve yazıtların içeriği açısından en tatmin edici kentlerden birisidir. Bulunan vakıf, kral mektupları ve başka kentlerle yapılan anlaşmaları kapsayan yazıtlar ile Hellenistik ve Roma dönemi ile ilgili olarak tatmin edici bilgilere ulaşılmıştır. Bu yazıtlar, antik bölgede sergilenmektedir.
Ancak yazıtlar arasında 1.5 metre yüksekliğinde mermer bir stele yazılmış ve 58 satırdan oluşan ayrıntılı bir kira anlaşması en ilginçlerinden birisidir. Teoslu bir vatandaş, içinde yapılar, köleler, kutsal sunak bulunan arazisini Gymnasium’ndaki 20 ile 30 yaş grubundaki Neoslar’a bağışlamış. Neoslar da çeşitli masraflarını karşılamak ve her yıl düzenli olarak o araziden gelir elde etmek için açık arttırma ile kiraya vermişler. Arazinin önceden kime ait olduğu, nelerden oluştuğu detayları ile belirtilmiş. Bir kutsal sunaktan da söz edilmiş. Sözleşmede kutsal olarak nitelendirilen bu arazinin Neoslar tarafından yılda 3 gün kullanılabileceği de ilave edilmiş. Kutsal olması nedeni ile de arazi, vergiden muaf tutulmuş.
Bu yazıt, Gymnasium’un yapısını, Neoslar’ın mal sahibi olabildiklerini ve bunları kiraya vererek gelir elde ettiklerini göstermesi bakımından antik dünyaya ışık tutan ve başka hiçbir örneği bulunmayan geçmişten bu güne gelen nadide bir hazinedir. Ayrıca kiracının mülke zarar vermesi, arazi ve binaların yıllık bakımını yapmaması halinde ödeyeceği cezalar da, maddeler halinde kayda alınmıştır.
Akropol
Yarımadanın üzerine kurulu antik kentin ortasındaki akropol, denizden yaklaşık 35 metre yükseklikte Kocakır Tepe üzerinde yer alıyor. Şehirde bulunan iki limana da hakim konumdaki akropolde, dikdörtgen şekilli bir tapınak ile bir sunak da bulunuyor. Yaklaşık 5 metre boyundaki ana kayanın oyularak, üzerine büyük taşların koyulmasıyla oluşturulan akropolün, yazıtlarda adı geçen Zeus Kapitolos’a adandığı biliniyor.
Dionysos Tapınağı
Etrafını çevreleyen temenos duvarının trapez biçimli olması ile alışılmışın dışında bir mimari yapıya sahip olan bu tapınak, Anadolu’daki en büyük Dionysos Tapınağı olması nedeni ile haklı bir üne sahiptir. Augustus Dönemi’nin ünlü Mimarı Vitruvius’a göre tapınağın mimarı, Prieneli (Güllübahçe/Söke) Hermogenes’tir.
Gymnasion
Büyük bir bölümü halihazırda toprak altında bulunan gymnasiumun, Hellenistik dönemde inşa edildiği düşünülmektedir. Ele geçirilen M.Ö.2. yüzyıla ait bir yazıtta, Polythros’un kurmuş olduğu vakıf okulunda hem kız hem erkek çocukların, okuma, yazma ve edebiyat dersleri için 3 ayrı öğretmene yılda 500-600, ayrıca müzik öğretmenine 700, spor öğretmenine her birine 500 drahmi ücreti ödedikleri belirtilmektedir.
Bouleuterion
Bouleuterion, Antik Teos kentinde zamana, doğal olaylara ve insanların yaptığı kıyımlara karşı koyarak en iyi şekilde ayakta kalabilmiş yapı diyebilirim. Bouleuterion’un oturma bölümü, yarım daireden biraz büyük olarak inşa edilmiştir. En üst oturma sırasının arkasında yapının arka duvarına paralel konuşlandırılan fil ayaklarının, daha sonraları yapıya ilave edildikleri büyük bir olasılıktır.
Kentle ilgili kararları alan meclisin toplandığı bu yapının, 850 kişilik oturma kapasitesi ve agoraya yakınlığı nedeni ile tiyatro, müzik gibi sosyal faaliyetler için de kullanıldığı düşünülmektedir.
Tiyatro
Zamanın sanatçıları için özel bir yeri olan tiyatro, şehrin güney ucunda bulunmaktadır. At nalı planı ve yamaç eğimi mimari yapısıyla Helenistik karakterdedir. Daha sonra Roma çağında genişletilerek seyirci kapasitesinin arttırıldığı görülmektedir. Sahne korunmuş olarak bu güne kadar gelebilmiş olmasına rağmen oturma sıraları için aynı şeyleri söylemek maalesef mümkün değil.
Agora Tapınağı
Tanrıça Apollonis Eusebes Apobateria’ya adanmış olan ve agoranın içerisinde yer alan bu tapınak hakkında bu zamana kadar elde edilen bilgiler, sınırlı kalmıştır.
Güney Limanı
Kuzey ve güney limanları olmak üzere iki limanı sahip olan Teos, antik dönemin bir liman kenti olarak deniz ticareti ile ekonomik açıdan tarihte önemli rol oynamıştır. Kuzey limanından günümüze pek bir kalıntı kalmamış olmasına rağmen; güney limanı, Roma dönemine ait kalıntıları ile tüm Anadolu sahillerindeki en iyi korunmuş antik limandır.
Heredot’un “Dünyanın en ılımlı yeri” diye söz ettiği, antik çağın önemli filozof ve sanatçılarının yaşadığı, zamanın büyük şairlerinin şiirlerine ilham olan ve deniz aşırı ticaretin önemli merkezi Teos antik kentini arkamda bırakırken; tarihin geriye doğru giden merdivenlerindeki 3000 yıl öncesinin basamağında durarak zamanı yaşamanın hayatta yaşanılacak en büyük güzelliklerden birisi olduğunu düşünüyorum.
Antik şehrin kapısından çıktığım anda da 21. yüzyıldayım. M.Ö. 1000 nci yıldan 2019’a bir kapının eşiğini aşarak geçebildim. Zaman yolculuğu bu olsa gerek.
Artık gönlüm rahat, keyfim yerinde. Sonunda Teos’u gördüm. Park yerinden tepeye çıkarak bu muhteşem kente Anadolu’ya duyduğum aşk ve gururla bir defa daha baktım.
Aracıma binip Teos arkamda uzaklaşmaya başladıkça benim de aklımdan bundan sonra tarihte geriye doğru giden merdivenin hangi basamağında olacağım merakı vardı.
Hoşça kalınız.
  FOTOĞRAF GALERİSİ
  #gallery-0-4 { margin: auto; } #gallery-0-4 .gallery-item { float: left; margin-top: 10px; text-align: center; width: 20%; } #gallery-0-4 img { border: 2px solid #cfcfcf; } #gallery-0-4 .gallery-caption { margin-left: 0; } /* see gallery_shortcode() in wp-includes/media.php */
TEOS TEOS Yazı ve Fotoğraf: Olay SALCAN, Sun Savunma.Net, 6 Eylül 2019 Anadolu ve yine Anadolu. Her yöresini adım adım gezmeye doyamadığım, gezdikçe gururlandığım ve keyif aldığım dünyanın merkezi.
0 notes
muhurlu-kalp · 5 years
Text
HOŞÇAKAL ADAM…
Bazen Allah küçük tesadüfler sunar sana. Küçük tesadüflerle birisini çıkartı verir karşına. Ben bu insanların hayatta güzel şeyler vereceğine inanan tarafta oldum daima. Ama eğer ki sen bencillik eder, vicdanını yok sayar ve taşlaşmış yüreğinle hareket edersen işte o zaman belki de milyonda bir karşına çıkacak olan şansı kendi ellerinle yok edersin.
İşte o küçük ve normalde olmaması gereken tesadüflerle girdik birbirimizin hayatına. Ben kendimi anlattıkça sana sen bende kendini gördüğünü söyledin. En zor zamanlarımı geçirdiğim bir dönemde, bir ilişkiye hiçte hazır olmadığım zamanlarda giriverdin hayatıma. Ben hep kaçmaya çalıştım oysa ki senden. Buluşmaya karar verdiğimizde bile buluşacağımız günü beklemeden az da olsa görebilmek için geldin yanıma. Uzun zaman sonra ilk defa yüreğimde bir yeşerme olmuştu. İlk defa seninle konuşurken yüzümde gerçek gülümsemeler oluşmuştu. Ama olamazdı bu dönem çok yanlıştı benim için. Babam her gece ağrılarla inlerken, kendi ellerimle ona narkotik ilaçlar verirken, tükürdüğü zaman kan gelirken, bağırsağı karnından dışarıda iken poposundan kan gelirken ben nasıl bir ilişkiye kendimi alıştırabilirdim.
Kısacası babam her gün ellerimde ölürken ve bütün yük benim omuzlarımda iken ya senide sıkarsam ya senide bunaltırsam. Hakkım yoktu buna. Babam hastanedeydi yeni ameliyat olacaktı hatırlar mısın bilmem babama iyi geleceğini söylediğin mavi yumurtaları alıp hastaneye geldin koşarak. Aşağıya indik bir kahve içmeye ve ben çok kalamadım aşağıda yukarı çıkmam gerektiğini söyledim. İşte orada sana yalan söylemiştim aslında. Kalabilirdim biraz daha yanında. Ama gözlerime baktığında midemde uçuşan kelebeklere engel olamıyordum. Gözlerine baktığımda gözlerinde kayboluyordum. Kaçmak istedim senden. Çünkü bunca acının ortasında daha fazlasını kaldıramazdım. Ama olmadı kaçamadım işte senden. Dedim ki ha gayret kızım bunca tesadüfle hayatına giren insan ya sana bir şey öğretir ya da sen bir şey öğretirsin ona. Kaçma aşktan çünkü dolu dolu yaşanan bir aşk iyi gelirdi tüm acılara. Sonunda bu kadar acı çekeceğimi bilsem inan sonsuza kadar kaçar gelmezdim asla sana. Bu süreç sonunda sen bana insanların benim acılarımı hiçe sayabileceğini öğrettin, bense sana aşkın hala var olduğunu ve bir insanın tekrardan aşık olabileceğini öğrettim. Ama bir tek korkularından kurtulup dolu dolu bir aşkı yaşamayı öğretemedim sana.
Öyle beylik laflarla girdin ki hayatıma. Yok 1950 lerde ki aşklara inanıyorum ben. Yok bir insana değer vermişsen eğer ne yaşı ne boyu ne posu önemli değil. Yok aşk dolu dolu yaşanmalı. Yok aşk çok yüce bir duygu bulduğunda değeri bilinmeli vs vs.. Ben sana geçmiş ve şuan ki tüm acılarımla geldim adam. Saklamadım senden hiçbir şeyi. Sana o kadar şeffaf oldum ki kimseye olmadığım kadar. Bütün acılarımı bil sende acı olma bana istedim. Çünkü biliyordun ben sana param parça geldim. Ve şuanda tuzla buz ettin beni yaşattıklarınla. Oysa ben gerçekten aşkın her şeyi yeneceğine inandığını sanmıştım. Oysa ben parçalanmış yerlerimi öpeceğini, iyileştireceğini sanmıştım. Nerden bilebilirdim un ufak olacağımı. Ve ben iyileştikçe seni de iyileştirecektim adam. Birlikte iyi olacaktık. Birlikte inandığımızı söylediğimiz aşkı insanlara kanıtlayacaktık. İnkâr edemezsin asla ben tüm acılarımı içime gömüp seni iyileştirmek için bir şeyler yapmaya çalıştım hep. Ve iyileştikçe hep korktun, hep kaçmaya çalıştın sen. Kaçmaman gitmemen için bir şeyler yapmaya çalıştıkça ben sen daha çok kaçtın, daha çok acı verdin kaçarak bana. Ama anlamadığın bir şey vardı adam. Benim canım her şeyim kanım babam gözlerimin önünde her dakika erirken, her dakika ölürken ölüm gerçeğini bir kenara bırakıp yaşanması mümkün olan anıları ertelemek istemedim ben hiçbir zaman. Yaşanması mümkünken yaşamak istedim tüm mutlulukları ve aşkı doya doya hastanede önümde 5 yaşında bir çocuğun ölümünü görürken. Ölüm denen gerçeğe bu kadar yakınken sevgisiz huzursuz bir dakika bile zaman geçirmek istemedim ben. Her anımız güzel olsun, her anımız birlikte mutlu olsun, her anımız sevgi dolu olsun diye yaptım ne yaptı isem.
İstanbul’un ışıklarına karşı yanında oturup ağlayarak anlattığımda sana omuzlarımda ki büyük yükü, başımı omzuna yaslayıp sende bana yükle o yükü çekinme dediğinde inanmak istedim sana. Nerden bilebilirdim omuzlarına ufacık bir yükü dahi alamayacağını. Ben sana enkaz olmuş bir gemi gibi olan yüreğimle bir liman gibi sığınmak istedim. Huzur limanım ol benim istedim. Huzur bulduğum tek yer olacağına ve sana huzur vereceğime and içtim o an ben içimden. Ama tam da güzelce gözlerime baktığında güzelce saçlarımı okşadığında ve ben güzelce senin yüzünü okşadığımda huzur işte bu derken senin geri adımlarınla karşılaştım hep. İleri daha ileri gitmek varken her geçen gün biz mehter takımı gibi 2 ileri 1 geri olmaya başladık senin korkularından. Sadece bir dakika kapat gözlerini benim yerime koy kendini adam. Benim yaşadıklarımı yaşadığını düşün. Ve sen söyle ne kadar katlanabilirdin her şey güzel olsun diye çırpınırken sen, her şeyi sürekli geri saran bir kadına. Dayanamadım gücüm yetmedi be adam gücüm yetmedi. Yetsin çok istedim ama olmadı. O kadar ihtiyacım olduğu zamanlarda sana sen kaçtıkça biz bittik be adam. Bitirdin bizi sürekli bir adım geri kaçarak.
Ve sana bilmediğin bir şey daha itiraf edeyim mi adam. Benim babamdan sonra koklayarak öptüğüm tek adamdın sen. Çünkü babam ellerimden her an kayıp giderken ben seni her an hayatıma dâhil ediyordum adam. Ben seni bir insan olarak sevdim önce, daha sonra bir dost, bir arkadaş. Ben bazen seni bir annenin şefkati ile sevdim be adam. Bir annenin evladına duyduğu o saf hislerle sevdim. Ben seni her hisle sevdim ve sana her türlü sevgi ile yaklaştım adam. Karşılığında senden tek istediğim bu zor zamanlarımda biraz sevgi, biraz değer, biraz ilgiydi sadece. Bu zor zamanlarımda bana destek olmanı bekledim sadece senden. Senin de dediğin gibi omuzlarımda ki yükü sevginle biraz hafifletmeni bekledim senden sadece. Biraz baba şefkati, biraz abi ilgisi ama çokça sevgi iyileştirecekti belki de bütün yaralarımı. Ama sen kapanmak üzere olan kabuk bağlamış yaralarımı tekrardan kanatarak kangrene çevirdin belki de farkında olmadan. Çok zor değildi oysa birlikte mutluluğu yakalamak birbirimizi yormadan. Yani en azından benim için çok zor değildi. Çünkü ben her şeyin sevgi ile aşk ile düzeleceğine inananlardanım hala usanmadan.
Affet beni ama çok yorgunum be adam. Benim güvenle, huzur içinde yaslanacağım bir omuza ihtiyacım var sadece zorlu sevdam. Birlikte BİZ olacağım bir adama. Bu sana fazla geldi be adam. Bu sana yük gibi geldi ve bu beni daha da derinden yaraladı sen anlamasan da her zaman. Oysa en başta hayalim bu değildi adam. Tek hayalim vardı karşımda aşka inandığını, aşk uğruna her türlü fedakârlığın yapılmasına inandığını söyleyen bir adam ile bir yola çıkarak yolun sonunu düşünmeden bir aşka dalmak karşılıklı mutlu olmak vardı be adam. Nereye kadar giderse gitsin her anını mutlu ve aşk dolu geçireceğim bir adam istedim ben sadece hayatımda. Olmadı, olduramadık, olduramadın be adam. Biraz oldurabilseydin ömrümü önüne sererdim. Biraz oldurabilseydin sana gerçek saf sevginin gücünü gösterebilirdim. Ama anladım ki artık senin gözlerin kör, yüreğin sağır, vicdanın yok bunları göremeyecek kadar.
Hani o çok sevdiğim film var ya seninle izlediğimiz. Özellikle izle istedim. Özellikle izle ve anla aşkın, sevginin gücünü istedim. Hala bir umut vardı izlerken içimde en başta bana anlattığın o aşkın değerini bilen adam olduğuna dair. Ama ne yazık ki çok kısa sürede anladım ki yanılmışım be adam. İnsanın ağzından çıkanlar ile yaşattıkları aynı olmuyormuş ve bu karşıda ki insanı bir kere değil her an bin defa öldürüyormuş be adam. Ben seninle birlikte aşkla mutlu yaşamak isterken; her gün bin defa ölmekten yoruldum senin duygusuzluğun yüzünden be adam. Affet beni adam yüreğim dayanmadı böyle ölmeye her an. Oysa senin eline kıymık batsa benim canım acırdı. Senin canın yansa benim yüreğim parçalanırdı anlayamadın bunu hiçbir zaman.
Hani demiştin ya genelde kötüyü düşünüp ona göre hazırlıyorum kendimi daha az yara almak için diye. Bile isteye sana yara vereceğimi nasıl düşünebildin sen mutlu ol diye elimden geleni yaptığımı gördüğün halde. Ama sen bile isteye ne kadar yara verdin göremedin bunu hiçbir zaman. 1950 ler de ki aşklarda yara almamak için derin yaralar açmak yoktu be adam. O zamanın insanı sonsuz bir duygu selinde, sonsuz bir aşk ile saf duygularla yaşardı. İşte ben o zamanların insanı olduğum içindi aslında bu kadar yaralanmam. O zamanın insanı gerekirse ben yara alayım ama karşımda ki mutlu olsun diyebilen insanlardı be adam. İşte tam da bu yüzden o çok sevdiğim filmin sözleri ile bitireceğim ben bu yazımı. Sen daha fazla sıkılma, sen daha fazla bunalma, sen daha fazla zorlanma diye gidiyorum hayatından. Acılarımı yüreğime gömüp tam da istediğin gibi senide sana bırakıp çıkıyorum tamamen hayatından.
“Biz yaşayanların sana verecek bişeyi kalmamış. Bu sana son mektubum. Ben yaralarımı sardım öyle geldim sana. Sen yaranın nerde olduğunu bile bilmiyosun. Cebimde bi tek hoşca-kal yoktu sana. Ben uyurken koymuşsun cebime…”
HOŞÇA KAL…
0 notes
meftunhatun-blog · 7 years
Text
Saat gecenin yarımı. İçimi dökeyim istiyorum. Masanın hemen bitişiğindeki sandalyemi çekiyorum, sandalye tepesinde oturmaktan sıkıldım! Çiçekli halıma gidiyorum koşa koşa. Düşünürken ağlıyorum! Ağlarken gülüyorum. Derken gözüm tavana ilişiyor. Beyaz duvarlardan şeffaf damlalar süzülüyor. O da ağlıyor galiba. Sahi, duvarlar da yorulunca ağlar mı bizim gibi? Peçetem ile erişebildiğimce siliyorum damlaları. Ah! Rutubetmiş. Olsun! Ha bire ellerim terliyor. Kahve yapıyorum. Süt tozu yere dökülünce hepsini yere atıyorum. Yalnız kalsın istemiyorum çünkü. Kavanozu yerine koyarken tahta kokusunu derinliyorum en benliğime. Rafa bırakıyorum kavanozu ama seviniyorum. Yanlarında bir sürü ıvır zıvır var. O kadar baki ve güzel bir kokuya sahip olduğu için dolapları kıskanıyorum. Aman neyse ellerim terliyor ha bire. Kahve de içemedim zaten…
Dışarı çıkıyorum. Atmosfer kokusunu kaburga kemiklerime, kasıklarıma kadar çekiyorum. Kediyi kenarda fark edince yarıda kalıyor soluğum. Annemin yere serdiği yolluğun en dip köşesine yerleşmiş uyuyor bizimki. Hayır; kediyi kıskanmıyorum! Ya da kıskanıyorum, bilmiyorum… Yolluğun diğer köşesinde buluyorum kendimi. Belli ki kedinin oraya yatarak bir bildiği var. Uzan diyorum, “korkamadan uzan!”. Ellerim terliyor hala. Kahve de içemedim zaten! Araba sirenlerini duyuyorum. Sahiplerine gidip çatmak istiyorum. “Yapma! Kedinin tırnakları çok keskin ve şimdi uyandıracaksın!”
- [ Meftunevizade💎]
0 notes
aramalp-blog · 7 years
Text
Yazmak
Canım çok sıkılıyor, evdeyim. Bilgisayar, oyun, discord… Bu böyle olmaz sıkıldım, spora gidiyorum diye çıkıyorum evden. Telefonum kırık ya ne güzel, arkadaşım çağırıyor massengerdan, gel diyor dışarı. Aha diyorum iyi, bu günü de atlattık. Oturuyoruz bir kafeye, konu konuyu açıyor, biraz hitlere sövüyor, biraz malum politika, biraz ideolojik kara mizah derken, Hakan arıyor arkadaşımı, gel diyoruz.…
View On WordPress
0 notes
Kimin umrunda?
Bahsetmek istediğim pek çok konu var ama bir tanesi var ki hadi ondan kısaca umur diye bahsedelim.
Düşünüyorum. Şuan burada saat sabah 6. Kulaklarımda Mystic Queen. Ben sabahın 5'inde bu blogu açmaya karar verecek kadar neyi umursamış olabilirim.
Hayatım boyunca neyi umursadım? Cevabın ne olmadığını biliyorum. Kendimi umursamadım.
Ya allah aşkına gel sahici olalım ne zaman kendini umursadığından döktün o göz yaşlarını fütursuzca sabahlara kadar.
Hep kendini suçladığın, o lanet suçluluk duygusunu temkinleyemediğin bir hayat var halihazırda  içinde bulunduğun öyle değil mi?
Gel 17 yaşımla biraz konuşalım. Çok değil 6 sene öncesi.
Çoğu ergenin yaşadığı krizler ve birazda tuhaf denilebilecek bir aile dramı yaşıyorum. Öz güvenimin kısa sürede toparlanamayacak kadar düştüğü zamanlar.
Şimdi dinlediğinde banane saçma ergenlik krizinden herkesin yaşadığı şeyler bunlar değil mi? Öyle değil işte.
Bir sevgilim var ismi lazım değil. Benden istekleri benim hayallerimin ötesinde olan biri. Bunun için terk ediyor beni. Dur önemli olan bu değil.
Ailem.
Annem.
Kendisi hiç kolay şeyler yaşamadı ve yaşatmadı. Annem evde bulduğu kavanoz, sopa, dolap ne varsa kafamıza yağdırıyor.  Bizi ölümle tehdit ediyor. Ben her gece korkumdan kapımı kitleyip yatıyorum. İnan korktuğum in cin değil. Ölmek. Her balkona çıktığında peşinden koşuyorum, atlamasın diye. Her uyuduğunda nefesini dinliyorum, ölmesin diye.
Babam.
Kendisi hiç kolay şeyler yaşamadı ve yaşatmadı. Babam psikolojik ilaçlarla tedavi görüyor ve...
... ve sürekli dalıyor. Öyle kafa göz değil. Kendi içine dalıyor. Unutuyor. Konuşmayı unutuyor, sevmeyi unutuyor, kafanı okşamayı, senin o sırada orada olduğunu unutuyor.
O zaman bana kim öğretti nasıl öğretti bilmiyorum iç acısı azalır diye. Sürekli içiyorum. Yanlış anlama bira içiyorum.
Bana 17 yaşımda bira satan barmenin de bakkalın da vicdanını sorgulamak isterim bu arada.
Neyse ergenliğin ve terk edilmenin verdiği sinir, ailenin verdiği üzüntü derken gündüz vakti kendimi bir şey zannedip çıkıyorum vurup kapıyı. Gidiyorum bakkala alıyorum biramı. 17 yaşımdayım 2 biraya ağzım yüzüm kayıyor. Zaten bira da 5 lira. Alıyorum 2 tane gidiyorum parka oturuyorum çalıların dibine tek başıma bağıra bağıra ağlayarak bira içiyorum. Umur ve dumur kelimelerinin arasındaki bağı çözmeye çalışıyorum. Kulaklığımı takmışım Lethe dinliyorum. Ulan diyorum bu insanların hiçbirinin mi umrunda değilim. İnsan insana bunu yapar mı? Nasıl ergenim belli değil. Bir amca geliyor kızım yazık değil mi sana diyor. Amca, eyvallah diyorum. 2. biramı açıyorum. Geçmiyor sinirim hüngür hüngür ağlıyorum. Diyorum ki kimin umrunda. Daha da önemlisi sen umursanmayı kimden bekliyorsun? Bak öyle anlarda gerçekten hiç beklemediklerin umursuyor seni. Birkaç saat, birkaç şarkı ve birkaç bira geçiyor. Gözler kızarıyor ağlamaktan, ses kısılıyor. Sonra biri geliyor uzaktan batmak bilmeyen güneşi kapatıyor. Öncesinde sorsan inan hiç umursadığı biri değilim. Ama geliyor oturuyor yanıma anlat diyor. Anlatmıyorum. Tamam o zaman diyor anlatma, gel sarıl bana. Bak bu duyup duyabileceğin en güzel söz. Yapılabilecek en güzel hareket. Sonra uzanıyoruz çimlere beraber bulutları izlemeye başlıyoruz. Teker teker isim koyuyoruz bulutlara, benzetmeler yapıyoruz. Aslında sorsan kendisi benden beter ama o çabalıyor orada benim için. Hiç umursamadığı insanın o sırada bir tebessümü için. Bana o gün orada umursamamayı kısacık bile olsa hatırlatan arkadaşım. Eğer okuyorsan sana çok teşekkür ederim. Farkında olmadan hayatımın gidişatını değiştirdin.
Bu arada bu anlattıklarım sana şimdiye kadar tanıdık gelmedi mi?
0 notes